TBMM’de kabul edilen anayasa değişikliği ile ilgili kanunun cumhurbaşkanının onayından sonra referandum yoluyla milletin önüne geleceği açık ve nettir. Her zaman olduğu gibi, bundan sonrası için de söz ve karar egemenliğin yegâne sahibi olan büyük Türk milletinindir.
2010 Anayasa Referandumu ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle oluşan fiilî durumun yarattığı yönetim anlayışı, 15 Temmuz sonrasında Türkiye’nin çözmesi gereken bir problem olarak karşımıza çıkmıştır.
Söz konusu olan bu gerçekten hareket eden Sayın Genel Başkanımız, anayasa ve yasa ihlalleriyle kangren hâline gelen yönetim sorunlarının ortadan kaldırılması amacıyla hükümete halkın hakemliğine dayanan bir çıkış yolu sunmuştur. Netice itibariyle iktidar partisi ile MHP arasında varılan mutabakat sonucunda Türkiye’de hükümet modelini yeni bir zemine oturtan Anayasa Değişikliği Paketi hazırlanmıştır.
Anayasa tartışmaları ülkemizde yeni değildir. Son 200 yıldır ülkemiz anayasa tartışmalarına şahit olmaktadır. Ancak son yaşadığımız ve muhtemel bir devlet krizine dönüşebilecek süreci kamuoyunda bilinen adıyla 367 krizi başta olmak üzere, 2007 referandumu ve 2010 referandumunun neticeleriyle beraber değerlendirmek gerekmektedir.
Tartışmaların doruk noktasına çıktığı 2007 yılında yaşananlar toplumsal hafızada tazeliğini korumaktadır. Bilindiği gibi 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde yaşanan ve kamuoyunda “367 krizi” olarak bilinen hukuk garabeti, CHP’nin müracaatı üzerine Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararla tescillenmiş ve bunun üzerine gerçekleştirilen Anayasa Referandumu ile cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesi kabul edilmiştir. Böylece geniş yetkilerine rağmen neredeyse hiç sorumluluğu bulunmayan cumhurbaşkanlığı kurumu, “meşruiyet” açısından da orantısız olarak güçlenmiştir. Nitekim bu meşruiyet karmaşası, 2014 yılında doğrudan halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçildiği günden itibaren ortaya koyduğu siyasi tutum ve davranışları ile “fiili durum” tartışmalarını da beraberinde getirmiştir.
1961 Anayasasında sadece bir paragrafta düzenlenen yetkiler, 1982 Anayasası'nda yasama, yürütme ve yargıya ilişkin olmak üzere tam iki buçuk sayfa hâlinde son derece geniş bir şekilde tanımlanmış ve cumhurbaşkanının yetkileri buna göre belirlenmiştir. Bunun karşısında, cumhurbaşkanı sadece vatana ihanet suçu bakımından ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının dörtte 3'ünün onayıyla bir sorumluluğa tabi kılınmış, bunun dışında anayasanın hiçbir yerinde, hiçbir tür sorumluluk öngörülmemiştir. Önemle vurgulamak gerekir ki Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğu için gereken 3/4 gibi çok yüksek nisap bulunabilse bile “vatana ihanet” suçunun düzenlendiği “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”nun kaldırıldığı 12.04.1991 tarihinden itibaren, Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğunun “suç tipi” bakımından ortadan kalktığı ve böylece Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğunun imkânsız hale geldiği ileri sürülmüştür. Yani Cumhurbaşkanlığı makamı fiilen sorumsuzdur.
Yetki-sorumluluk dengesizliği çerçevesinde bakıldığında, yürütme yapısı da kendi içinde iki başlılık arz etmektedir. Bir tarafta hiçbir sorumluluğu bulunmayan bir cumhurbaşkanıyla, öbür tarafta halkın oylarıyla seçilmiş, Türkiye Büyük Millet Meclisinin içinden çıkan, başında bir başbakanın olduğu ve tüm sorumluluğu da üzerinde taşıyan bir bakanlar kurulu. Yani iki başlı bir yürütme söz konusudur ve bu yapı 1982 yılından 2007 yılına kadar sorumsuz cumhurbaşkanı ve sorumlu başbakan ve Bakanlar Kurulu arasında çok ciddi tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Milliyetçi Hareket Partisi tarihinin her döneminde Türk milletinin, devletimizin, memleketimizin ihtiyaçları doğrultusunda, krizleri, sıkıntıları, tıkanıklıkları gideren, çözen bir tutum içerisinde olmuştur.
Bugün yine MHP bir büyük sorunu, ülkeyi felakete götürebilecek muhtemel bir gelişmeyi, son derece makul biçimde çözüme ulaştırmak için yola çıkmıştır ve önemli bir mesafe almıştır. MHP, CHP'nin yaptığı gibi, fiili durum garabetinden rahatsız olmayıp mevcut düzenin devam etmesine seyirci kalsaydı, zaten gergin olan, tarihinin en zor ve sıkıntılı dönemini yaşamaya mahkûm edilen ülkemiz çok daha büyük felaketlerle karşı karşıya kalacaktı. Nitekim Sayın Genel Başkanımız ülkenin gidişatından duyduğu derin endişeyi dile getirmiş ve bu şekilde yola devam edilmesinin getireceği yıkımların önünü kesmek için harekete geçmiştir.
MHP, ülkesine, milletine, devletine, bayrağına, imanına sahip çıkmaktadır. Türk milletinin de, bunu böyle görüp, böyle değerlendireceğinden zerre kadar endişemiz yoktur.
Milliyetçi Hareket Partisi devlet ve millet bekasını güçlendirmek, güvenceye almak, aynı zamanda milli uzlaşma ruhuyla sistem krizini büyüten fiili açmazı bitirmek amacıyla, yüklendiği tarihi görevi gönül huzuruyla ifa etmiş ve üstüne düşeni yapmıştır.
Bilhassa 2009 yılında başlayan bir süreç neticesinde; Ankara merkezli, çağı Türkçe okuyan kuvvetli bir devletin yerine; iç çekişmelere teslim olmuş, kimsenin kimseye güvenmediği, şüphelerin kanaat olarak belirdiği, başkalarının yalanlarını, kendi doğrularına tercih eden bir yönetim anlayışıyla Türkiye, uçurumun kenarına getirilmişti. Türk milliyetçilerinin feraseti milletimizi ve devletimizi büyük bir tehlikeden korudu.
MHP, daha önce gündeme taşınmış olan ve içerisinde anayasanın ilk dört maddesinin değişmesini, cumhuriyet değerlerinin anayasadan ayıklanmasını ve Türk kelimesinin çıkarılmasını ihtiva eden anayasa değişikliği çalışmalarını ve HDP ile birlikte oluşturulabilecek ve ülkenin ve milletin birlik ve bütünlüğünü tehlikeye düşürebilecek bir anayasa değişikliği ihtimalini tamamen ortadan kaldırmıştır. Federasyon, özerklik talepleri tamamen tarihin çöplüğüne atılmıştır.
Özellikle 15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra ülkenin hızla istikrar kazanması, gereksiz gerginlik ve tartışmaların ülke gündeminden çıkarılması için önemli bir adım atılmıştır. Milletimizin karşı karşıya kaldığı pek çok sorunun üstesinden gelinebilmesi için ülkemizin içerisine sürüklenmiş olduğu yönetim karmaşasına son vermek elzem hale gelmiştir. MHP ülkesi ve milleti için inisiyatif almış ve harekete geçmiştir. Bu değişiklik tek adam rejimi getirmeyecektir. Parlamento zayıflamayacak aksine güçlenecektir. Cumhurbaşkanının sorumsuzluğu ilkesi kaldırılıp hesap verebilir bir konuma getirilecektir.
Türk milletinin kan ve irfan ile kurduğu son Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin 2000’li yıllar boyunca, sokulmak istendiği tehlikeli yol, aslında Osmanlı İmparatorluğunun son dönemleri ile büyük benzerlikler taşımaktadır. Son Türk Devletinin bundan bir önceki gibi elimizden sabun gibi kayıp gitmesine müsaade etmeyeceğiz.
Ülke olarak tarihin en zor ve sıkıntılı dönemini yaşıyoruz. Oyalanacak vaktimiz, kaybedecek değerimiz, israf edecek kaynağımız yoktur. Boşa harcayacağımız, demagoji ve istismarla geçireceğimiz bir saniyemiz kalmamıştır. Türk milleti hizmet ve huzur beklemektedir. Türkiye'nin zincirlerinden kurtulması için çalışan, çabalayan, taviz vermeyen mücadele kararlılığı lazımdır. İşbirliği kanallarını açık tutmalıyız. Hassasiyet göstermemiz gereken önceliklerimiz vatandır, millettir, kardeşliğimizdir, istiklalimizin akıbetidir.
Hayır demek kolaydır. Çünkü evet denirse, yapılacak çok iş çıkacaktır. Evet denirse taşın altına elini koymak gerekecektir. Önce ülkem ve milletim diyen Türk siyasetinin 47 yıllık dev çınarı Milliyetçi Hareket Partisi bu devlet ve millet için, değil elini, gövdesini taşın altına koymaya kararlıdır.
Milliyetçi Hareket Partisi olarak biz millet için evet, devlet için evet, Cumhuriyet için evet, Türklüğün bekası için evet diyoruz.
MHP devlet ve millet varlığının güvenceye alınıp güvenli bir şekilde istiklal içinde istikbale taşınması için evet diyecektir.