Malatya'nın Doğanşehir ilçesine bağlı Polat köyü nüfusuna kayıtlı olan Cengiz Baktemur, henüz 20 yaşındayken Doğanşehir'de meydana gelen bir olaya adı karıştığı gerekçesiyle tutuklandı. 12 Eylül döneminde yapılan mahkemelerde yargılanarak idam cezasına mahkûm edildi. 2 Mayıs 1982 tarihinde Elazığ Kapalı Cezaevi'nde asılarak şehit edildi.
Cengiz Baktemur'un annesi, mahkemede idam cezasına çarptırıldığını öğrendikten sonra ruhi bunalım geçirdi. Şehadetinden sonra felç olan annesi, acısını hayatının sonuna kadar taşıdı.
Cengiz Baktemur'un infazı ise o dönemde yarattığı şok edici etkiyle hafızalara kazındı. İnfaz sırasında daha önceden hazırlanmış olan idam yaftası boynuna asıldı. Başında yünden örülmüş bir başlık (külah) vardı. İdam yaftasını asarken başındaki külahı çıkarmak istediklerinde, Cengiz "Onu başımdan almayın. Onu cezaevindeki ülküdaşlarım benim için ördüler" dedi.
İnfaz komuta heyetinde gene bir homurdanma oldu ama sonunda külahın başında kalmasına izin verildi. Cengiz, tabureye çıkarken cellat da yanında belirdi. Yukarıdan sarkan kemendi telaş içinde Cengiz'in boynuna geçirip aceleyle tabureye bir tekme atarak kaçtı.
Asılma sırasında yaşananlar daha da acı vericiydi. Cengiz hala can çekişiyordu ve içlerinden biri, avazının çıktığı kadar bağırarak "Böyle bir işkence olamaz. Tutun lan, kaldırın!" dedi. Aynı duyguları paylaşan iki asker, zembereğinden boşanmış bir yay gibi atılarak Cengiz'i ayaklarından tutup havaya kaldırdılar.
CENGİZ BAKTEMUR'UN SON SAATLERİ...
Genç yaşta Ülkücü hareketin saflarına katılmıştı. 12 Eylül öncesinde mücadelenin içerisinde yer almış, hatta bu uğurda cezaevine de girip çıkmıştı.
12 Eylül fırtınası, ülkü çiçeklerini birer birer dallarından kopararak savurmaya başladığı günlerdi...
ANNESİYLE SON GÖRÜŞMESİ...
O gün, Nisan'ın son günüydü. Bir süre önce gazetelerde "İdam cezası 12 Eylül diktatörlerince tasdiklendi" diye yazınca, Cengiz’in annesi Elazığ'a gelmişti. İçinde belki yavrumu bir daha göremem endişesini taşıyan ana, evladıyla görüşmek istiyor ama cezaevi idaresi bu görüşmeye izin vermiyordu. Yüreği yaralı ana, oğlunu görmek için bütün gücüyle diretiyor ve cezaevinin önünden de ayrılmıyordu. Daha sonra araya giren bir astsubay, bölük komutanı yüzbaşıya ulaşarak, bu görüşmenin gerçekleşmesini sağladı. Görüşme yerine giren, gözleri ağlamaktan şişmiş olan ana, evladına öyle bir sarılmıştı ki, adeta onu alıp içine koymak, onu bekleyen kötü akıbetten saklamak ister gibiydi. Cengiz’i öpüyor, kokluyor, bağrına basıyordu. Ana, bir yandan ağıtlar yakıyor, kafiyeli sözler söylüyor, oğluna duyacağı hasreti dile getiriyor, bir yandan da başta Kenan Evren'e olmak üzere bütün 12 Eylül cuntacılarına beddualar yağdırıyordu. Mübarek kadın, hıçkırıklara boğularak,
"Oğlum zannetme ki, seni kurtarmak için uğraşmadık" derken, oğlu için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını anlatıyor, başarılı olamadıkları için de adeta özür diliyor, gibiydi.
"Ana yeter ki sen üzülme, alnımıza böyle yazılmış" diyen Cengiz ise anasını teselli etmek için çırpınıyordu.
İDAM TEZKERESİ GELİYOR...
Bir asker anlatıyor; "O gün bölükte yeni bir görev emriyle içtima verilerek herkesin acilen hazırlanması istenmişti." Görev yerleri Elazığ Kapalı Cezaevi idi. Bölük yazıcısı;
"Akşam Ankara’dan şifreli, gizli bir emir geldi."
"Sen bu işleri iyi bilirsin, hayırdır inşallah" diye üsteleyince de yazıcı, emrin muhtevasını bilmediğini ama gelen emrin kodlarından bunun bir infaz tezkeresi olduğunu anladığını söylemişti. Cezaevi çevresinde gerekli tertibat alındığı gibi içeride de özel bir güvenlik oluşturulmuştu.
ÖLÜM HÜCRESİ
Cengiz, namazını yeni bitirmiş, seccadesinden kalkıyordu. Başında yünden örülmüş bir başlık, sırtında bir kazak ve ayağında ise şalvar vardı. İki asker hücrenin önünde nöbet tutuyordu. Bu nöbet diğerlerinden çok farklıydı. Çünkü bu nöbet, asılacağını öğrenince geçireceği her hangi bir ruhi bunalımı anında bilmeyerek veya idamını engellemek için bilerek kendini yaralamasına mani olmak içindi.
Asker selam verdiğinde tebessüm ederek, "Aleykümselam" dedi Cengiz. Bu tavrı ona cesaret vermişti. Birkaç dakika sonra onunla, şehadet şerbetini içerek vuslata ereceği ana kadar devam edecek olan bir muhabbete başladılar. Nöbetçi asker de ülkücüydü. Tanışmaları, bir birlerini bilişleri bütün Ülkücülerinki gibi olmuştu. Hemen müşterek tanıdıkları isimleri bulmuşlar ve gönül kapılarını bir birlerine ardına kadar açmışlardı. Nöbet için de olsa son saatlerinde bir Ülküdaşının yanında olması Cengiz’i çok sevindirmişti.
"İyi ki, senin gibi sohbet edeceğim bir ülküdaşım var yanımda" diyordu.
Ortak arkadaşları vardı. Geçmiş yılları andıkları bu mutlu dakikalar su gibi akmıştı...
Sohbet esnasında bazen, üzgün bir tavırla sitemler dökülüyordu dudaklarından, Cengiz’in. Poliste alınan ifadesinden başlayarak mahkeme safhasına kadar uğradığı bütün haksızlıkları ama isyan etmeden bir bir anlatıyor, "Suçsuzum" diyordu üstüne basa basa.
Yargılandığı mahkemedeki hâkimin düşmanca tutumu sebebiyle bu cezaya çarptırıldığını anlatırken gözlerini kin ateşleri bürüyor ve mütemadiyen, "Allah'ım, onun ecelini benim elimden nasip eder inşallah" demekten kendini alamıyordu. Bir kaç saat sonra Hakk’a yolcu edeceğimiz bu yiğit, böylelikle son ana kadar infazının yapılmayacağına dair ümidini koruduğunu da belli ediyordu.
Cezaevi odunluğunun içine kurulan idam sehpası ve çevredeki hazırlıklar bitmiş olmalı ki, çıkmak için hazırlanmaları bildirilince, Cengiz hüzünlü gözlerle kapıya bakarak, "Gardaş, hayıflandığım şey nedir biliyor musun? Şimdi beni bir kişiyi öldürdüğüm iddiasıyla asacaklar. Hâlbuki onlarca kişiyi öldürene bir şey yapmıyorlar. İnan ki, hiç bir şey bu adaletsizlik kadar zoruma gitmiyor" demişti.
Gerçekten de Cengiz'in idam edilmesinden bir hafta, 10 gün kadar sonra, bu cezaevinden 12 PKK’lı kaçacaktı. Bu dehşet verici olay, Cengiz'e gücü yeten diktatörlerin kısa bir süre sonra kimler karşısında aciz kalacaklarının da ilahi bir işaretiydi belki. Mübarek üç aylardı... Cengiz de üç aylar orucu tutuyor, namazlarını da hiç aksatmadan kılıyordu. Birbirine ezelden sevdalı bu iki Ülkücü hücrede sohbet ederken saatler ilerliyor, hücrenin önü de git gide kalabalıklaşıyordu. Bir ara bunu fark eden Cengiz; "Dışarıda çok kalabalık var mı?" diye sorunca; "Evet, oldukça kalabalık. Jandarmanın tamamı bugün burada. Ayrıca bütün gardiyanlar da gelmişler" dedi. Hafifçe iç geçirip dudaklarından fısıltı halinde zehir gibi bir cümle döküldü: "Titrediğimi mi görmek istiyorlar. Onlar bunu hiç bir zaman göremeyecekler."
Bu arada Cengiz'in idam edileceği bütün cezaevinde duyulmuş olmalı ki; koğuşlardan mahzun bir edayla okunan tekbir ve ilahi sesleri geliyordu. Bu sesler, o gün sabaha kadar kesintisiz devam etti.
İMAM GELİYOR...
İdam edilmesine bir saat kadar zaman kalmıştı. Nereden bulunup getirildiği bilinmeyen bir imam geldi. Adam şaşkın olduğu kadar da endişeliydi. Cengiz'in yanına ihtiyatla yaklaştı. Cengiz'in yüzünde yine o ışıltılı tebessüm belirdi.
"Hoş geldiniz Hocam."
"Hoş bulduk" diyen imamın yüzünden kasvet bulutları dağılmamıştı henüz.
"Hocam, son olarak dini telkini birlikte tekrarlamak istiyorum."
"Niye? Sen telkini bilmiyor musun?" diye soran imama tatlı ve sıcak bir ses tonuyla;
"Biliyorum hocam ama eksiğim veya yanlışım varsa düzelteyim istiyorum" dedi.
SON NAMAZ...
Saat epey ilerlemişti... Bu arada idam gömleğini getirdiler ve üstünü değişmesini söylediler. Cengiz, kendisine verilen ve giydiğinde topuklarına inecek kadar uzun olan beyaz gömleği almıştı ki, uzaklardan yankılana yankılana gelen ezan sesiyle irkildi ve hemen;
"Müsaade edin de sabah namazımı kılayım?" dedi.
İnfaz komuta heyetinde hoşnutsuzluk ifade eden bir homurtu yükseldi. Aralarında biraz konuştuktan sonra;
"Abdestin var mı?" diye soruldu.
"Evet, abdestliyim" dedi Cengiz.
Böylelikle Cengiz son namazını eda etti... Namazını tamamladıktan sonra da idam gömleğini giydi. Onu darağacının yanına getirdiler.
SON ARZUSU
Şehadete hazır olan Cengiz'e usulen son arzusunu sordular.
"Bir bayrak ve Kur’an-ı Kerim istiyorum" dedi.
Ortalık bir anda hareketlendi. Görevliler dört bir yandan koğuşlara doğru koşmaya başladılar. Az sonra birisi, elinde bir Kur’an-ı Kerim ile geldi. Cengiz, Kur'an-ı aldı ve üç kere öpüp başına koydu.
Koca cezaevinde bir bayrak bulmak epey zor olmuştu! Nefes nefese gelen birinin getirdiği küçücük bayrağı Cengiz'e verdiler. Sakin bir edayla dürülü olan bayrağı açan Cengiz, iki eliyle kenarlarından tuttuğu bayrağı göğsü hizasına kadar kaldırarak ileri uzattı ve sesli olarak;
"Ey benim şerefli bayrağım... Ben seni dalgalandırmak için çok mücadele ettim ama seni dalgalandırmaya gücüm yetmedi" dedikten sonra öpüp başına koydu.
Kur'an-ı öperken ve bayrağa hitap ederken darağacının önünde bulunan Cengiz'in bir yanında biraz sonra kendisini boğacak ip sallanıyor, bir yanında da az sonra üstüne çıkacağı tabure duruyordu.
ÜLKÜDAŞLARINA VASİYETİ
Cellat, esmer tenli, zayıf vücudu ile sabahın alacakaranlığında olduğundan daha uzun boylu görünen Elazığ'ın Hankendi taraflarından olup hırsızlıktan sabıkalı zavallı bir adamdı. Bir kenarda korku içinde tir tir titriyordu. İnfaz heyetinden birisi, elindeki kâğıttan, az önce elleri arkasından kelepçelenmiş olan Cengiz'in yüzüne karşı idam kararını okudu. Kısa bir sessizlikten sonra; "Bir diyeceğin var mı?" diye sordu.
"Evet, birini sormak istiyorum. Yarbay Metin burada mı?"
"Hayır, burada yok."
"O zaman söyleyeceğim her hangi bir şey yok."
"Eğer o burada olsaydı ne söylemek isterdin?" dedi heyetten bir isim.
"Şunu herkes iyi bilsin ki; ben bugün burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kanunlarının gereğince değil, Yarbay Metin'in kanunları sebebiyle infaz ediliyorum. Eğer o, şu an burada olsaydı onun yüzüne tükürürdüm. Ayrıca, bunu onun yanına bırakanlara da hakkımı helal etmiyorum!"
İKİ KERE ASILDI CENGİZ
Sonra daha önceden hazırlanmış olan idam yaftası boynuna asıldı. Başında yünden örülmüş bir başlık (külah) vardı. İdam yaftasını asarken bunu başından almak istediklerinde; "Onu başımdan almayın. Onu cezaevindeki ülküdaşlarım benim için ördüler" dedi.
İnfaz komuta heyetinde gene bir homurdanma oldu ama sonunda külahın başında kalmasına izin verildi.
Cengiz, tabureye çıkarken cellat da yanında belirdi. Yukarıdan sarkan kemendi telaş içinde Cengiz'in boynuna geçirip aceleyle tabureye bir tekme atarak kaçtı. Karanlığın içinde saklanmak ister gibiydi. Anlaşılmaz bir hırıltı kapladı ortalığı. Karanlığa benek benek düşen lambaların fersiz ışığında çırpınan, debelenen beyazlıktan başka her şey sanki taş kesilmişti. Ne kadar geçti bilinmez, Cengiz hala can çekişiyordu. İçlerinden biri, içinde biriken nefesiyle avazının çıktığı kadar bağırdı; "Böyle bir işkence olamaz. Tutun lan, kaldırın!"
Aynı duyguları paylaşan iki asker, zembereğinden boşanmış bir yay gibi atılarak Cengiz'i ayaklarından tutup havaya kaldırdılar.
Az sonra bir köşeye sinmiş olan cellat bulunup geri getirildi ve bu defa ipi Cengiz'in boynuna tam geçirmesi söylendi.
Ve cellat, tekrar tabureye tekme attı...
Cengiz, yağlı urganın ucunda hafif hafif sallanırken, güneş ışıkları da ufku aydınlatmaya başlamıştı.
Ruhun Şad olsun, mekânın cennet olsun.
CENGİZ TUNÇ