Ülkücülük, kelime itibari ile mefkûre yani amaç demektir. Ancak basit bir amaç değil, uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınılmayacak yüce bir amaçtır. Camiamız dışındakiler ülkücülük hakkında fikir sahibi olmak istemişler; ancak ülkücülüğü anlamlandıramamışlardır. Camiamızın önde gelen isimleri soyut olan bu ülkücülüğü anlamlandırmada başarılı örnekler vermişlerdir. Bu bağlamda muhakkak en değerli ve tutarlı görüşleri Ülkücülüğün kurucusu Başbuğ Alparslan Türkeş izah etmiştir. Bizlere ışık tutması bakımından ülkücülüğün ne olduğunu Başbuğ Alparslan Türkeş’ten dinleyelim:
Ülkücülük batı dillerinden dilimize giren idealistlik kelimesiyle aynı olan bir anlam belirtmektedir.
Ülkücülük veya idealizm insan kafasının içinde elde edilmesi, varılması en mükemmel, en güzel, kendisini mutlu edecek hedeflerin tasarlanması ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için arzu gösterilmesi ve çalışılması anlamını taşır. İnsanlar arasında idealistler yetişmeseydi insanlık bugün dünyayı aydınlatan birçok gelişmelerini, birçok alanlardaki yükselişlerini sağlayamazdı.
Her gerçek, her fikir önce insanların kafasında bir hayal olarak doğar. İnsanlar hayal ederler.
Hayal kurarlar. Bu hayalleri kendileri için iyi olan, kendilerinin özledikleri, elde etmekle mutluluk duyacakları birtakım istekleri, birtakım özleyişleri belirtir. İnsanlar hayalleriyle büyük ölçüde insan olurlar. İnsanlar hayalleriyle diğer canlılardan bir ayrıcalık gösterirler ve gerçekten insanlık vasfını kazanmış olurlar. İşte ülkücülük de yani idealizm de insanların ve insan toplulukların kendileri için varılması mutluluk sağlayacak, varılmasıyla en gelişmiş, en yükselmiş bir durum sağlayacak, bir hayalin düşünülmesi ve insan beyninde tasarlanarak şekillendirilmesidir. Her toplumda idealistler vardır, ülkücüler vardır ve ülkücülerin, idealistlerin bulunuşu toplumlar için bir saadettir; büyük bir talihtir!
Türk milleti için bizim düşündüğümüz ülkü nedir?
Türk milleti için tasarladığımız ideal nedir? Her şeyden önce Türk milletinin ahlâkta, maneviyatta, insanlık duygularında en yüksek seviyede bulunması, yaşaması ve ilimde, teknikte dünyanın en ileri gitmiş varlığı hâline gelmesi ve ekonomik açıdan kalkınmış, tarımını modern tekniğe göre geliştirmiş ve modern sanayii kurulmuş, refahlı bir toplum hâline gelmesi, Türk toplumu için bir Türk milliyetçisinin düşüneceği ülkünün esaslarından mühim bir kısmını teşkil etmektedir.
Türk milliyetçiliğini, ülkücülüğünün sınırları içinde sadece bunlar mı vardır?
Türk milliyetçiliğini, ülkücülüğünün sınırları içinde sadece bunlar mı vardır? Başka düşünceler, başka hedefler de vardır. Bu hedefler Türk milletinin hiç kimseden merhamet dilenmeyecek bir duruma gelmesi, kendi gücüyle ayakta duran, kendi gücüyle varlığını koruyabilen ve sözünü dünyanın her yerinde saydırabilen bir varlık hâline gelmesi düşüncesidir. Bunun yanı sıra Türk milletinin haklarını her zaman dünyaya tanıtabilmesi, dünyaya duyurabilmesi düşüncesidir ve bunun yanı sıra bütün Türklerin kölelikten, yabancıların buyruğu altında yaşamaktan kurtulmaları ve Self Determination, yani kendi mukadderatına kendilerinin hâkim olması kutsal prensibine göre, hepsinin bağımsız hâle gelmeleri, bağımsız olmaları Türk ülkücülüğünün bir diğer görüşü, düşüncesidir.
Ülkücülüğümüzün içerisinde her mesleğe mensup Türk milliyetçilerinin kendi mesleklerinde en ileri, en yüksek ve gerek kendi milletimiz için gerek insanlık için en çok yararlı neticeleri elde etmek görüşü de yer alacaktır. Bir Türk Milliyetçisi kendi toplumu için, kendi milleti için idealizmi daima göz önünde bulunduracak, bu genel idealizm prensipleri ile birlikte kendi sahası, kendi branşı ile ilgili çalışmalarında da bu temel ve genel mahiyetteki ülkücülüğün esaslarına uygun, onunla bütünleşmiş bir hâlde kendi branşı ile ilgili ülkücülüğünü de tespit edip güdecektir.
Ülkülere ne zaman ulaşılır?
Ülküler uzak hedeflidir, uzun vadelidir. Bir ülkünün hemen yarın gerçekleşmesi mümkün olmayabilir. Ülküler önümüzdeki yılları, önümüzdeki yüzyılları kapsayabilir. Ama ülkü insanının kalbini aydınlatan bir ışıktır. Ülkü insanlara yönünü tayin etmesini sağlayan bir kılavuzdur. Milletler için de millî ülkü, milletin kılavuzu, milletin yolunu aydınlatan güneşidir. Ülküsüz insan çamurdan bir varlık gibidir. Ülküsüz insan dümensiz, pusulasız bir gemi gibidir.
Bunun için her Türk milliyetçisi, her Dokuz Işıkçı mutlaka ülkücü olacaktır, mutlaka ülkü sahibi bulunacaktır. Hem milli ülkü sahibi olacaktır, hem insanî ülkü sahibi olacaktır, hem de kendi mesleğiyle ilgili ülkücü bir kişiliğe sahip olacaktır ki, hem de kendi mesleğinde başarılı, yararlı bir kişi olarak gelişsin hem de mensup olduğu topluma, milletine yararlı hizmetler yapsın, insanlığa yararlı faaliyetler gösterebilsin.
Bunun için Dokuz Işık doktrininin çok önemli ilkelerinden olan ülkücülüğe büyük değer vermekteyiz.
Ülkücüyüz! İnsanlık ailesi, yeryüzünde yaşayan bütün insanlar, milletler denen aynı aynı üyelerin bir araya gelmesinden meydana gelir.
Bir insan, insan olmak isterse, insanlığa hizmet etmek isterse, evvelâ kendi milletine hizmet etmeli, kendi milletini yükseltmeye, kendi milletini mutlu kılmaya çalışmalıdır. Bunu yaptığı takdirde aynı zamanda insanlığa da hizmet etmiş olur.
Çünkü bir insan kendi ailesini düşünür ve ona karşı vefalı kalırsa, insanlık duygulan en olgun seviyeye erişeceği için, kendi ailesi dışındaki insanlara karşı da yaranı ve vefalı olur. Bir insan kendi milletine faydalı olamaz, kendi milletine karşı bağlılık duymazsa, onun insanlığı düşünmekten bahsetmesi nihayet bir fantezi olur. İnsan, yetiştiği toprağın, yetiştiği milletin refahını, iyiliğini, saadetini ve şerefini temin etmelidir. Bunu yaptığı takdirde, o millet insanlığın bir parçası olduğu için, dolayısıyla insanlığa da hizmet etmiş olur.”
Başbuğ ülkücülüğün kriterlerini çizerken Ülkücülüğümüzün ne olduğunu da izah etmiştir:
“Ülkücülüğümüz; Türk milletini en kısa yoldan en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarmak; mutlu, müreffeh hale getirmek; bağımsız, özgür, kendi haklarına sahip bir hayata kavuşturmaktır.
Kişilere hürriyet, milletlere istiklâl başta gelen prensiplerimizdendir. İnsanlar hür ve eşit haklara sahip olarak doğarlar. Kabiliyet ve görevlerinin dışında insanlar haklarına tam olarak sahip kılınmalıdırlar.
Toplum içerisinde insanlar kişisel liyakat ve kabiliyetlerine göre görevlendirilmeli ve bir sıraya konulmalıdır. Bütün bunlarla beraber ayrımsız olarak herkese bir imkân eşitliği sağlanmalıdır.
İmkân eşitliği derken mücerret anlamda bir eşitlik anlaşılmamalıdır.
Bu ülkücülüğümüzün içine bu günkü sınırlarımızın dışında bulunan
Türklere ait herhangi bir şey girer mi?
Türk adı taşıyan herkes bizim sevgi ve ilgimizin çevresi içindedir. Bundan vazgeçemeyiz. Bu her milletin tabiî hakkı olduğu gibi Türk milletinin de tabii hakkıdır. Bu günün Birleşmiş Milletler Anayasası, yeryüzünde yaşayan her millete “kendi mukadderatına hâkim olma” (self determination) dedikleri prensibi kutsal bir prensip olarak ilân etmiştir. Bugün Afrika’da yaşayan ve bugüne kadar hiçbir bağımsız devlet kuramamış olan Zencilere dahi, kendi mukadderatına hâkim olma (self determination) hakkı kutsal bir hak olarak tanınır ve bunların her biri yabancı boyunduruğundan, sömürgecilerin elinden kurtulup bağımsızlığını alırken, başkalarının boyunduruğu altında tutsak bulunan Türklerin tutsaklıktan kurtulmasını istemek, dilemek, bunun için iyi niyetler taşımak, Türk olan herkes için en tabiî ve kutsal bir haktır. Fakat biz ülkücülüğümüzde daima gerçekçi olmayı ve girişilecek faaliyetlerde Türkiye’yi hiçbir zaman tehlikelere, risklere, maceralara sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı esas kabul ederiz.
Ülkücülüğümüz bir macera fikri değildir.
Ülkücülüğümüz bir macera fikri değildir. Ülkücülüğümüz, Türk milletinin en kısa, yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst kademesine yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir hayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta durabilecek bir hâle getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskıdan uzak olarak, hür, müstakil yaşaması ülküsüdür. Bu ülkü aynı zamanda Türk olan herkese karşı ilgi ve sevgi göstermeyi, onların mutluluğunu dilemeyi ve onların mutluluğunu, Türkiye’yi risklere, tehlikelere maruz bırakmadan, bırakmaksızın, bırakmamak şartıyla sağlamaya çalışmayı içine alan bir ülkücülüktür.”
Ülkücülük zor bir meşgaledir.
Ülkücülük zor bir meşgaledir. Her insanın üstesinden gelmesi beklenemez. Çünkü kısa sürede bir başarı için değil, uzun maratonlu bir koşu gibi ömrünü tüketmektir. Bu yüzden her insan bu mukaddes davayı anlayamaz. Anlamadığı gibi de bu yolda serdengeçenlerin yaptıklarının akıl işi olmadığını söyleyerek onu yolundan çevirtmeye çalışır. Ancak ülkücü kararını vermiştir; kalabalıkta yalnız kalmayı hesaba katmıştır. Bu durumu iyi algılayan Galip Erdem Ülkücünün Çilesi adlı yazıyı kaleme almıştır. Söylediklerimize tercüman olması bakımından geri kalanı ondan dinleyelim:
“Gün olur, ülküsüz insanlara gıpta ile bakasınız gelir. Rahat yaşarlar. Tıpkı Şairin söylediği gibi: “Akl-ı şuur” ları vardır, güzel severler. “Bade” içerler ve nihayet göçüp giderler.
Ülkücülükte rahatlık kelimesinin yeri yoktur
Ülkücülerin hayatı bambaşkadır. Sözlüklerinde rahatlık kelimesinin yeri yoktur. Daimi bir mücadele içinde ömür tüketirler. Hemen herkesle, her şeyle zaman zaman çatıştıkları görülür. Arkadaşları ile, aileleri ile, hatta sevdikleri ile.. Belli bir ülkünün esaslarından ziyade politikanın değişen icaplarına uymayı tercih eden kudret sahipleri ile de sık sık ihtilafa düşerler. Çok defa, başları belaya girer; gene de sinmezler. Bu halleri “ kalabalık” a göre uslanmamaktır; kendilerine göre de, yılmamak.
Ülkücü dünya nimetlerinden yana nasipsizdir. Gözü yoktur ki, nasibi olsun. Bir lokma, bir hırka ona yeter. Paraya karşı o kadar müstağnidir ki, halkın hayretine sebep olur. Herkesin istediğini istemez, ne istediğini de herkes anlayamaz. Kendi zevkleri dışında zevk tanımayanların gözünde “zevksiz” bir adamdır! Küçümserler onu, hayatı anlamamakla, üç günlük dünyanın hakkını vermemekle itham ederler. Böyle davranışlara hiç önem vermez. Elverir ki, inandığına dokunulmasın!
Kalabalığın nazarında o, zavallı bir hayalperesttir. Olmayacak fikirlerin rüyasına dalmış öylece uyumakta, başkalarını da uyumaya teşvik etmekte...
Bir gün fikirlerinin gerçekleştiği görülse bile, Ona hiç kimse “aferin” demez. Üstelik, “böyle olacağı zaten belli idi” buyurulur.
Ülkücünün, ülküsü ile münasebeti, hakiki bir aşkta sevenle sevgilinin münasebetine benzer. Hep verir, hiç almaz. Sevgili nazlıdır, sitemi eksik etmez, incinmeğe de hiç gelemez. Diğer sahalarda umumiyetle dikkatsiz hareket eden Ülkücü, sevgili bahis konusu oldu mu baştanbaşa haysiyet kesilir. Şahsına fenalık yapanlara pek aldırmaz ama, ülküsüne yan gözle bakanlara tahammülü yoktur. Sadakati için karşılık beklemez, mükâfat istemez, bir garip kişidir... Ülküsüne hizmet edenlere son derece hürmetkârdır. Gerçek âşıklar gibidir; kıskanmaz. Sevgilisinin sevildikçe güzelleşeceğini bilir. Sevmenin gururu yegâne süsüdür.
Ülkücünün en çok dinlediği “nasihat” tır.
Ülkücünün en çok dinlediği “nasihat” tır. “Yapma “ derler, “ hayatını heba etme” derler, “gününü gün et “ derler. O kadar çok şey söylerler ki, hiç bitmez. O hepsini dinler, ama hiçbirini tutmaz, gene bildiği gibi yaşar.
Ülkücülerin en amansız düşmanları “eyyamperest” lerdir. Menfaatlerine tapan bu adamlar, daha çok kazanmalarına, daha rahat yaşamalarına mani olacak sanırlar da, ülkücüleri ezmeğe çalışırlar!
Ne garip tecellidir ki, ülkücünün gayretlerinden en çok faydalananlar da “eyyamperest”lerdir.
Gün gelir, ecel hükmünü icra eder, ülkücü dünyasını değiştirir. “Kalabalık” o’na acır, daha iyi yaşamış olmasını temenni eder. Hâlbuki o, inançları uğrunda yaşamanın hazzını tadamadıkları için ömrü boyunca “kalabalık”a acımıştır.”
İmkânla iman birleşmediği müddetçe dâva kazanılamaz!
Başbuğ Alparslan Türkeş’in bir kordan alevlendirdiği ülkücülük Türk milletinin fikrinde ve zikrinde yerini bulmuştur. Kendini, “Türk milletini en ileri, en medeni, en kuvvetli bir varlık haline getirme ülküsü” için çalışmaya adamış ülkü neferlerinin karşılaşacağı zorlukları ise yine Galip Erdem kaleme almıştır:
“Samimiyetinizden asla şüphe etmiyorum. «Domuzdan yana» değilsiniz, biliyorum! Doğruluğuna inandığınız fikirlerin ezilmek istenmesine üzülüyorsunuz. Fazilet temeli üstüne kurulacak mesut ve müreffeh bir Türkiye’yi şiddetli özlüyorsunuz. Davanızın başarıya ulaşması için sık sık dua ettiğinize, hatta zafer rüyaları gördüğünüze bile eminim. Ama ne yazık ki, bundan başka hiçbir şey yapamıyorsunuz. Mücadele ile yegâne ilginiz «Allah vere de bizimkiler kazansa» diyerek, tehlikeli kulakların duyamayacağı bir sesle dua ederek seyirci kalmaktan ileri gidemiyor. Tanınmağa cesaret edemiyorsunuz. Saflarınızı kuvvetlendirmek üzere aralarına katılmaktan korkuyorsunuz. Böylece bir çetin dâvanın bütün yükü bir avuç adamın omuzlarına yükleniyor. O bir avuç adam mücadeleyi kazanırsa ne âlâ, avuçlarınız patlayıncaya kadar alkışlayacaksınız. Onları olduklarından daha büyük gösterecek, olağanüstü vasıflar tanıyacak, şımartacaksınız. Ama yenildikleri vakit, ama her yönden saldıran çeşitli düşmanların üstün kuvvetine dayanamayıp ezildikleri vakit hiçbiriniz ortalıkta görünmeyecek, âdeta hep birden «toz» olacaksınız. Artık o yenilmişlerle karşılaşmamak için sokakta yolunuzu değiştirecek, selâm vermekten çekineceksiniz. Yalnızlığın çilesini dolduran, ihanetin ıstırabı ile kahrolan o bir avuç insan yine size darılmayacak, umudunu kesmeyecek. Mücadelesini devam ettirecek.
Rahatınızın kaçmaması, düzeninizin bozulmaması uğruna her şeye katlanacaksınız. Yanlış anlamayın: O bir avuç adam elbette ki, sizin hesabınıza değil, gönül verdikleri bir ülkünün hizmetinde çalışıyorlar. Hak yolunun yolcuları, siz olsanız da olmasanız da, yollarından dönmeyeceklerdir.
Yalnız, bir noktayı unutmayınız: Bu oyun daima böyle oynanmaz. İmkânla iman birleşmediği müddetçe dâva kazanılamaz. Kazanılsa bile, zaferde sizin en ufak bir payınız olmaz. Hiç değilse olduğunuz gibi görününüz, bedava ülkücülükten vazgeçiniz. Bu kadarı bile, kazanmasını istediğiniz taraf için bir hizmettir. Sizi hesaba katmamış, yardımınıza bel bağlamamış olurlar. Hep seyirci kalacağınızı, hiçbir zaman sahaya çıkmayacağınızı bilirlerse, ona göre hazırlanırlar.
Sizi haksız bulmuyorum. İnsanoğlunun önce nefsinin hizmetçisi olduğunu unutmuyorum. Sadece, sırf nefislerine hizmet etmek isteyen bir insanın bile, zaman zaman nefsinden fedakârlık yapmak zorunda kalacağını hatırlatmak istiyorum. Tarih, hiçbir şey kaybetmeyeyim derken her şeyi kaybedenleri çok görmüştür.
“Gerçek ülkücü olabilme ülküsü”
Ülkücü iman konusunda görüşleri açık ve yararlı olan kişilerin arasında itibarlı bir yere sahip olan Galip Erdem yine bir başka yazısında ülkücülüğün tasdikine ve hayat boyu süren bir sınav olduğuna olan inancına dikkat çekmiştir. Ara ülkücüler diye nitelendirdiği grupların içinde en önemli grup olarak belirttiği “gerçek ülkücü olabilme ülküsü” grubu hakkındaki fikirlerini neşrettiği yazısı ise şüphesiz okunmaya değerdir;
“Ülkü son hedeftir. Son hedefe varılmasını kolaylaştıracak ara hedeflerin seçilmesi şarttır. Ara hedefler gibi, ara ülkücüler de olacaktır. Sohbetimize, ara ülkücülerin en önemlisini anlatmağa çalışarak başlıyorum: Ara ülkücülerin en önemlisi, gerçek bir ülkücü olabilmek ülküsüdür. Kırılma ve üzülme. “Anlayamadım gerçek bir ülkücü değil miyim sanki!” diye de şaşırma. Bilirsin: Seni çok severim. Bir insanın çok sevdikleri üzerinde çok hakkı vardır. Evet, henüz gerçek bir ülkücü değilsin.
Ruhunun zenginliği, yüreğinin büyüklüğü, ülkü yolunda verdiğin mücadeledeki yiğitliğin sonucunu değiştirmez. Gençsin. İnsanoğlu, gençlik çağında, her şeye olduğu gibi, ülkücülüğe de adaydır.
Hiç unutma: Bugün, tamamen haklı olarak, ülkücülüğe aykırı davranışlarından ötürü kınadığın ağabeylerin, senin yaşında iken, ülkücülüklerine asla toz kondurmak istemezlerdi. Ama hayat adını verdiğimiz düşmana yenildiler. Şimdi sapmalarını bağışlatmak için, münasip bir bahane aramanın peşine düşmüşlerdir. Sana, kendi neslimin durumunu anlatayım: Çoğumuz ülkücülük imtihanını kazanamamış, sınıfta kalmışızdır; kaydımız silinmiştir! Pek azımızın adaylığı hâlâ devam ediyor.
Dikkat etmelisin: Adaylık kelimesini kullandım. Çünkü hiçbirimiz, bütün gayretlerimize rağmen, tam bir ülkücü olamamışızdır. Daha bir kısmımız yarı yolda tükeneceğiz. Gerçek ülkücülüğe ne kadar yaklaşabildiğimizin hesabı son nefeslerimizi verdikten sonra çıkarılacaktır.
Neden böyle oluyor? Sorunun cevabını daha önce de vermiştim: Hayat dediğimiz en büyük düşmana yenilmemiz yüzünden böyle oluyor. Yapımız çıkarlarımızdan vazgeçebilmeye müsait değildir. Hele çağımıza hükmeden maddecilik, belki de hiç kavuşulmayacak bir sevgili uğruna zahmet çekmemize, acılara katlanmamıza imkân vermiyor. Ancak bir müddet, özellikle hiçbir sorumluluğu yüklenmediğimiz gençlik yıllarında her türlü baskıya dayanabiliyor, biraz yaşlanıp çoluk çocuğa karışınca dökülüyoruz.
Ülkü kavgasını bir ömür boyu yürütebilmenin sırrı nedir?
Senden istediğim, gerçek bir ülkücü olmağa çalışmanın, aynı zamanda bir ülkü değeri taşıdığını bilmendir. En büyük düşmanını şimdiden tanımalısın. Hayatın boyunca, ülküsüne ihanet etmen için sayısız tuzaklar kurulacağını daima hatırında tutmalı, yenik düşmemeğe hazırlanmalısın. Gerçek ülkücülüğü ülkü edinecek, çağımız şartları içinde, adaylığı korumanın bile büyük bir şeref sayılması gerektiğini öğreneceksin. Yenik düşmemenin ülkü kavgasını bir ömür boyu yürütebilmenin sırrı nedir? Yenilmemenin tek sırrı vardır: Nefsini yenmek! Ama nefsini yenmek, söylendiği kadar kolay bir iş değildir. Nefsini yenebilen bir yiğit, bütün dünyayı yenmiş sayılır.”
Ülkücülük sadece doktrin değildir. Hayatın her anında var olan davranışlar bütünü de ülkücülüktür.
Çünkü ülkücülük temelinde Türklük gurur ve şuurunun İslam’ın güzel ahlakıyla yoğurulması vardır. Bu davanın oluşumda temeli olan ahlak hiç şüphesiz ülkücülüğün temel omurgalarındandır.
Ülkücülükte ahlakın ne derece önemli olduğunu Seyyid Ahmet Arvasi Hoca izah etmiştir:
Ülkücü ahlak ve faziletine göre yaşamak azim ve kararındadır. Bu Allah ve Resulünün sevdiği ve övdüğü ahlaka sahip olmak iradesini ifade eder.
Allah Kur’an-ı Kerim’de sevdiği ve beğendiği bir kavmi şu şekilde tasvir eder “ Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse, Allah müminlere karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği onların da O’nu seveceği bir kavim getirir ki, onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanının kınamasından (dedikodusundan) çekinmezler. Bu Allah’ın bir lütfü inayetidir ki, onu kime delirse ona verir. Allah ihsanı bol olan en çok bilendir. ( Kur’an-ı Kerim Maide Suresi ayet 54)
Yukarıda mealini verdiğimiz bu inkâr (tehdit) ayetini Vani Mehmet Efendi yalnız Arap kavmini tehdit etmekle kalmayıp onlardan sonra İslam’a büyük hizmetler edecek Türk kavminin hususiyetlerini açıklayan bir emir olarak yorumlar. Gerçekten de Ashabı-ı Kiramdan sonra İslamiyet’e hizmette kim Türk kavmi ile boy ölçüşebilir? Müslüman Türk’ün tarihini incelediğimizde bu hakikat bütün çıplaklığı ile ortaya çıkar. Kâinatın Efendisine tam dörtsüz yıl vekâlet eden Türk milletinin şan ve şerefi gerçekten büyüktür. Şanlı ecdadımızın ahlakını inceleyenler onları müminlere karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı onurlu ve zorlu Allah’ı seven ve Allah’ın sevdiği işleri yapan Allah yolunda savaşan ve kınayanların kınamasına aldırmayan hak bildikleri yolda yiğitçe ve ölesiye yürüyen kimseler olarak tanırlar. Bütün bu hususiyetler, Kur’an-ı Kerim’in övdüğü faziletlerdir.
Müslüman Türk milleti bu yüce vasıflara sahiptir ve bu ayet-i kerime Allah doğrusunu bilir Türk milletini haber vermektedir. 17. asırda yaşayan Vani Mehmet Efendi dinin bu konuda tereddüdü yoktur. O şöyle yazar; Türk kavmidir, zira biz, uzun zamanlardan beri karada denizde Şark’ta ve Garp’ta Rumlar ve Frenklerle mücadelede bulunan gazilerin bütün Bizans ülkelerini zapt edip oralarda tavattun etmiş olan Türkler olduğunu görüyoruz. Türkler tarafından bu memleketlerde İslam ahkâmı tatbik ve icra edilmiştir. ( bkz. İ. Hami Danişment Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur. 1959 sayfa 137)
Bugün kapitalizmin komünizmin ve siyonizmin pençesi altında inleyen çeşitli tertiplerle vatanlarında esir düşen zenginlikleri yağmalanan, insanları sömürülen kanları akıtılan hor ve hakir görülen ve nüfusu bir milyara yaklaşan İslam dünyasının acıklı durumu karşısında ıstırap duymamaya imkân var mıdır? Türk dünyasının üçte ikisi esir ve mahkûm Arap dünyası beylik beylik bölündü, hırslı liderler elinde birbirleriyle boğuşmakta Afrika’da Müslümanlar kapitalist ve komünist tertiplerle kan ağlamakta, Filipinlerden Eritre’ye kadar ezilen ve kahredilen milyonlarca Müslüman kurtuluş ümidi aramaktadır.
Bağımsız bilinen İslam ülkeleri ise bin bir türlü sosyal kültürel ekonomik ve politik problem içinde bunalmış iç ve dış düşmanların taarruzları karşısında ayakta durmaya çalışmaktadır. Yeni sömürgecilik Müslüman ülkelerin çocuklarını dinlerinden ve milliyetlerinden koparmış kendi emellerine hizmet edecek eylemlere sürüklemekte ve kendi sloganlarını bağırttırmaktadır.
İşte bu karanlık tablo içinde yalnız Türkiye’de bir ümit ve iman ışığı belirmiş bulunmaktadır; İslam’ın iman ve ahlakından güç alan yeni bir ülkücü nesil tarihimizin bağrından fışkırmış ve her gün biraz daha güçlenerek gelmektedir. Bunlar “müminlere karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı onurlu ve zorlu Allah yolunda savaşan ve kınayanların kınamasına aldırmayan yiğitlerdir. Bu nesil, Allah’ın Türk milletine ve İslam dünyasına ihsanıdır.