Asrın firavunu, dönemin tek yayın organı olan TRT’ye çıkıyor, sağ-sol çatışmasını ve ülkede ki ekonomik istikrarsızlığı bahane gösterip, Türk Silahlı Kuvvetlerinin emir komuta zinciri çerçevesin de yönetime el koyduğunu duyurmuştu. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel ve tüm parlamento görevinden alınıp gözlem altında tutulma bahanesiyle, kimi Hamzaköy’e kimi de Uzunada’ya gönderiliyordu. Başbuğ Alparslan Türkeş darbeden iki gün sonra, yani 14 Eylül tarihinde Ankara Merkez Komutanlığına teslim oluyor ve cuntacılar tarafından oda Uzunada’ya götürülüyordu.
Tüm siyasi partilerin kapatılması yanı sıra Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay hariç tüm dernek ve vakıflarda kapatılmıştı.
Birileri ülkeye barış getiriyoruz diyerek ülkenin öz evlatlarını asıyordu.
Mustafa Pehlivanoğlu, Ahmet Kerse, Ali Bülent Orkan, Cengiz Baktemur, Fikri Arıkan, Halil Esendağ, Selçuk Duracık, İsmet Şahin, Cevdet Karakuş gibi...
Birileri ülkeye barış geleceğini söylüyordu ama ülke iyice kan gölüne dönüyordu.
Hem de barışçılar tarafından…
Amerika gibi!
Amerikancıların darbesi!
*
Asrın firavunu demiştim.
Asrın firavunu olur da Yusufları olmaz mı?
Olur! Hem de aynı Yusuf (a.s) gibi edepli ve iffetli olur.
Şimdi hepimiz, nefisleri Yusuf gibi iffetli, davalarına İsmail gibi teslim olmuş o insanları Taş Medreseliler olarak tanırız.
Hatırladınız değil mi?
12 Eylül’ün Amerikancı cuntasının karşısında dimdik durmuş, vatan, millet ve Allah taraftarı olmuş, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiden değil, hak yolunda, hakikat yolunda, Allah yolunda ilerlemiş o yiğitleri…
*
Devrin vatan hainleri 12 Eylül darbesini yönetiyor, komünizmin yerli uşakları ay yıldız bayrağı gönderden indirip yerine Rus bayrağı asıyor, vatan elden gidiyordu.
Birilerinin İsmailce bıçak altına yatıp kanlarıyla tekrar ay yıldızı doğurması gerektiği dönemdi. Darbeciler makamları kapış kapış kaparken, Rus’un gayri meşru çocukları ülkeyi yağmalarken, İsmail olmak Ülkücülere kaldı!
Zindandaydılar…
Her yer karanlıktı. Sessizliği bozan postal sesleri biraz sonra çekecekleri işkencelerin habercisiydi. Sabah uyandıklarında ‘’Acaba gece işkenceden ölen bir ülküdaşımız oldu mu?’’ sorusuyla başlıyorlardı güne…
Kiminin sırtında cop izleri, kiminin karnında elektroşok…
Aldırmadılar!
Çektikleri çileden bile daha büyük bir acıydı ama onların umurunda dahi değildi. Ya zindana düşüren o suçları yapmadılar, yaptılarsa da vatan ve millet bekasını esas aldılar. Çalmadılar, çırpmadılar!
Üniforma giyinmiş cellatlar işkenceye başladıklarında, sadece ‘’ALLAH!’’ diye haykırdılar.
Zindandaydılar…
Dedim ya aldırmadılar!
Taş duvarları kitaplarla donatıp kütüphaneler kurdular, ilim gördüler, kıyama durup namaz kıldılar.
Resulullah’ın yürüdüğü topraklarda ben kimim ki diyerek yer altına taştan duvarlarla yatacak yer hazırlayıp, ömrünü orada ilim ve kelamla harcayan Hoca Ahmet Yesevi misali..
Ahmet Yesevi’nin Alp-Erenleriydiler.
Hiçbir işkence ve zulme baş eğmeyip, taş duvarlar arasında TAŞ MEDRESELİ oldular…
Şimdi onlar MHP Genel Merkezinin zemin katında, ufak ve tevazu sahibi odalarında, samimiyet ve ülkü kokan sohbetleriyle davaya hizmet ediyorlar.
Ne nefis var o odada ne de makam…
Onlar bu davanın gerçek ülkü devleri, ocaklıydılar!
Selam ve dua ile…