Tarih kendisini tekrar etmeyi seven, böylece zinde ve genç kalan inatçı bir ihtiyardır.
Milletler iyi yetişmiş aydınları vasıtasıyla bu ihtiyardan çok şey öğrenir. Elimde Hüseyin Cahit Yalçın’ın, “Siyasi Hatıralarım” kitabı var. Hüseyin Cahit, siyasi otoriteyle başı hoş olmayan, ele avuca sığmaz liberal bir gazeteci.
Yazar, kitabın meşrutiyetin ilanıyla ilgili bölümünde Jöntürklerin düşüncesizce hareket ettiğini, anayasayı ilan ettikten ve parlamentoyu kurduktan, azınlık temsilcilerini Meclise soktuktan sonra bütün meselenin hallolacağına inandıklarını belirtir ve dönemin etkili aydınlarında şu fikrin hakim olduğunun altını çizer:
-Yeter ki zalim hükümdar devrilsin! Zalim hükümdar kimdir? İkinci Abdülhamit ! İkinci Abdülhamit’in devrilmesini İngilizler başta olmak üzere yedi düvel istemektedir. Saf jöntürklerin bu amaç gerçekleştikten sonra Batılı medeni ülkelerin Türkiye’ye yaklaşımlarının değişeceğini hatta bir örnek olarak İngilizlerin, Rusya’nın hakimiyet vesikası olan Ayastefanos Anlaşması’nı yırtıp atarak geçmişte benzer bir jest yaptıklarını ileri sürer.
Buna inananların zaman içinde hayal kırıklığı yaşadığını da yazan Hüseyin Cahit, açıkça ifade etmez ama şu gerçeği okuyucunun kulağına fısıldar: Tarih milli gerçeklerini göz önünde bulundurmayıp, başkalarından çözüm bekleyenlere daima kötü sürprizler hazırlar. Nitekim öyle de olur. Abdülhamit devrilir; Selanik’e sürülür ve devletin başkenti bir kaosa teslim edilir.
Meclis açılır, azınlıklar Mecliste yerini alır ve Meşrutiyet Dönemi, devletlerin oyun alanına dönüştürülür. Çünkü her azınlığın bir patron devleti vardır. Rumları Ruslar, Ermenilerin Katoliklerini Fransızlar, Protestanlarını Amerikalılar, Arapları İngilizler koruma altına alır.
Açılmış olan tüm azınlık okulları birer azınlık milliyetçisi yetiştirme merkezleri haline gelir. Osmanlıcılıkla, her bir azınlığı bir arada tutma siyaseti, Hristiyan azınlıklar baş kaldırdıkça İslamcı siyasete, Araplar ve Arnavutlar başkaldırdıkça da Türkçülüğe evrilir. Bu, tarihin sosyolojik gerçekliğidir. Bugün muhafazakar siyasetçilerin anlamadığı işte bu sosyolojik gerçekliktir.
Evet ittihatçılar ilk kurulduğunda Osmanlıcıdır; sonra İslamcı ardından Türkçü olurlar. Çünkü coğrafya daralmıştır ve elde kala kala Türklüğün söz konusu olduğu yaşam alanı kalmıştır. Atatürk’ün İstiklal Harbi öncesi ilan ettiği “Milli Misak” coğrafyası bu gerçekliğin haritasıdır. Türkiye bu noktaya falan indirilsin yeter, filan gitsin her şey çözülür; başımızdaki bela giderse Avrupa bizim yanımızda olur, hülyasıyla gelmiştir.
Tarih böyle okunmaz. Siyaset böyle bir amaç için yapılmaz. Sistemi göz ardı eden ve olayları şahısların varlığına indirgeyen herkes bedeli koca bir vatanın ödeyeceğini unutmamalıdır. Çünkü bu amaç için yapılan siyasetin sonu yoktur ve bizi daima koasla muhatap kılacaktır.
Cumhuriyetten sonra da bu tutku değişmemiştir. “Sarı Paşa gitsin, her şey düzelir” diyenler olmuştur. Sonra “Menderes gitsin, memleket düzelir”e gelmiştir ülke. O gitsin, bu gitsin, şu gitsin diyerek geçmiştir ülkenin ömrü.
Keçecizade Fuat Paşa’nın şu vecizesi nasıl da ders gibidir: “Bizde değişim aşağıdan değil, yukarıdan gelmiştir. Yukarısı da değişime imkân vermediğinde pabuççu muştası gibi yabancı elçilikleri devreye sokmuşuzdur” Oysa Atatürk, ne güzel demiştir: Çözümü kendi içimizden çıkaracağız! Çözüm, her alanda milli olmaktır.