Türkiye adeta destan yazıyor.
Devlet ve vatandaş el birliği ile salgını köşeye sıkıştırmak için cansiparane mücadele ediyor. Salgın, aktif savunma sistemi ile önce plato düzlemine sonra vaka sayısını katlayan iyileşme seviyesine geriletiliyor.
Eş zamanlı olarak yeni hastaneler açılıyor; suni solunum cihazı, ventilatörler, maskeler üretiliyor.
Altmış bin vatandaşımız dünyanın dört bir yanından vatanın müşfik toprağına taşınıyor. Amerika, İngiltere, İtalya gibi G-8 ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkeye tıbbi malzeme yardımı yapılıyor.
Üç Yunanistan vatandaşı, Atina’nın isteği üzerine Cibuti’den alınıp, Türkiye’deki Yunan konsolosluğuna teslim ediliyor.
İsveç’te yaşayan bir vatandaşımıza Kovid-19 teşhisi konuluyor; baş ağrısı ilacıyla eve gönderilip neredeyse ölüme terk edildikten sonra, evladı sosyal medya üzerinden yardım talebinde bulunuyor; devlet İsveç’e özel ambulans uçak gönderiyor ve vatandaşımız getirilerek ülkesinin doktorlarına emanet ediliyor. Rusya’da bir Türk hekim adayı da benzer bir mağduriyete maruz kalınca aynı işlem yapılıp yurduna getiriliyor.
Devletler kimliği henüz tespit edilemeyen bu virütik düşmanla kapasiteleri oranında mücadele ediyor.
Ama Türkiye sadece mücadele etmiyor, destan da yazıyor.
Bu açık ve tartışmasız başarıyı partizan anlayışla kötülemek için New York Times kafası gerekir. Bu kötüleme kampanyası bugün New York Times kafasıyla yapılıyor; çok değil bir asır önce İngiliz kafasıyla yapılıyordu. “Halaskaran Grubu” adıyla ortaya çıkanlar “Enver gitsin de, velev ki Edirne düşsün” diye bağırıyorlardı.
Bu kafa, kamuoyunu bir idrak pandemisi halinde bugün de enfekte ediyor. Pandemi kıtalar arası salgının adı; bu pandemi zihinler arasında cereyan ediyor.
Bütün hırslarını hükümetin düşmesi üzerine bina edenlerle, bütün öfkelerini Mustafa Kemal Atatürk’e ve cumhuriyete yönlendirenler aynı taassup partisinde buluşarak toplumu enfekte etmeye çalışıyorlar. Kiminin zihin dünyasında sözde sekülerite hâkim, kimininkinde ise sözde dini taassup ama her iki zihniyet de devlet şuuru noktasında sınıfta kalmış durumda. Yani taassup, tek parti halinde debelenip duruyor. Her iki kesim de girdikleri öfke sendromu sebebiyle en güçlü olduklarını zannettikleri yönden eksiliyor, açığa çıkıyorlar. Sekülarizmi Osmanlı’ya sövmek, dinden uzaklaşmak zannedenlerin bilime yaslanmadığı ortada; çünkü bilim, devletin bu salgına karşı kullandığı yegane metot. Bugün salgınla birlikte hayatımıza giren en önemli kadronun adı “Bilim Kurulu”! Atatürk’e söverek sekülarite karşıtı olacaklarını zanneden kimileri ise, şanlı Peygamberimizin “İlim Çin’de bile olsa alınız” tavsiyesine, hatırasına saygısızlık yaptıkları Mustafa Kemal Atatürk’ün sahip çıktığını görmekten acizler.
Bu günler geçecek. İlmin, inancın, itidalin yolunu takip edenler tarihin ince imbiğinden süzülerek gelen devlet şuuruyla milletin bahtına hizmet etmiş olacaklar.
Elbette taassup partisi de boş durmayacak. Devletin bekası, milletin saadeti ve vatanın bölünmez bütünlüğü yolunda birleşemeyenler, kendi öfkelerinin kölesi olarak bağırıp duracaklar.
Tarih, belli ki onlara bir ceza olarak bu acizliği bahşetmiştir(!)