İnsanlık bugüne kadar bir çok devrelerden geçti. Mağara ve taş devirlerini yaşadı. Aile, oymak, boy, aşiret ve nihâyet devlet hayatına kadar uzun ve çetin mücadeleler atlattı. Bu târihî akış içinde din, dil, örf-adet ve geleneklerden müteşekkil olan ve birbirinden tamamen farklı kültürler meydana geldi. Ortak tarihî geçmişe sahip, ortak inançlara bağlı ve ortak yaşayış biçimi olan insanların bir araya gelerek bir birlik oluşturduğu ve “millet” adını verdiğimiz toplumlar ortaya çıktı. Böylece her toplum, belirli bir coğrafya parçasını sahiplendi ve burasını kendisine “vatan” seçti.
İnsanoğlu bugün artık uzay çağını yaşıyor. Dünden bugüne geçişte pek çok mesafe kat ettiği şüphesizdir. Hızla ilerlemekte olan teknoloji ve bunu ustalıkla kullanmasını bilen insanın, maddî plânda bazı mes’elelerini hallettiği söylenebilir. Fakat görünen odur ki, esas’da (öz) ve mânâda aynı mesafeyi aldığını söylemek oldukça zordur.
Bugünün uzay çağının gökdelenlerinde yaşayan insanın hali, adeta uzayın boşluklarına bırakılmış uydulara benzemektedir. Altı da boşluk, üstü de… Buradan düşmek istese düşemez, uçmak istese uçamaz… Rûhsuzluk, köksüzlük ve mânâsızlık âleminde yapayalnız. Asrımızın insanı, maddenin kahredici sultası altında acizlik ve çaresizlik içerisinde kıvranmaktadır.
Bu kıvranışın, bu çırpınışın sebeplerini sadece hukuk düzenlerinde ve mevcut sistemlerin bozukluğunda veya yetersizliğinde aramak yanlıştır. Hukuk düzenleri de, mevcut sistemler de insanın damgasını taşımıyorlar mı? Bünyelere göre bu sistemler daraltılıp, genişletilemezler mi? Nitekim en iptidaî devirlerden beri bugüne kadar yapılagelen de zaten bu değil midir? Öyle ise, asrımızın insanı neden hâlâ mutsuz ve perişandır? Bütün bu soruların cevabını, insanın kendi iç benliğinde aramak lâzımdır. İnsan öyle bir varlıktır ki; ne makinanın emrinde bir robot, ne de insanın insan elinde bir oyuncak olamaz. O’nun bir iç, bir de dış dünyası vardır. O, içi ile dışı birbirini tamamlayan harika bir varlıktır. O’nun, neşesi-sevinci, ağlayışı-gülüşü şahsiyetini meydana getiren husûsiyetleridir.
Son üç-dört asırdan beri pozitivist düşünceden yola çıkan insanlık, uzayı istilâ etmek yarışında mesafe alırken; “Mutlak Hakîkat” ve “Teklik” konusunda santim ilerleyemedi. Kâinât’ta her ne var ise bütün bunların sevk ve idare edicisi olan üstün bir kudretin olabileceğini düşünemedi. Dünyaya geldi ama, ne kâinâtın, ne de kendi varlığının ve yaratılışının sırrına ulaşabildi. Evvelâ nefsânî varlığının esiri oldu. Dipsizlik, köksüzlük ve inançsızlık çukuru içinde boğuldu. Din, imân, ahlâk gibi temel değerler sür’atle yıkıldı. Her şey maddenin merkezinde toplandı. Varsa yoksa madde…
Bugün insanlık; aslında kendi kendisinden, kendi hakikatinden kaçışının cezasını çekmektedir. Millî bünyelerde beliren ve bir hastalık halini alan inkârcılığın, inançsızlığın cezasını çekmektedir. Ve bu hal böyle devam ettikçe, İslâmiyet’i “sırat-ı müstakîm” (ehl-i sünnet vel cemaat) çizgisinde dosdoğru yaşayan Müslüman milletler haricindeki insanlık, maddede ve mânâda cüceleşerek yok olup gidecektir.
TEFEKKÜR
İnsan, Meleklerden de üstün varlığın adı
İnsan, sırların sırrı en büyük sırrın adı