Bir umman, bir tarafı deryâ’dadır. Bir umman, bir tarafı deryâ’ya bakar. Ve görebilenler için bir umman görünür; deryâ içre bir deryâ-yı âlem temâşadadır… Şâir Hayâli bir gazelinde ne güzel söylemiştir:
“Cihân-ârâ cihân içindedür ârâyı bilmezler
O mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler”
Bu söz incisi beyit üzerine cilt cilt kitaplar yazılsa kanaatimizce yine de bu sözdeki kavrayıcı ve kuşatıcı mânâ derinliğini ifâde etmekten aciz kalırdı. Târih yapan ve yazan biz Türkler, esâsen bir deryâyı ummân üzerinde yüzen yelkenli gibiyizdir. Ne inciler ve mercanlarla dolu hazîneler üzerinde yüzeriz de ah.. sanki o hazînelerden habersizizdir. Aynen:
“Geçmiş zaman olur ki hayâli cihân değer”
mısrâında olduğu gibi…Hakîkatte unutulmaz güzellikteki hâtıraları içinde barındıran yâhûd hayâlhânemizde hep canlılığını muhafaza ile beraber yüksek mânâlar da ihtivâ eden ve âdetâ “halden hâle” geçişimizi resmeder gibi, zaman zaman bir daha yaşamak istediğimiz; fakat arzu etsek de geri getiremeyeceğimizi bildiğimiz; bin-bir hayâl ile bizi yarınımıza bağlayan her şeyimizle, günâhı - sevâbı bize ait olan ve bizden başkası olmayan “mâzî”miz… Bu fertler için olduğu gibi cemiyetler, hattâ milletler için de böyledir. Mâzî’si olmayanın âtî’si de olmaz, olamaz. Bu husûsiyetin fevkinde olan Yahya Kemal Beyatlı, işte bunun içindir ki, “kökü mâzîde olan âti’yiz” demiştir.
Bilindiği üzere Türk Milleti’nin kadîm kültür ve medeniyet varlığının en önemli taşıyıcısı ve nesilden nesile aktarıcısı olan Türkçemiz, uçsuz bucaksız büyük bir deryâya benzer… Bu azîz dil, başka dillerden bünyesine aldığı kelimeleri âdetâ fetih rûhuyla yeniden fethederek; büyük bir mahâretle asırların gergefinde nakış nakış işlemiş, cilâlamış, yontmuş ve o’nu kendi târihî karakterinin millî seciyyesiyle yoğurmuş ve ebedîlik va’zeden silinmez damgasıyla damgalamıştır. O’nunla târihî Türk zevkine uygun tarzda hem bin-bir hünerli san’atlı edebî şiir ve yazı; hem de ilim, kültür ve medeniyet dili meydana getirmiştir. Bu dil öyle bir dildir ki, hiç eskimemiş ve eskimeyecek olan büyük bir irfân medeniyetinin, “kelâm-ı kibâr” hassa’sıyla mezcolmuş edebî söz ve kelâm incilerinin mücevher “zarfı” içerisinde dürülmüş mühürlü “mazrûfu” hâlinde bütün esrârıyla bugün dahi gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir.
Dîvân Edebiyâtının Teşekkülü
Türklerin, VIII. asırdan itibâren kitleler halinde İslâm dinini kabul etmeleriyle beraber yeni bir kültür dâiresinin de içerisine girdikleri bilinmektedir. İslâmiyet’in beşiği ve ilk yayıldığı coğrafi bölgenin Arap Yarımadası olması, Turânî kavîmlerden olan Türklerin İranlılarla ve Araplarla bu bölgede devamlı karşılaşmaları ve komşuluk ilişkisi içerisinde bulunmaları, dahil olunan bu yeni kültür çevresinin başta konuşulan dil, üslûp ve estetik bakımdan (Türkçe, Arapça ve Farsça dilleri üzerinde) te’sîrini göstermesine sebep olmuştur. Bütün bu yakın temaslar sonucunda bu üç büyük dil, (Türkçe, Arapça ve Farsça) şu veya bu biçimde zaman zaman birbirleri üzerinde te’sîrler meydana getirmişlerdir ki, bu da son derece tabiî bir hâdisedir. Türkçemiz de klâsik edebiyâtımızın doğuşuna kadar Arapça ve Farsça dillerinin te’sîrinde kalmıştır. Böylece sonradan “Dîvân Edebiyâtı”olarak ifâde edeceğimiz edebiyâtımız teşekkül etmiştir. Târihî akış içerisindeki devirlerde peş peşe yetişen kuvvetli Türk dîvân şâirleri sayesinde kendi san’at, üslûp ve estetik; iç ve dış şekil husûsiyetlerini tamamlayan edebiyâtımız, Arap ve Fars edebiyâtlarından geri kalmadığı gibi bilakis onları da aşmıştır. Klâsik edebiyâtımız, tamamen ince Türk zekâ ve zevkinin dâhiyâne buluş eseri olarak; mârifet, hüner ve belâgat ustalığıyla ulaşmış olduğu seviye bakımından bugün dahî pek çok Doğulu ve Batılı dil ve edebiyât bilgininin hayranlığını üzerine çekmeye devam etmektedir. Bu edebiyâtımız hangi ad ile ifâde edilirse edilsin, târih içinde Türk edebiyâtının en zengin ve parlak bir devresini teşkil etmektedir.
Klâsik edebiyâtımızın teşekkülünde ve gelişmesinde; Hoca Ahmed-î Yesevî, Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hacib, Edip Ahmed, Kadı Burhânedddin, Hüseynî (Sultan Hüseyin Baykara), Ahmed-i Dâî, Şeyhî, Atâyî, Şîrâzî, Abdî, Behiştî, Âhî, Revânî, Rûşenî, Ebul Gazi Bahadır Han (Hive Hanı), Nasreddin Hoca, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî, Niyazi Mısrî, Şeyyad Hamza, Hoca Mes’ûd, Seyyid Nesîmî, Hamzavî, Ahmed Paşa, Hümâmî, Ahmed Fâkih, Sultan Veled, Azîz Mahmud Hüdâyî, Ali Şir Nevâyî, Süleyman Çelebi, Yazıcıoğlu Ahmed, Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan, Gülşehrî, Âşık Pâşa, Fuzûlî, Bâkî, Taşlıcalı Yahyâ, Hayâlî, Zatî, Ahmedî, Neşâtî, Necâtî, Nâilî, Hoca Dehhânî, Nedîm, Şeyh Gâlib, Nizâmi, Hayretî, Vasfî, Cihanşâh, Habîbî, Sümbülzâde Vehbî, Nâbî, Nef’î, Şeyhülislâm Yahya, Gevherî, Bayburtlu Zihnî, Seyrânî, Rûhî, Murâdî (II.Murad), Avnî (Fâtih), Adnî (Mahmud Paşa-Fâtih’in Sadrazamı), Selimî (Yavuz Sultan Selim), Adlî (II.Bâyezid), Muhubbî (Kanuni Sultan Süleyman), Murâdî (III.Murad), Gazi Giray (Kırım Hanı), Sultan Cem, Şehzâde Korkut, Babür Şâh, Nişânî (Mahmud Paşa), Hakânî, Latîfî, Evliyâ Çelebi, Nev’î, Lâmiî, Beyânî, Vecdî, Sehî, Lâtîfî, Mihrî Hâtun, Kâtip Çelebi, Sürûrî, Âkif Paşa, Keçeci-zâde İzzet Molla, Yenişehirli Avnî, Leylâ Hanım, Şeref Hanım…[1] ilh. gibi dîvân şiir ve nesrinin asırlar içindeki önde gelen başarılı temsilcilerinin millî kültürümüze yaptıkları hizmet çok büyük olmuştur.
Zirve Şahsiyetlerimiz
Bütün bir Batı’nın kül halinde başlangıçtan beri sırrını çözmekte aciz kaldığı, çözemediği ve istikbâlde de asla çözemeyeceği ve şerefi sadece bizim Türk dîvân edebiyâtımıza ait olan bu ince ve üstün idrâk san’atını; millî hafızamıza kaydolmuş hâliyle, bulunduğu mücevher sandığından, âdetâ birer kuyumcu titizliği ile gün ışığına çıkarmanın bir ömre bedel çilesine katlanarak ve yine bu işin “zevken idrâkine” vararak; milletimizin ebedî hâfızasına karşılıksız armağan eden müstesna şahsiyetlerimiz vardır. Onlar, hakikaten yalnız Türk Edebiyâtının değil; aynı zamanda din, dil tarih, kültür ve medeniyetimizin bütünüyle ortaya çıkarılmasında bir devrin “ilim ve aşk ahlâkına” sahip üstâdı olarak şöhret yapmış hocalar neslinin son temsilcileriydiler. M.Fuad Köprülü, Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Cafereoğlu, Ömer Ferit Kam, Ahmed Hamdi Tanpınar, Ali Nihad Tarlan, Faruk Kadri Timurtaş, Muharrem Ergin, Necmettin Hacıeminoğlu, Abdülkadir Karahan, Mâhir İz, Mehmet Kaplan ve Mehmed Çavuşoğlu bu zirve şahsiyetlerimizden bazılarıdır.
Çavuşoğlu’nun Dünyaya Teşrifi
İşte ileride Türk evlâtlarının daima şükrân hisleri ile hatırlayacakları hocalarımızdan birisi de hiç şüphesiz Mehmed Çavuşoğlu’dur. Şirin vatan köşelerimizden Ordu Vilâyeti’nin Perşembe Kazası Sarayköyü’nde 1935 senesinde dünyaya teşrîf eden Mehmed Çavuşoğlu’nun babası da uzun seneler Türk Maârifi’ne hizmet etmiş emektar bir muâllimdir. İlk talîm ve terbiyesini babası Mehmed Fahri Çavuşoğlu’nun rahle-i tedrîsinden geçerek alan oğul Mehmed Çavuşoğlu; orta mektep ve lise tahsilinin ardından kısa bir süre hukuk fakültesine devam etmiş ise de; çocukluk çağından beri şiir ve edebiyâta merakı sebebiyle mizâcına uygun olarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kayıt yaptırmıştır. Buradaki titiz ve kılı kırk yaran çalışmaları hocalarının hemen dikkatini çekmiş ve evvelâ Haydarpaşa Lisesi’nden hocası olan Mâhir İz’den unutulmaz yardımlar görmüştür. Hattâ Ali Nihad Tarlan gibi fevkâlade bir hocaya asistan olmasında Mâhir İz Hoca’nın ve herkesin ağabeyi Fethi Gemuhluoğlu’nun dahli vardır.
Ali Nihad Tarlan Âbîde Şahsiyet
Hocası Ali Nihat Tarlan ise; Metinler Şerhi sâhasında dünya çapında şöhrete sahip kutup yıldızı gibi parlayan büyük bir âlimdir. Husûsiyetle nâzik ve hassas devirlerde, iki de bir dîvân edebiyâtını bahâne ederek, hakikatte Türk millî kültür varlığına karşı fütûrsuzca hücûm eden vatan ve millet düşmanlarına karşı, o dâima vakarlı duruşu, yüksek ilmî dirâyeti ile şiddetle karşı koymasını bilmiştir. Bir edebiyât târihçisi, metin şerhçisi ve tenkîtçisi, ağırbaşlı salâhiyetli bir düşünür olarak Türk edebiyâtının her devri üzerinde meşgul olmuş bulunan bu büyük âlime göre:
“Dîvan edebiyatı bir büyük zaferdir. Dîvan edebiyatına sunî bir edebiyat demek hakikaten mânâsız olur. Bir cemiyetin herhangi bir tesir altında kalan bir sınıfı o cemiyetten sayılmaz mı? Bu edebiyâta gayr-i millî demek için altı asrı mütecaviz bir zaman bu milletin münevver zümresini teşkil edenleri Türklük camiasından çıkarmak icab eder.”[2]
Tarlan’nın yukarıdaki “dîvân edebiyâtı bir büyük zaferdir” ifâdesi, dün olduğu gibi bugün de ilim ve irfândan nasîbini almamış, alamamış olan bazı çevrelerin suratlarında âdetâ bir “Osmanlı Tokadı” gibi patlamıştır. Kökü mübârek Anadolu topraklarında, gövdesi ve dalları üç kıt’a üzerinde serpilmiş olan ve dünyanın gördüğü en uzun ömürlü cihân devletini kurmuş bir milletin en önemli kültür varlığını inkâr etmek, cidden ne kadar hazîn ve ne kadar ilimden uzak acınası bir anlayışın tezâhürüdür!..
Orta Asya, Anadolu, Orta ve Batı Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu, Afrika, Kafkaslar, Hint Alt Kıtası ve Arap Yarımadası’nda Türk İslâm kültür ve medeniyetinin silinmez izleri bugün dahi mevcutken, bütün bu topraklar üzerinde meydana getirilmiş bir edebiyât türünü (dîvân edebiyâtını) hor görmek, yabancı saymak hakikaten abesle iştigalden başka bir şey değildir.
Ali Nihad Tarlan; millî kültürümüzü ihyadan da öte, o’nu olması hasretle beklenen Türk çocuklarının rûh iklimi ile ilk defa buluşturan adamdır. Yahya Kemal’in şiirde yaptığı kendi “kökümüze dönüşü”; Ali Nihad Tarlan, edebiyâtımızın neredeyse küllenmeye yüz tutmuş örtüsünü aynı heyacân hisleriyle kaldırarak yapmıştır. O, muhteşem bir mâzînin küllerinden güller devşiren bir hoca ve bir neslin fideliğini aşkla, şevkle ve vecdle yapan; “aşk ahlâkına” sahip bir kahramandır. Nitekim Mehmed Çavuşoğlu, hocası Ali Nihad Tarlan’ı anlatırken; o’nun sahâsında sadece Türkiye’de değil, dünya çapında da çok iyi yetişmiş bir mütehassıs olduğuna işaret etmektedir:
“Ali Nihad Bey, Tanzimat’tan beri, merhûm Tanpınar’ın deyimiyle “hesaplaşma” lüzumunu bile duymadan koparmağa çalıştığımız millî kültürümüzün son iki bağından biri, hattâ en önemlisi idi. Millî kültür derken… İslâm dîni ve onun içinden çıkmış tasavvuf felsefesi ile ve Anadolu’daki Osmanlı mûcizesinin yayıldığı hudutlar içinde temâs ettiğimiz değişik kültürlerle kaynaşma sonucunda kendi şahsiyetimizin gergefinde ördüğümüz kültür nakşını kastediyorum. O yalnız bu kültürden beslenmiş edebiyâtımızın değil, teşekkülünde millet olarak çok büyük yapımız olan İran edebiyâtı metinlerini açıklamada da uçsuz bucaksız bilgisi, uzun ilmî hayâtının olgunlaştırdığı ince zevki, herkesi şaşırtan derin nüfuzu ile büyük bir otorite, kısacası iki edebiyâtın canlı ansiklopedik sözlüğü idi. Onun içindir ki sâdece bizim edebiyâtımız değil, İran edebiyatı da büyük kayba uğramıştır. Durmadan okuyan, araştıran, soran bir âlim, öğrendiklerini öğretmek isteyen ve bundan sınırsız zevk alan bir hoca idi. Hocalık pek mukaddes bildiği ve mensubu olmakla dâima iftihar ettiği bir meslekti... Türkiye’nin ilk edebiyat doktoru idi.”[3]
Baba - Evlât Münasebeti
“Eski Türk Edebiyâtı Metinler Şerhi Kürsüsü”nün ilk kurucusu da olan Ali Nihad Tarlan gibi bir bilginin asistanlığını yapmış ve üstelik hocası tarafından “öz evlâdı” kadar sevilip sayılmış olması gösteriyor ki, Mehmed Çavuşoğlu da Türk Milleti’nin ender yetiştirdiği gözbebeği bilginlerimizden birisidir. Aynen Mümtaz Turhan’ın Erol Güngör, Mehmed Fuad Köprülü’nün Osman Turan, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun Mehmet Eröz hakkındaki “hoca-talebe” münâsebetlerindeki karşılıklı müspet kanaatleri ne ise; bir insan hayatında pek az fâni’ye nasip olan böylesi “baba-evlât” muamelesi Tarlan-Çavuşoğlu ikilisinde de aynen görülmektedir. Bu hususta Dr.Müjgân Cunbur “Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler” adlı eserinde, Ali Nihad Tarlan’ı anlatırken ebced hesabıyla târih düşürme mevzûsunu şöyle nakletmektedir:
-“Kabir başındaki manzum târih, Prof.Tarlan’ın ‘O benim oğlum’ dediği, genç yaşında kaybettiğimiz Prof.Dr.Mehmed Çavuşoğlu’nundur:
“Bu mevkide yatan bir âlem-i ma’nâdır ey zâir
Son üstâdı budur şerh-i mütûnun âlim-i şâir
Bu Terlân-ı fezâ-yı ma’rifet yani Alî-meşreb
Muvahhid ehl-i takvâ ârif-i fillâh idi nâdir
Nihad Bey’dir bu seksen yıllık ömründe tam altmış yıl
Verip tâlîm ü tedrîse olurken ilmini nâşir
Erince irciî emri dedi Allâh’a eyvallâh
Gelip Kırklar dedi târih mine’l-mahcûb ile’z-zâhir”
Çavuşoğlu, ‘Hoca kendi târihini kendisi düşürdü’ diyerek, bu târihin gördüğü bir rüyada nasıl söylendiğini o kendine has ifadesiyle dile getirirdi.”[4]
Mehmed Çavuşoğlu “İstifsâr-ı Hâl” adlı başka bir şiirinde de hocası Tarlan’ın kaybından duyduğu acıyı içten içe şöyle dillendirmektedir:
“Üstâdıma efendime müştâk u hasretim
Nâdir gelir bu âleme ol muhterem gibi
Üstâdım efendimi andıkça dem-be-dem
Yaşlar sızıp gözümden akar rîsmân gibi
Gelmez cihâna bir dahi hayfâ Alî Nihâd
Ol arsa-ı edebde alem kahraman gibi” [5]
İki Talebesinin Gözüyle Çavuşoğlu
Hocasından aynı vazifeyi aynı “aşk ahlâkı” hisleriyle devralan Mehmed Çavuşoğlu’nun da Hakk’a yürüdüğü son ana kadar, aynı hislerle dopdolu olarak; bıkmadan, usanmadan ve yılmadan ilmî hizmetlerine devam ettiğini talebelerinin ifâdelerinden anlamamız mümkündür.
Mehmed Çavuşoğlu’nun Talebelerinden ve Sanatalemi Kürsüsü yazarlarından Sayın Zeynep Uluant 30 Kasım 2007 tarihli “Gidenlerin Ardından” başlıklı yazısında hocası merhûm Mehmed Çavuşoğlu’ndan şöyle bahsetmiştir:
“(…) Eski Türk edebiyatı kürsüsünden Doç.Dr.Mehmet Çavuşoğlu ise Dîvan edebiyatı okutuyordu. Dili, bugün konuşup yazdığımız lisâna göre epey ağır olan bu edebiyat türünü onun kadar zevkli kılıp, güzel açıklayan herhalde zor bulunur. O derece tatlı konuşur ve dersi öyle renkli hâle getirirdi ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım. Aruz veznine son derece hâkim olduğu için, okuduğu şiirlerin sözlerini anlamasanız dahî seslerin melodisini hissederdiniz. Ders esnasında yaptığı espriler ve anlattığı ilgi çekici anekdotlarla bizleri sıraya adetâ mıhlardı. Kalender ve nekre ruh haliyle, kuru gibi görünen sahasını kolayca sevdiren bu değerli ilim adamı ne yazık ki genç ve verimli çağında elim bir trafik kazasına kurban gitti.”[6]
Yine merhum Çavuşoğlu’nun talebesi, Gazeteci Yazar ve Sanatalemi Kürsüsü’nün Umûmî Neşriyat Müdürü Sayın Mehmed Nuri Yardım ise 15 Ocak 2008 târihli Sanatalemi Kürsüsü’ndeki “Çavuşoğlu Hocanın Doğum Günü” başlıklı yazısında hocasını etraflıca anlatırken şunları ifâde etmiştir:
“1980 yılıydı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Eski Türk Edebiyatı Kürsüsü hocalarımızdan (o zaman doçentti) Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu’nun ilk dersine girmiştik. Sempatik tavırları, sevecen konuşması ve derin bilgisiyle hepimizin saygı ve sevgisini kazanan Hoca, Metin Şerhi dersinde bir beyti açıklıyordu. Tam bu esnada bir arkadaşımız izinsiz kalkıp konuşmak ve kıt bilgisine aldırmadan yorum yapmak istedi. Çavuşoğlu, vakitsiz öten horozun avazını hemen kesti. Hoca’nın haklı olarak arkadaşımızı susturuşu, ardından Muallim Naci’nin aşağıdaki beytini okuması hepimize ilk ve unutulmayan manidar bir ders oldu:
Atılma dûr suhan-i ehl-i hâli anlamadan,
Cevaba etme tasaddi suali anlamadan.
(Hâl ehlinin, gönül insanlarının sözlerini anlamadan ortaya atılma, dur. Soruyu anlamadan cevap vermeye teşebbüs etme.)…”[7]
İnsan Boyunu Aşan Eserleri
Mehmed Çavuşoğlu hocası gibi pek çok değerli esere imzasını atmış, millet ve memleket evlâtlarının istifâdesine sunmuştur. Zahmete katlanmak, sabır, yılmadan, bıkmadan, usanmadan “aşk ahlâkı”yla çalışmak hakikî ilim adamının en mümeyyiz vasıflarındandır. Halbuki günümüzde bazı ilim(!) adamları başka kimselerin eserlerinden intihâlleri meslek haline getirmişlerdir. Çavuşoğlu’nun bir insan boyunu aşan eserleri ise onlarınki ile kıyas dahi kabul etmez. İşte bu eşsiz eserlerden bazıları şunlardır:
Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlili (Ankara-1971), Necâti Bey Dîvânı’ndan Seçmeler (İstanbul-1973), Yahyâ Bey Dîvânı (İstanbul-1977), Amrî Dîvânı (İstanbul-1979), Yusuf ve Zelîha (Yahya Bey, İstanbul-1979), Vasfî Dîvânı (İstanbul-1980), Hayretî Dîvânı (İstanbul-1981), Dîvânlar Arasında (Ankara-1981), Helâkî Divânı (İstanbul-1982), Yahyâ Bey ve Dîvânı’ndan Örnekler (Ankara-1983), Hayâlî Bey Dîvânı’ndan Seçmeler (Ankara-1987)[8]
Çavuşoğlu’nun Şiir Çalışması
İlim, fikir ve tefekkür adamlığının yanı sıra, şiir çalışmalarıyla da iştigal etmiş bulunan Mehmed Çavuşoğlu, memleket mes’elelerine de hiçbir zaman bîgâne kalmamıştır. “Fikir ve mücadele adamı” Hüseyin Nihal Atsız ile herkesin “Ağabeyi” olarak bilinen Fethi Gemuhluoğlu’na ithâf ettiği şiirlerinde o’nun bu yönünü görmemiz mümkündür:
BU ŞARKILAR...
-Fethi Gemuhluoğlu Ağabeyime-
“Bu şarkıları sen anlarsın, diyorlar,
Binlerce şarkı içinde...
Elimden tutup Mısr-ı Kadim’e götürüyorlar,
Keops’un ehramı gözüme giriyor.
Cılız insanlar kesilmiş kayaları çekiyorlar,
Hiçbirini tanımıyorum, utanıyorum.
Nataşa, Kief’liymiş, dokumacı,
Dev makineli bir şayak fabrikasında,
Sivastopol’da karşılaşıyoruz,
Ümitli bakıyor, gülümsüyor,
“Yoldaş...” diyor, sonra kan kusuyor,
Ben yabancı yabancı susuyorum.
Asılmış Kırımlılar acı acı bakıyorlar,
Hiçbirini tanımıyorum, utanıyorum.
Cezayir’de Hasan vuruluyor,
Toz toprak içine kanlı düşüyor,
Amman’da bir yığın başsız ölü...
Bu şarkıyı sen anlarsın, diyorlar,
Utanıyorum... Utanıyorum...”
ACI BAYRAM
-Atsız Beğ’e-
“Demek ki gün doğuyor en sonunda,
Demek ki güzel günler göreceğiz.
Bıktık boyna tedirgin yaşamaktan;
Demek ki bu ezgin öksüzler yurdunda,
Senelerdir rahatımızı kaçıran,
Umacı putları devireceğiz.
İnanılır şey değildir bu dostlar,
Senelerden sonra umutlu olmak,
Yarını düşünmek, büyük ülküleri...
İçimde zorlu bir genişleme var,
Dudağımda unutulmuş sevinç türküleri
Aklımda terkedilmiş binlerce oymak.
Demek bir milletmişiz anlıyoruz bunu,
Şu korkuluklardan ürkmeyeceğiz,
Demek aynı soyun çocuklarıyız;
Bir dinli, bir dilli, bir duygulu,
Hep bir kalp, hep bir kafa, hep bir ağız,
El ele yan yana yürüyeceğiz.
Bir ordu olmuşuz işte Anadolu’m,
Seni yeni baştan fethetmek için,
Demek sâhibine vardı dualar.
Sorman bana dostlar, neden huzursuzum,
Üç kıtada esir kardeşlerimiz var,
Bana bakmayınız, siz gülün sevinin…”[9]
Mehmed Çavuşoğlu’na göre; mâzî denilince akan sular durur. Tek tek insanların mâzîsi aslında mensubu olunan milletlerin mâzîsini meydana getirir. Mâzî, hâl ve âtî milletlerin dünü, bugünü ve yarınıdır. Her ân yaşanılan yeni bir ân vardır. Bu sebeple “istikbâl köklerde”dir. Hal böyle olunca, Çavuşoğlu elbette hasretle beklenen “bahâr”dan ümitlidir. Zîra hocamız, mâzî ile ilgili olarak bir Rubâîsi’nde:
“Her insanın ömründe bu günler vardır,
Mâzîye yerinmeler, hüzünler vardır.
Bir öyle bahâr gelir ki değme gitsin;
Ardınca, nesillerce düğünler vardır.”[10]
diyerek, hep bu ümit ve inancını dâima muhafaza etmiştir.
Hocası Ali Nihad Tarlan’dan aldığı feyiz ile sâhasında oldukça derinleşmiş bulunan Mehmed Çavuşoğlu, Aylık Türk Dili Dergisi’nin 1986 târihli (Temmuz-415, Ağustos-416, Eylül-417) sayısında “Divân Şiiri” başlıklı uzun makalesinde: “Divân şiiri –yahut nesri de içine alan yaygın söyleyişle dîvân edebiyâtı sözünün ilk defa kim tarafından söylendiği henüz belli değildir.” Dedikten sonra; dîvân şiirinin ne olup ne olmadığını, dîvân edebiyâtı kavramının ve dîvân şiirinin (nesrini de içine alacak şekilde) yayıldığı sâhanın genişliğini ve nihayet bu edebiyâtın estetik husûsiyetlerinin neler olduğunu bu makalesinde ilmî delilleriyle ortaya koymuştur:
Divân Şiiri
“Cumhuriyet dönemi edebiyâtçıları arasında dîvân edebiyâtı … İslâmî Türk edebiyâtı, yüksek zümre edebiyâtı, klâsik edebiyât gibi isimlerle de ifâde olunmuştur. Fakat bugün dîvân edebiyâtı ismi diğerlerini unutturmuş görünmektedir. Diğer taraftan, üniversitelerimizde İslâm öncesi Türk edebiyâtıyla İslâm kültürü içinde oluşan edebiyâtımız – batı kültürü etkisinde gelişen yeni Türk edebiyâtı dediğimiz edebiyâtla halk edebiyâtı kavramın dışında tutularak- eski Türk edebiyâtı adı altında okutuluyor. Bu çerçevedeki dîvân edebiyâtı kavramı Arap ve Fars -özellikle Fars- edebiyâtlarının geniş anlamıyla estetik kaideleri üzerine kurulmuş edebiyâtı içine almaktadır. Fakat günümüzün aydınları dîvân edebiyâtı deyince Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde oluşanı kastediyorlar. Bu düşünce elbette yanlıştır. Çünkü edebiyât bir dil olayıdır. XV. Yüzyılın ikinci yarısında, şive özelliklerindeki ayrıntılar bir yana bırakıldığında, Çağatay Türkçesinin büyük şâiri Ali Şir Nevâyî ile Osmanlı Türkçesi’nin Ahmed Paşa’sı ve Necâtî Bey’i arasında şiirlerinin estetik yapısı bakımından hiçbir fark yoktur. O halde dîvân şiiri denilince Hârezm, Hakanî, Çağatay, Azerî ve nihayet Osmanlı (daha isabetli bir deyişle Anadolu) şivelerinde yukarıda sözünü ettiğim estetik kaideler uyarınca yazılmış şiir anlaşılmalıdır.”[11]
Diğer taraftan, sınır tanımaz haliyle memleketler aşarak çok geniş bir coğrafyaya sirayetle te’sîrini göstermiş olan bu edebiyât türünün (divân edebiyâtının) estetik yapısını meydana getiren dil, üslûp, şiir, beyit, mısra, rübâî, gazel ve kasîde kavramlarına da dikkat çeken Mehmed Çavuşoğlu; aynı makalesinde bu kavramların üzerinde de etraflı açıklamalarda bulunmuştur:
“Şiir kelimesinin sözlük anlamı hususunda çok değişik görüşler vardır. Bu kelime aslında Arapça olduğu için, görüşler ve yorumlar da Araplar ve Arap diliyle uğraşan eski dil bilimcileri tarafından ileri sürülmüştür. Bunlara göre “şiir” kelimesi “şuûr” ile aynı köktendir, “bilmek ve bir mânâyı kavramak” anlamındadır; hiç düşünmeden, önce kurup kararlaştırmadan söylenen sözdür; Yemen’den Eş’âr b. Sebâ adlı biri konuşurken dâimî vezinli ve kafiyeli sözler söylediği için o tür sözlere eş’âr denilmiştir. Şiir kelimesinin ortaya çıkışı konusunda bunlara benzer pek çok söylenti var... Anlam konusundaki farklılıklara rağmen herkesin katıldığı görüş, şiirin en küçük biriminin kafiyeli ve vezinli iki mısradan ibaret olmasıdır. Buna beyt (Türkçedeki söylenişiyle) “beyit”) denilir. Beyt ise ev demektir. Bir evin o adı alması için nasıl içinde insan olması gerekiyorsa, beytin içinde de mânâ bulunmalıdır. Mısra kelimesinin sözlükteki anlamı “kapı”dır, her evin kapısı –her halde o zamana göre- iki kanatlı olur. Kapı kanatları nasıl ayrı ayrı birimlerse, mısraların da ayrı ayrı kurulması mümkündür. Ve her evin yapımı kapısı takıldıktan sonra bitirildiği gibi, iki mısra tamamlandıktan sonra beyit bitirilmiş olur. Bu tanıtma bize beytin bir cümle –bir bakıma en azından iki cümlecikten oluşan bir cümle- olduğunu, bir anlamı içerdiğini bildiriyor. Fakat bu kadarı yeterli değil elbette. Diğer taraftan anlamın kavranabilir olması, beytin kelimelerinin birbiriyle uygun olması, fazla kelime bulunmaması, bulunanların da pek az kimse tarafından anlaşılır garip kelimeler olmaması, gereksiz kelimelere beyitte yer verilmemesi, hele bu kelimelerin sadece belli bir bölge veya şehir halkı tarafından kullanılan az bilinir kelimeler olmaması, ayrıca söylenmesi kolay, kulağa ve ruha hoş gelenlerin seçilmesi gerek. Ve nihayet, en önemlisi, beyit nesre çevrildikçe bir usta nesir yazarı tarafından yazılmış gibi akıcı olmalıdır. Bu sözler dilin “insanlar arasında anlaşma aracıdır” tarifine dîvân şiiri nazariyecilerinin taassup denilmeye lâyık bir ısrarla bağlandıklarını gösteriyor. Bununla beraber muhammes, müseddes, muaşşer gibi beş mısralı, altı mısralı, on mısralı kıtalardan oluşan ve her mısraı birbiri ile kafiyeli olan şiirler de bazen bütün kıta bir bütünlük arz eder. Bu şiir biçimi olan rûbâi’lerde çok defa durum böyledir. Fakat dîvân edebiyâtında şiir denilince akla gazel geldiği, şâirler gazel söylemekteki hünerleriyle değer kazandıkları için yukarıdaki “şiirin en küçük birimi beyittir” tarifi umumiyetle gazel ve aynı nazım biçimi olan kasîdeler için söz konusudur. Dîvânlarda, birbiri ile anlam bakımından alâkaları hemen hemen bulunmayan beyitlerden oluşan gazeller çoğunluktaysa da yekâvaz ve yekâhenk denilen, bütünüyle bir konuyu işleyen gazeller de az değildir. Bir çok gazelde beyitler birbirini neyzen bakışıyla süzer gibi görünüyorsa da, şiirde aynı temin işlendiği veya her beytin aynı konuyu çağrıştırdıkları dikkat edildikte fark olunur. Redifli şiirlerde söz konusu durum daha yoğun bir görünüştedir.”[12
Mehmed Çavuşoğlu aynı makalesinin devamında; konuşma dili ile yazı dili arasındaki ayrılığın sebepleri üzerinde dururken, esâsen diller arasındaki te’sîrin karşılıklı olduğunu, dilimizin Arapça ve Farsça’nın te’sîrinde olduğu kadar, bu dillerin de Türkçenin te’sîrinde kaldığını ve bunun da tabiî bir durum olduğunu târihî veçhesiyle ve tafsilatlı olarak belirtmiştir:
“Samanoğulları, Gazneliler, Büyük Selçuklular ve Selçukluların yıkıntısı üzerine kurulmuş olan Atabeğler zamanında, doğuda, Türk şâirleri eserlerini Farsça yazmışlardı. Aralarında Hakanî, Nizâmî, Zahîr, Hüsrev, Sâib gibi dehâların bulunduğu yüzlerce Türk asıllı şâir ve onların izinden giden diğerleri, İran edebiyâtının zamanımızda en büyük şâiri sayılan ve son yıllarda çoğunlukla anadilinde, yani Türkçe yazan Şehriyâr’a kadar Farsça’nın en güzel örneklerini vermişlerdir. Türkler, Hindistan ve İran gibi kendi dilleriyle konuşanların azınlıkta olduğu ülkelerde devlet kurduklarında Farsça’yı edebiyat ve devlet dili olarak kullanmışlardı. Bu alışkanlık Türklerin çoğunlukta bulunduğu ülkelerde de bir süre devam etti. Nitekim XV. Yüzyılın sonlarında merkezi Herat olan Türk devletinde Ali Şir Nevâyî bu durumdan acı acı ve öfkeyle şikâyet etmiş, Türk şâirlerini kendi dillerinde yazmağa teşvik için, onları Türkçe’nin Farsça’dan üstün olduğuna inandırmak gayesiyle Muhakemetü’l-lugateyn (İki dilin yargılanması) adlı eseri yazmıştı. Doğuda Timur İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla ortaya çıkan devletlerde ve Anadolu Selçuklu devletinin yerinde kurulan beyliklerde halkın çoğunluğu Türk olduğundan, hükümdarlar ve beyler –özellikle Anadolu’dakiler- Türkçe’den başka dilleri pek iyi bilmediklerinden, sanat ve bilim adamları için eserlerini Türkçe yazmak zarureti ortaya çıkmıştı. Bu hareket Arap ve Fars dillerinde yazılmış dinî ve ahlâkî her türlü öğretici eserin Türkçe’ye tercümesi şeklinde başlamıştır. Söz konusu tercüme faaliyeti hükümdarlar tarafından teşvik ediliyordu. Günümüzde yazarın eserin geniş okuyucu kitlesinde gördüğü rağbetin belirlediği telif ücreti, kısaca ifâdesiyle hünerin maddî karşılığı, başta hükümdarlar olmak üzere devletin yüksek görevlileri tarafından sağlanıyordu. Şâirler, yazarlar ve bilim adamları eserlerini söz konusu mevkilerde bulunan kişilere sunarak karşılığında câize adı verilen bir tür telif ücreti alırlardı. Bu telif ücretinin miktarı da kendisine eser sunulan kişinin bilgisine, kültürüne göre değişirdi. Doğunun medeniyet târihine baktığımızda, kültürlü devlet adamlarının zamanlarında bilim ve sanat eserlerinin sayısında büyük artışlar görürüz. Sultanların ve devlet adamlarının çoğunun Farsça’yı iyi bildiği, Gaznelilerin, Büyük Selçukluların ve Atabeğler’in çevrelerinde toplanmış olan şâirler onlara sundukları kasîdeleri ve diğer aydınlara da hitap eden mesnevî, gazel, rübâi vb. türünden eserleri Farsça yazmışlardı. Geniş anlamıyla dîvân şiiri böylesi geleneği olan bir aydınlar edebiyâtı –alışılmış bir deyimle saray edebiyâtı- idi. Anadolu’da beylerin çevresinde toplanan şâirler ve yazarlar Türkçe fakat aynı nazım şekilleri içinde, aynı estetik kaidelere bağlı olarak, yani saray edebiyâtı geleneğiyle eserlerini veriyorlardı. Aşağı yukarı aynı eğitim basamaklarından çıktıkları ve benzer kültür ortamını oluşturdukları için kendilerine göre bir dil zevki oluşturmuşlardı. Dolayısıyla şiir ve nesirde Farsçanın ve Fars etkisiyle gelen Arapçanın kelime ve kavramları dile hâkimdi. Çünkü Nevâyî’nin yukarıda adı geçen eserinde belirttiği gibi, Türkçenin yapısı başka dillerden kelime almağa uygundur. Bu gün de başka dillerden kelimelerin akınına ve içimizdeki heveslilerin acayip kelimeler uydurmalarına engel olunamayışta dilimizin yapısındaki esnekliğin rolü vardır. Aslında Fars dili de Türkçenin, Hintçenin ve özellikle Arapçanın etkisinde kalmıştır. Başlı başına Arapça, Fars dilinin zenginleşmesinde büyük etken olmuştur. İran edebiyâtının en büyük şâiri olarak kabul edilen Hâfız’ın dîvânındaki Arapça kelime ve deyimlerin sayısı, XVI. yüzyılın ilk yarısında yaşamış ve hemen hemen hiç sistemli tahsil görmemiş olan Zâtî’nin şiirlerindeki Arapça ve Farsça kelime ve deyimlerden az değildir. Yeri gelmişken şu hususu da belirtmek gerekir ki, Fars dilinin ve edebiyâtının bizimkine etkisi batı medeniyeti dairesine adım attığımız XIX. Yüzyılda bile varlığını bir cazibe halinde muhafaza etmiştir. Dîvân edebiyâtına dil ve estetik açısından ilk ciddî saldırıyı yapan Namık Kemal’de dahi bu etki en geniş boyutlarıyla görünür. Diğer taraftan geçen yüzyılın büyük şâiri Yenişehirli Avnî Bey’in bir Farsça dîvânçesinin varlığını hatırlamak söz konusu etkinin ne kadar köklü olduğunu belirtmeye yeterlidir sanırım.”[13]
Bazı dîvan şâirlerinin şiirlerinden seçerek bir araya getirdiği güldeste mahiyetindeki çalışmalarını Dîvânlar Arasında adıyla yayımlayan Hocamız Mehmed Çavuşoğlu’nun bu şâheserini okuyanlar; dîvân şiirinin tarzı, mahiyeti, şekli ve şümûlü hakkında oldukça geniş bir bilgiye sahip olmaktadırlar. Ayrıca beyitlerle alâkalı olarak yapılan etraflı açıklamalardan, bu edebiyâtın öyle korkulacak bir tarafının olmadığı, bilâkis içine girildikçe insanı her bakımdan cezbedici bir mâhiyet taşıdığı hemen fark edilmektedir. Şimdi Hocamız’ın bu güzide eserinden mevzû ve muhtevâ bütünlüğüne sadık kalarak seçtiğimiz eşsiz güzellik ve zenginlikteki “Dîvân Edebiyâtı Kültürü ve Beyit Şerhine Dâir Ey Gül” başlıklı bir makâlesini vermekle iktifa edelim:
Ey Gül
“Fuzûlî bir gazeline:
Ey gül ne aceb silsile-i müşg-i terin var
Ey sevr ne hoş cân alıcı işvelerin var
beytiyle başlıyor. Yazının başlığını bu beyitten aldım. Açıklamasını, şu günlerde bütün gücünü ve zamanını Fuzûlî’nin gazellerini şerh etmeğe vermekte olan Prof.Dr.Ali Nihad Tarlan’ın eserlerinden kısmet olursa, yakında okuruz;
Gülün daha neleri var ki…
Fuzûlî, Kanunî Sultan Süleyman’ı övdüğü “gül” redifli kasîdesine:
Çıhdı yaşıl perdeden arz eyledi dîdâr gül
Sildi mir’at-ı zamîr-i pâkden jengâr gül
beytiyle başlar. Bu günkü dile çevirirsek “Yeşil perdeden çıkıp yüzünü gösterdi gül; temiz iç aynasından pası sildi gül” diyor. Yeşil çanak yaprağı içinden açılan, yani gonca iken gül olan çiçeğin bu değişimi bir yeşil peçe-veya perde-arkasından yüzünü gösteren bir güzelin kişiliğinde anlatılmaktadır. Bahar mevsiminin diğer bir adı bu edebiyâtta “mevsim-i gül”, gül mevsimidir. Uzun kış gecelerinde, soğuk binalarda sıkıntıdan içleri kararmış insanlar baharın gelişiyle bağlara bahçelere açılırlar, yiyip içip eğlenirlerdi. Fuzûlî, açılışıyle bahar mevsimini getiren gülün insanlara eski coşkunluğunu iâde edişini “temiz iç aynasından pası sildi” diye anlatıyor.
Kasîdenin sonlarına doğru:
Meyve ol sultân-ı âdildir nihâl-i devlete
Sâbıkâ gelmiş selâtin-i felek-mikdâr gül
“Önceden felek kadar sultanlar gül gibi gelmiş, fakat devlet ağacına meyve o adaletli pâdişâhtır” diyor. Böylece Fuzûlî, Kanunî’nin kendisinden önce gelen dokuz sultandan daha değerli olduğunu söylüyor. Açıkça “Ondan önce dokuz sultan geldi” diyerek değil, fakat “felek kadar geldi” diyerek bu fikri ifâde ediyor. Eskilere göre felek- yani gökyüzü- yedisi yedi seyyârenin (gezegenin) bulunduğu katlar, biri sâbitelerin (burçların) bulunduğu ve diğeri atlas olmak üzere 9 katlı olarak tasavvur edilirdi. Bu türden örtülü ifâdeler, klâsik şiirimizde az rastlanmayan örneklerdendir. Necâtî Bey, terkib-i bend şeklindeki Şehzâde Abdullah Mersiyesi’nin 2. bendinin 3. beytinde:
Yur ise kursa-i sâbûn-ı mihr ile yüzyıl
Bu yüz karasını mehden kaçan yuyar felek,
“Yüz yıl güneş sabunu ile yusa bile, ayın bu yüz karasını felek nasıl yuyar?” diyor. Burada, ayın üzerindeki lekeler yüz karasına benzetilmiş, ayın ışığını güneşten alışı vâkıasından hareketle, güneşin ayın yüzünü temizleyip parlatmasından söz edilmiştir. Fakat akla şu soru hemen geliyor: Şehzâde’nin ölümünden ayın ne gibi bir suçu olabilir? Neden ay sorumlu tutulsun? Üçüncü bendeki şu beyitte biz bu soruların cevâbını buluyoruz:
Söyündü şem’i vü dağıldı cem’i cuma günü
Bu şem’-i neyyir ü ol cem’i târmâra dirîğ
“Cuma günü mumu söndü ve meclisi dağıldı; bu parlak muma ve o darmadağın meclise yazık!”, Öğreniyoruz ki Şehzâde Abdullah Cuma günü vefat etmiştir. Eski yıldız bilimcilere göre yedi gezegenin her birinin haftanın yedi gününden ve gecesinden biri üzerinde etkisi vardı. Ayın da pazartesi gününe ve Cuma gecesine (Perşembe gününü Cuma gününe bağlayan geceye) etki ettiğine inanılırdı. Târih kayıtlarına göre şehzâdenin Cuma günü vefat ettiğini biliyoruz. Çok mümkündür ki bu vefat ânı, zaman olarak; Perşembe gününü Cuma gününe bağlayan geceye rastlamıştır.
Gül redifli kasîdeler 16. yüzyılda pek boldur. Klâsik edebiyâtımızda bu çiçeğin bir çok türü anılmaktadır. Bunlardan birisi iki renkli (sarı-kırmızı) güldür ki “gül-i ra’na” dedikleridir. 18. yüzyılın başlarında vefat etmiş Arpaemîni Sâmî:
Dü nîm olursa da ten dilde ârzû birdir
Dü reng ise gül-i ra’nâ aceb mi bû birdir
“Ten iki bölüm olsa da gönülde arzû birdir; gül-i ra’nâ iki renkli olsa nolur, kokusu birdir” diyerek bu gülden söz eder.
Klâsik şiirimizde “serv-i gül-endâm, serv-i gül fürûş, serv-i semen” diye anlatılan da, üstüne sarmaşık gülü veya yediveren gülü dediğimiz gülün sarıldığı servidir. Bu gül serviyi öyle kaplamıştır ki, servi görünmez olmuştur. Gül, rengi ve biçimi yönünden bir çok şeye benzetilmiştir veya birçok şey güle teşbih olunmuştur. Bunlardan biri de kulaktır.
Nergis, kenarındaki kirpiyi andıran taç yapraklarıyla göze nasıl benzetilmişse; çene, çukuruyla şekliyle elmaya benzetmişse; saç koyu rengi ve lüle lüle biçimiyle sünbüle benzetilmişse, aynı şeklî münâsebetten hareketle gül de kıvrım kıvrım haliyle kulağa benzetilmiştir. Kimbilir, belki bu benzetişin vech-i şebehlerinden biri de gülün bülbülün feryâdlarını hep dinleyip durmakla kalmasıdır. 16.yüzyılın şâirlerinden Âhî:
Kandasın ey serv-kad bağın gül ü nergisleri
Göz kulağ olmuş durur sen serv-i bâlâdan yana
“Nerdesin ey servi boylu sevgili ki, beklerken bağın gülleri ayak sesini duymak için kulak oldular, nergisler de göz, diyor. Bâkî’nin:
Gül hasretinle yollara tutsun kulağını
Nergis gibi kıyamete dek çeksin intizâr
beyiti, aşağı yukarı Âhî’ninkiyle aynı anlamı ihtiva etmektedir. Yine Necâtî Bey’in:
Hüsnün sıfatın tâ kim diye işide dâim
Gülşende gül ü gonca gûş u dehen olmuşdur
Senin güzelliğinin niteliklerini söyleyip dinlemek için, çiçek bahçesinde gül kulak ve gonca da ağız olmuştur” beyti bu durumu kuşkuya yer kalmayacak bir açıklıkla belirtmektedir.”[14]
Netice-i Kelâm
11 Temmuz 1987 Cumartesi günü elîm bir trafik kazasında kaybettiğimiz Mehmed Çavuşoğlu Hocamızı bir kere daha milletçe rahmet, minnet ve şükrânla yâd ediyoruz. Ebedîliğe inananlar, milletlerine ebedî kıymete haiz eserler bırakırlar. Mehmed Çavuşoğlu, Türk Milleti’ne bıraktığı eserleriyle ebediyen yaşayacak bahtiyarlarımızdandır. “Âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanından efdaldir” Hadîsi Şerîfi mucibince, Mehmed Çavuşoğlu’nun kalemi hep bu azîz milletin güzelliklerini yazmaya devam edecektir.
[1] Dîvan Edebiyatı’nın yukarıda isimleri belirtilen temsilcileri Prof.Dr.Faruk Kadri Timurtaş’ın “Tarih İçinde Türk Edebiyatı” adlı eserinden (Vilâyet yayınları, İstanbul 1981) alınmıştır.
[2] Dr.Müjgan Cunbur; “Ali Nihad Tarlan’ın Makalelerinden Seçmeler, (Prof.Dr.Ali Nihad Tarlan Hayatı ve Eserleri) s. 3;
Atatürk Kültür Dil-Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayınları (Yayın N0:45); Ankara -1990
[3] Prof.Dr.Mehmed Çavuşoğlu, “Dîvanlar Arasında”, s.102,103; Kitabevi yayınları, İkinci Baskı İstanbul-2006
[4] Dr.Müjgan Cunbur;.a.g.e s. 5;
[5] Prof.Dr.Osman Fikri Sertkaya, “Mehmed Çavuşoğlu (15/01/1935-17/07/1987), Hayatı ve Eserleri”; İstanbul Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1986-1993, c.XXVI, s.XI-XXXII adlı makaleden alınmıştır.
[6] Zeynep Uluant, “Gidenlerin Ardından”; Sanatalemi Kürsüsü, 30 Kasım 2007 -İstanbul
[7] Mehmet Nuri Yardım, “Çavuşoğlu Hocanın Doğum Günü”; Sanatalemi Kürsüsü, 15 Ocak 2008 – İstanbul
[8]7 Yeni Rehber Ansiklopedisi, c.13, s.340; Türkiye Gazetesi İhlâs Holding Yayınları -İstanbul-1994
[9] “Bu Şarkılar” ile “Acı Bayram” adlı şiirler; Mehmed Çavuşoğlu’nun 22 Ağustos 2007 tarihinde Perşembe Sarayköy’deki
kabri başında Ahmet Şahin, Zeki Ordu ve Mustafa Şıvgın’ın merhûmun kardeşi Gündüz Ali Çavuşoğlu ile yaptıkları
mülâkatta kendisinden alınmıştır.
[10] Yeni Rehber Ansiklopedisi a.g.e, s.340
[11] Prof.Dr Mehmed Çavuşoğlu, “Dîvân Şiiri”; Türk Dili (Aylık Dil Dergisi), (Makale sayfası: 1, 2); Temmuz(415)-
Ağustos(416)-Eylül(417)-Ankara-1986
[12] Prof.Dr Mehmed Çavuşoğlu, a.g.d. (Makale Sayfası: 2, 3)
[13] Prof.Dr Mehmed Çavuşoğlu, a.g.d. (Makale Sayfası: 9,10,11)
[14] Prof Dr. Mehmed Çavuşoğlu, “Dîvanlar Arasında” (Dîvân Şiirinin Şerhine Dâir), Kitabevi Yayınları 2. Baskı Ekim
2006-İstanbul “Ey Gül”; s. 21,22,23,24
*Türkiye ve Avrasya Yazarlar Birliği Üyesi