İNSAN HAK VE HÜRRİYETLERİ

Ahmet ŞAHİN

İnsanlık bugüne gelinceye kadar pek çok bâdirelerden geçmiştir. Yaratılış hikmetine ve sırrına zıt olarak en ağır işkencelere, en katmerli zulümlere mâruz kalmıştır. Dokunulamaz ve devredilemez maddî ve mânevî varlığı incitilmiştir. Beşerî zaafları o’na ateş, barut ve gözyaşını mîras olarak bırakmış, fezâyı kaplayan çığlığı ise ‘raf’ta hep yankılanıp durmuştur.

“İnsan Hakları” kavramı; fert, cemiyet ve toplum hayatında baş gösteren insan hak ve hürriyetleri ile ilgili ihlâllerden ve ödenen ağır bedellerden sonra 1215 senesinde Batı’da ilk defa insanî mes’ele olarak ele alınmış, 1776 Virjinya Bildirisi ile hukukî metin hâlini almış daha sonra 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ve nihâyet 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyânnâmesi ile yazılı hâle getirilerek anayasalara dâhil edilmiştir.[1]

Ne yazık ki, insanlığın bunca yıllık elde ettiği haklara(!) ve yaşadığı acı tecrübelere rağmen, insan hak ve hürriyetleri alanında yazılanlar ve söylenenler tatbik sahasına konulamamış ve bu metinler inandırıcılıklarını önemli ölçüde yitirmişlerdir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında, “Soğuk Savaş Dönemi” ve sonrasında toplu katliamlar devam etmiş ve hâlen de etmektedir. Meselâ, içinde bulunduğumuz 2000’li yıllarda da; Çeçenistan, Saraybosna, Azerbaycan (Hocalı, Karabağ), Kırım, Keşmir, Filistin (Kudüs, Gazze), Afganistan, Pakistan, Irak (Kerkük Musul), Suriye, Sudan, Somali, Doğu Türkistan, Cezayir, Kosova, Tacikistan, Arakan, M(i)yanmar, Lübnan ve Ürdün… gibi Türk-İslâm coğrafyalarında halen Müslüman kanı akmaya devam etmektedir.

Günümüzde âdil olan güçlü, güçlü olan âdil olmadığı için “Hakk” ve “ adâlet” tecelli edememekte ve aslî sahibine verilememektedir. Nice zamandan beridir bu alanda yapılan tatbîkatlarda hep “hak” kuvvetlinin kudretiyle mütenâsip hâle getirilmiştir. Başka bir ifâde ile, mazlûm, kudretlinin insafına terk edilmiş ve ancak onun izin verdiği ölçüde hakkını arayabilmiştir. Bu durum ise, insanlığın fikir p(i)lânında ulaşmış bulunduğu cihânşumûl seviyeye tamamen zıt bir hâldir.

Şâir ve yazar kardeşimiz Zeki Ordu, son olarak Ortadoğu’da yaşanan zulüm, vahşet, dehşet ve sonu gelmez gaddarlık münâsebetiyle “Ağlayan Ortadoğu” başlıklı bir şiir yazmıştır. Zeki Ordunun hançeresinden kalemine damlayan bu şiir, âdeta kimsesizlerin sükût’a bürünmüş çığlığı gibidir. Şâirimiz bu şiirinde, “yeni dünya düzeni” adı verilen “düzensizliğin” maskelenemez çirkin yüzünü büyük bir maharetle gözler önüne sermektedir.Bu şiir; zâlimin zulmüne ve ona rızâ gösteren bilcümle suç ortakları ile; insânî melekeleri tamamen dondurulmuş bulunan günümüz insanlığının; insafsız, vicdansız ve idrâksiz kara-koyu taassubuna karşı asîl bir haykırışın ifâdesidir:

“Ne ses kaldı, ne sedâ, kimsesiz vatan ağlar;
Sahipsiz topraklarda, kefensiz yatan ağlar.

Çocuklar paramparça, her tarafta sis duman;
Babalar savaşırken analar her an ağlar.

Yapılan katliâma, kayıtsız kaldı dünya;
Sâdece derûnundan, sâhib-i îmân ağlar.

Ne cephe var ne mevzi, kurşun yağar her yandan;
Böyle bir hâle ancak, vicdânı olan ağlar.

Timsahın gözyaşları, inandık sanmasınlar;
İnsâfı olan hariç, gerisi yalan ağlar

Eli kolu bağlanmış, çaresiz bunca insan;
Aşikâre zulm görür, aslında nihân ağlar.

Nice ocaklar söndü, baharı göremeden;
Harâp olan yerlere, mevsim-i hazân ağlar.

Hûn-hârca cinâyete savaş diye ad kondu;
Bu vahşet karşısında, içleri yanan ağlar.

Kalpler kaskatı olmuş, duymuyorlar feryâdı;
Herkes kendi keyfinde, sahipsiz Lübnan ağlar.

Hazreti Ömer’in ve Selahaddîn’in şehri;

Can çekişmekte Kudüs, Filistin yaman ağlar.

Mazlumun gözyaşları, ah’ının fevkindedir;
Bir gün boğar zalimi, onlar da o an ağlar.

Yâr ağlar, yârân ağlar; cân ağlar, cânân ağlar,
Söz bürünmüş sükûta, sessizce lisân ağlar.”[2]

“Yunan aklı, Roma nîzâmı, Hıristiyanlık ahlâk ve hassasiyeti üzerine kurulan Batı Medeniyeti”[3] nin insan hak ve hürriyetleri mevzû’undaki tavrı daima çifte standartlı, sahte ve ikiyüzlü olmuştur. Sâdece Endülüs Engizisyon vahşetleri” dahi, Batı Medeniyeti’nin insana bakış açısını göstermeye kâfidir. Batı’nın bu iki yüzlü ve maskeli sahtekâr tavrını en iyi teşhis, tespit ve teşhir eden ise; hiç şüphesiz ki, Millî Şâirimiz Mehmed Âkif Ersoy olmuştur:

“Tükürün Ehlî Salîb’in o hayasız yüzüne!

Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!

Medeniyyet denilen maskara mahluku görün!

Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün![4]

.......................................................................

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz....

Medeniyyet denilen kahbe hakîkat yüzsüz!”[5]

İnsan nedir? Neye memurdur? Mâhiyeti ve yaratılmışlığının sırrı, maddede ve mânâda işgal ettiği yer neresidir? Kendisini akıl ve mantık dâiresi içerisinde hesaba çekebilen her insan, bu gibi suâllerin doğru cevaplarını bulabilir. Fakat son Dîni İslâm, son Kitabı Kur’ân-ı Kerîm ve son Peygamber-î Zişân Efendimiz Hazretleri (Sellallahü Aleyhi Vesellem), Ebedî Risâlet’ini bütün insanlığa en mükemmel bir şekilde “tebliğ” ettiklerinden dolayıdır ki; artık insan beyninde olması muhtemel en küçük bir “şüphe” de kalmamıştır. Bilinmektedir ki; kâinat, bir lâhza’da insanın (Âdem’oğlu’nun), yüzü-suyu hürmetine yaratılmıştır. İslâmî akîde’ye göre, yaratılmışların en üstünü ve şereflisi de yine insandır. Yüce Allah’ın bol rahmeti, bereketi, gazabından çok mağfireti, keremi hep insan içindir.[6] Sâdece ve sadece hakîkat”e ve o’nu tebliğ”e memur olan insanı; “Biz gerçekten Âdem Oğulları’nı mükerrem ve şerefli kıldık”[7] meâlindeki Âyet ile iltifâta mazhar bulan Allah Teâlâ (Celle-Celalühü), O’nu Kâinat’ın merkezine yerleştirerek “Ekmel Varlık[8] sezgisiyle donatmıştır. Böylece Yüce Allah, kendi sırrını insana bahşetmiş, insanın sırrı ile de tekrar kendisinin bilinmesini istemiştir. Bunu: “Ben insanın en büyük sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım[9] Kutsî Hadîsi’nden anlıyoruz.[10] “Ahseni Takvim” üzre yaratılmış bulunan insanda esâsen mevcut olan, fakat bir türlü idrâk edemediği kendi (z’âtı’yla) varlık sebebiyle alâkalı hikmetli derin sırrın mükemmel târifini, yine Âkifin aşağıdaki mısrâlarında buluyoruz:

“Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,

“Muhakkâr bir vücûdum” dersin ey insan, fakat bilsen.

Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir,

Avâlim sende pinhandır, cihânlar sende matvîdir.

.............................................................................

Musaggar cirmin amma gâye-i sun’i İlâhîsin;

Bu haysiyetle pâyânın bulunmaz bîtenâhîsin!

Edîb-i kudretin beytü’l-kasîd-i şi’ri olmuşsun;

Hakîm-i fıtratın bir anlaşılmaz sırrı olmuşsun!”[11]

[Haberdar olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,

“Aşağılık bir varlığım” dersin ey insan, fakat bilsen.

Senin mahiyetin hattâ meleklerden de yüksektir;

Âlemler sende saklıdır, cihânlar sende toplanmıştır.

..............................................................................

Cismin küçücüktür ama Allah’ın sanatının zirvesisin;

Bu itibarla sonu gelmez, bitmez tükenmez bir varlıksın!

Güzellikler yaratan Kudret’in şiirinin en güzel beyti olmuşsun;

Yarattığını en iyi bilen Allah’ın bir anlaşılmaz sırrı olmuşsun!]

Malikü’l Mülk, Ahkâmü’l Hâkimin olan Allah Teâlâ; “Ben bir kenz-î mahfî (gizli hazine) idim. Görünmek için bu âlemleri yarattım.”[12] “Göklerin, yerin ve içindekilerin mülkiyeti Allah’a âittir.” (Maide 5/17)[13] “O sabredenler, kendilerine bir musibet geldiği zaman, 'Biz (her şeyimizle) Allah'a âidiz ve şüphesiz O'na dóneceğiz’, derler”(Bakara 156)[14]; “…Ben dilediğim kimseyi azabıma uğratırım. Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.”(A’raf 156)[15] Buyurmak suretiyle ve mülkün asıl sahibi olarak; “yaratma kudretinin yaratılan üzerindeki bahşetmiş olduğu hakkı başka hiçbir varlık ve kudretin bahşedemeyeceğini” bildirmiştir.

Haksızlık, zorbalık ve zulüm mevzûsunda da “beşerî zaafları olan insanı: “Hiç kimseye zulmetmeyiniz, size zulmedilmesine de asla müsâade etmeyiniz.”[16] kat’î emri ile ikaz eden İslâmiyet; kulun, kula kulluk etmesini yasaklamıştır.

Allah’ın Resûlü, insanlığın hidâyeti için bir “Rahmet ve Merhamet Peygamberi” olarak gönderilmiş ve “On sekiz bin Âlem’in Serveri, Otuz üç bin Ashâb’ın Rehberi” olarak selâmlanmıştır. Bu bakımdan “Resûlüllah’ın tebliğ ettiği ve te’sisine muvaffak olduğu İslâm Medeniyeti’ndeki hürriyet mefhumu ile Batı’daki ve günümüzdeki hürriyet mefhumu çok farklıdır. Günümüz hak ve hürriyet beyânnâmelerinde hürriyet, “başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir.’ şeklinde tarif edilirken; İslâmiyet 14 asır evvel hürriyeti şu şekilde târif ve kabûl etmiştir: “Ne kendisine ve ne de başkasına zarar vermemek şartıyla meşrû dâirede istediğini yapmaktır”. Hazreti Peygamber devrinde “Medine Anayasası” diyebileceğimiz “sahife” adlı metin; ilk hak ve hürriyetler beyannâmesi olarak vasıflandırabileceğimiz “Vedâ Hutbesi” ve Kur’ân-ı Kerîm ile Hadîslerdeki insana âit hak ve hürriyetlerle alâkalı beyânlar, günümüzdeki mânâsıyla bir çok hak ve hürriyetleri tâyîn ve tespit etmiştir.”[17]

Hazreti Peygamber Efendimiz’in Ebedî Risâlet’inden ilhâm alan ve kalbi daima “İ’lâ-yı Kelimetullah”aşkı ile çarpan Türk Milleti; İslâm Dini’nin nûranî aydınlığında birbiri ardınca kurduğu cihân devletleriyle;Cihân Hâkimiyyeti Mefkûresi”ni, üç kıta ve yedi iklim’de yaymış ve böylece Türk-İslâm Kültür ve Medeniyetinin göz kamaştırıcı bir parlaklığa erişmesine vesile olmuştur. Anadolu, Orta ve Batı Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu, Afrika, Kafkaslar, Hint Alt Kıtası ve Arap Yarımadası’nda Türk İslâm Kültür ve Medeniyyeti’nin silinmez izleri bugün dahi mevcuttur. Bu husûsta sadece bir fikir vermek üzere şu dört san'at şaheserini; İstanbul’da Süleymâniye Camî’ni, Konya'da Sultân Hânı', Hindistan'da Tac Mahal'i,[18] Edirne'de Selimiye Camî'ni dünyada eşi ve benzeri olmayan eşsiz âbideler arasında misâlen zikredebiliriz.

Adalet timsâli olarak ise; kendi Mahkemesinin Kadısının: “Suçlu Ayağa Kalk!” âvâzına muhâtap olan Türk Sultânından başka bir Hükümdâr’ı tarihler kaydetmemektedir. Yine târihi kayıtlarda; “Üç Kıt’a ve Yedi İklim”deki unutulmaz adı, “Sultanlar Sultânı-Hükümdârlar Hükümdârı” diye anılan; “Dîn’in ve Devlet’in Direği Doğu’nun ve Batı’nın Âdil Sultân’ı unvanlarına mazhar olmuş Türk Sultânları’ndan başka bir millete mensup hükümdâr göstermek keza mümkün değildir

Diğer taraftan; muhteşem bir mâzîyi, yine muhteşem bir irfân ile [kültür,(hars)] yoğurup taçlandırarak âtî’ye bağlayan yegâne millet Türk Milleti’dir. Beşeriyete yön verdiği kabûl edilen ve kültürler arasında âdeta köprü vazîfesi görmek, muvâzene (denge) kurmak gibi son derece hayâtî ve târihî rolleri her devirde oynamış olan târihin en eski kadîm milleti yine Türk Milletidir. Bütün bunlar da bize; Türk-İslâm Kültür ve Medeniyeti'nin her bakımdan cihânşümûl bir mâhiyyet arz eden çok ileri ve yüksek bir seviyeye ulaştığını göstermektedir.

Türk hâkimiyeti altında bulunan topraklarda daima "dirlik içinde birlik", sulh ve sükûn hiç eksik olmamıştır. Anadolu topraklarına ebedî Türk Mührü”nü vuran ve Bizans’ın mağrur İmparatoru’nu dize getirdikten sonra, o’na: “Artık hürsünüz İmparator, Ülkeniz’in başına dönebilirsiniz!”diyen Selçuklu Sultânı Alp Arslan ile; yaklaşık olarak dört asır (382 sene) sonra fethe dâir ilmî ve fikrî dirayeti neticesinde dünya harp tarihine akıl almaz “taktik ve s(ı)trateji dehâsı” olarak geçen ve dahî; kendi mukadder âkibetini derin bir sükût içerisinde bekleyen Bizans’ın Doğu Roma Merkezi İstanbul’a haşmetle girişinden paniğe kapılan halka: “Benim şâhâne-i gazâbımdan korkmayınız!”[19] fermânı ile; cihânın bütün insanlık ailesine en üst perdeden “insan hakları” dersi veren Fâtih Sultân Mehmed Han Hazretleri’nin; asla basit ve kuru birer cihângirlik dâvâsı peşinde koşmadıkları mevzûsunda hemen bütün târihçiler hemfikirdir. Millî, dinî, ahlâkî, insanî ve İslâmî bakımlardan Cihân’a hükmetmek ve bu hükümrânlığı hakkaniyyet ve adâletle taçlandırarak kalıcı hale getirebilmek için Sultân Alp Arslan ve Fâtih çapında birer Sultân-ı Cihân olmak ve onların ulvî dâvâlarının derin tecessüs sırrına mâlik olmak lâzımdır. İşte bu imân ve inançladır ki; Cihân Hâkîmiyetine giden yolun ilk müthiş ve muazzam Kanûnnâmesi’ni fermânlaştıran Fatih Sultan Mehmed Hân Hazretleri; devletinin sarsılmaz temellerine “İ’lây’ı Kelimetullah” düstûrunu hâkîm kılmıştır. Hazreti Peygamber Efendimiz’in tebşîrâtına da mahzar olmuş bulunan bu Cennetmekân dâhî Sultân: ...Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar!”[20] Buyruğu ile o andan itibaren “Gökkubbe”nin emniyetini, sulh ve sükûn’unu asırlarca teminât altına alacak olan Cihân Hâkimiyyeti Mefkûresi”ni de kuvveden fiile geçirmiş, böylece İstanbul Fâtihi olarak târihteki emsalsiz, ebedî ve şerefli yerini almıştır.

Her ân gönlü Allah ve Resûl aşkı ve muhabbeti ile çarpan Fâtihin; askerî, siyasî ve fikrî dehâsının çapını ve ulvî dâvâsı’nın dünyevîlik ve uhrevîlik arz eden mâhiyyetini aşağıdaki kendi Şiirinden öğreniyoruz:

İmtisâl-î câhidü fillâh olubdur niyyetüm

Din-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm

Fazl-ı Hakku himmet-i cünd-i Ricâlullah ile

Ehl-i küfri ser-te-ser- kahr eylemekdür niyyetüm

Enbiyâ vü evliyâya istinâdum var benüm

Lütf-i Hakdan’dur hemân ümmid-i fethü nusretüm,

Nefs-ü mal ile n’ola kılsam cihânda içtihâd

Hamdü li’llah var gazâya sad-hezârân rağbetüm

Ey Muhammed mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile

Umarım gâlib ola a’dây-ı dine devletüm[21]

[Niyetim, Allah yolunda cihâd etmektir. Bütün gayretim sâdece İslâm’(ın muzafferiyeti )içindir.]

[Niyetim, Allah’ın inayeti, mânevîyat erlerinin (evliyânın) himmeti ile dinsizleri baştanbaşa kahr eylemektir.]

[Ben, Peygamberlere ve evliyâya dayanırım. Fetih ve başarı ümidim, sâdece Allah’ın) lûtfuna bağlıdır.]

[Dünyada nefsim için çalışsam ve mal çokluğu ile kuvvet(güç) kazansam ne önemi var. Allah’a hamd olsun, benim rağbetim gazâyadır.]

[Ey Muhammed, umarım ki senin mucizelerinle, devletim din düşmanlarına galip gelecektir.]

Görüldüğü üzre, İstanbul Fâtihi büyük Türk Hakanı Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretleri’ne göre bu yol; “Türk Kızıl Elma” idealinin Cihân Hâkimiyyeti’ne açılan ve asla geri dönülemez, Allah Resûlü’nün, Sevgililer Sevgilisi Yüce Peygamber Efendimiz’in muştuladığı “ebediyyet yolu”dur.

Hak ve hakikatten uzaklaşmış bulunan günümüz insanlığının maddî ve mânevî buhranı ise artarak devam etmektedir. “İnsan haksızlıklara karşı isyan eden ulvî ülküsünden, Eşrefî Mahlûkat olan şerefli sıfatından arınmış, ahsen-i takvîm makamından ayrılarak kaybolmuş, âdeta iğdişleştirilmiş ve sadece Yaratıcı’ya kul olması gerekirken, başkalarına kul olmuştur.”[22] Sözümüzün burasında da yine yalnız “Hakk’ın rızâsı’nın emrine” baş koyan Fâtih’i dinleyelim:

Yok durur zulme rızâmuz adle biz mâillerüz,

Gözlerüz Hâkk’un rızâsın emrine kaillerüz.

[Biz adalete meylederiz, zulme rızamız yoktur.

Allah’ın emirlerini tebliğ eder, rızasını gözetiriz.]

Netice itibari ile, insan hak ve hürriyetleri ile alâkalı imzalanmış bulunan çeşitli milletler arası beyânnâmelere, (sözleşmelere, bildirgelere, k(ı)riterlere) rağmen; insanlığın topyekün içine düşmüş bulunduğu âcziyyet fevkalâde düşündürücüdür. Ve fezâ’yı kaplayan, A’raf’ta yankılanan o “çığlık”; Mehmed Âkif’in aşağıdaki mısralarında dillendirdiği veçhile; kendisini duyacak, gözyaşını silecek, rûhâniyyetini saracak; şefkat, merhamet ve rahmet iklimine hep hasrettir…

“Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep;

Medyûn O’na cemiyyeti, medyûn O’na ferdi.

Medyûndur O’masûma bütün beşeriyyet...

Ya Rab, bizi Mahşerde bu ikrar ile haşret!”

[Dünya neye sahip olmuşsa hep O’nun (Yüce Peygamberimiz’in vergisi sâyesindedir.

Ferdi ve cemiyeti O’na (Yüce Peygamberimiz’e) borçludur.

O (Yüce Peygamberimiz’e) günâhsıza bütün bir insanlık borçludur.

Ya Rab Âhiret’de haşir günü bizi bu söz ve kelâmları ifade ederek dirilt’]

* Eğitimci Şâir ve Yazar

Türkiye ve Avrasya Yazarlar Birliği Üyesi

[1]. Doç. Dr. Ahmed Akgündüz, Resulullah’ın Tebligatında İnsan Hakları ve İnsana Saygı; Ebedî Risâlet

İzmir 1993. Cilt 1, s. 217.

[2] Zeki Ordu, Ağlayan Ortadoğu, Türkiye Gazetesi 20/08/2006-İstanbul. (Eğitimci Şair ve Yazar Zeki Ordu, halen Ünye’de bir dönem (2006-2007) yayın hayatını sürdürmüş olan “Sükût” adlı bir kültür ve edebiyat dergisinin de genel yayın yönetmenliğini yürütmüştür. Haşiye:10’ncu Beyt, İsrail’in Filistin’e (Gazze’ye) saldırısı [7 Ekim 2023] münâsebetiyle tarafımdan eklenmiştir. A.Ş.)

[3].Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu Büyük Doğu Yayınları, İstanbul-1988; s. 18.

[4].Prof. Dr. Ömer Faruk Huyugüzel, Yrd. Doç .Dr. Rıza Bağcı, Arş. Gör. Fazıl Gökçek, Mehmet Âkif Safahat (Orijinal Metin-Sadeleştirilmiş Metin-Notlar.) İstanbul, Cilt 1, s.388.

[5].Mehmed Âkif – Safahat Age. Cilt 2, s.842.

[6] Ahmet Şahin, Asrımızın Kâmil İnsanını Yetiştirmek; Boğaziçi Aylık Kültür ve Sanat Dergisi Ekim 1984; Sayı 28, Boğaziçi Yayınları İstanbul; s. 37.

[7] Doç. Dr. Ahmed Akgündüz, Cilt 1, Age. s. 216.

[8] Mustafa Çağrıcı, İslâmda Eğitim-Ahlâk Meseleleri ve Toplum Kalkınması; İslâm üzerine Düşünceler s.10,

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Ankara-1988; s.10.

[9] Necip Fazıl Kısakürek Age. s.108.

[10] Ahmet Şahin, Pîri Türkistan Hoca Ahmed-î Yesevî... ve Dîvan-ı Hikmet’ten Seçmeler; Tarih ve Medeniyet

Dergisi; İhlas Holding Yayınları-İstanbul Eylül 1995;.Sayı 19; s.41.

[11] Mehmed Âkif, Safahat Age. Cilt 1, s. 148.

[12] Necip Fazıl Kısakürek, Age, s.167.

[13] Dr. Ahmet Tabakoğlu, İslâm İktisat İlkeleri Işığında Birlik ve Kalkınma; İslâm Üzerine Düşünceler

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Ankara-1988; s.101.

[14] İbn Acîbe el-Hasenî (Tercüme: Dr. Dilaver Selvi), Bahrü’l – Medîd fî-Tesîri’l- Kur’âni’l- Mecîd Kur’ânın Tefsiri ve Tasavvufî İşâretleri I. cilt, Semerkand Yayınları (1’nci Baskı); İstanbul-2011; s. 481.

[15] İbn Acîbe el-Hasenî (Tercüme: Dr. Dilaver Selvi), Bahrü’l – Medîd fî-Tesîri’l- Kur’âni’l- Mecîd Kur’ânın Tefsiri ve Tasavvufî İşâretleri 3. cilt, Semerkand Yayınları (1’nci Baskı); İstanbul-2012; s. 465.

[16] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Devlet Başkanı olarak Hazreti Muhammed, Ebedî Risâlet 1993-İzmir; s.139.

[17] Doç. Dr. Ahmed Akgündüz, Age. Cilt 1; s. 216-219

[18] Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliği’nin Meseleleri, s.69, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları:17; -Ankara -1966; s. 69.

[19] Ahmet Şahin, Türk Milliyetçiliği’nin Dayandığı Temeller; Boğaziçi Aylık Kültür ve Sanat Dergisi, İstanbul- Aralık 1983, Sayı: 18; s. 20, 21.

20 Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı; Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yay. İstanbul-1999; s. 80.

[21] Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, age. s. 93.

[22] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, age, Cilt 1, s.133, 134.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.