ABD İÇİN EL YIKAMAK ZOR DEĞİL…

Ali BİLİR

Pontius Pilatus. Filistin’in Romalı valisi. Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesini emreden adam. Bu insan, günümüz Hristiyanlığı tarafından masum, hatta mübarek bir kişi olarak görülür. Zira Pilatus, idam kararını verirken elini bir tas suya sokup “ellerimi bu adamın kanından yıkıyorum” demiştir. Anlayacağınız, Roma gibi büyük güçlerin ahlakı el suya girene kadardır: Elinizi güzelce yıkadıktan sonra Hz. İsa’yı bile öldürebilirsiniz, o bir tas su tüm kanı günahı alır götürür.

 ABD için el yıkamak zor değil. Bugüne dek elini pek çok milletin kanından yıkadı. Bugün ‘Kızılderili’ denince aklımıza çadırda yaşayan yarı çıplak insanlar geliyor. Ama beyazlarla beraber yaşayan, onlar gibi giyinen, onların lisanını konuşan, çocuklarına İncil’den ad koyan Kızılderililer de vardı. O Kızılderililer de, diğer soydaşları gibi topraklarından sürüldüler. Ömür boyu açık hava hapishanelerinde yaşamak zorunda bırakıldılar. Sadece iki suçları vardı: Tenlerinin rengi ve sahip oldukları toprakların zenginliği.

 Bir asır sonra… Amerikalılar, Kızılderilileri övücü nitelikte filmler yaptılar. Böylece, geçmişin ayıbı güya geçmişte kalmıştı. Elbette hiç kimse, Kızılderililerden çalınmış topraklara bina edilmiş evini, iş yerini Kızılderililere iade etmedi.

 ABD, Hawaii’yi ortada hiç meşru sebep yokken ele geçirdi (1893), bu ada krallığının kültürünü ve lisanını ortadan kaldırdı. Aradan on yıllar geçti. Dilenen bir kuru özür ve takımadaya eyalet statüsünün verilmesi çoktan asimile olmuş “yerli”lere Washington’u affettirdi.

 ABD, Filipinleri işgal etti (1898) ederken de takımadanın dokuz milyonluk nüfusunun bir milyonunu katletti. Özellikle Müslüman Filipinliler korkunç bir kıyıma uğradılar. Bu katliamı bugün hiç kimse hatırlamıyor, Filipinliler dışında tabii.

 II. Dünya Savaşının sonunda Amerika, Japonya’ya iki kez atom bombası attı. Bombalar atıldığında savaşı fiilen kazanmış bulunuyorlardı. Japon donanması ve hava kuvvetleri imha edilmişti. Japon şehirleri Amerikan gemileri ve uçaklarınca kesintisiz bombalanıyordu. Yalnız Hiroşima gibi birkaç şehir, atom silahının deneme sahaları olarak, sağlam bırakılmıştı.

 Japonlar, tarafsız ülkeler aracılığıyla barış talebinde bulundular. Bu talep görmezden gelindi ve bombalar atıldı. Atomla vurulan ikinci şehir Nagasaki silahsız Hıristiyanların yaşadığı bir kentti. Bombanın atıldığı nokta, Doğu Asya’daki en büyük kilisenin az ötesiydi. Nagasaki’nin yok edilişi, dünya basınına ‘Japonya’da büyük bir askeri üs bombalandı’ manşetleriyle yansıtıldı.

 Amerika Vietnam’da on sene savaştı. Güya, müttefiki Güney Vietnam’ı komünist Kuzey Vietnam karşısında asla yalnız bırakmayacaktı. Fakat dengeler değişti. Güneydoğu Asya önemini yitirdi. 1972 yılında ABD, Çin ve Rusya ile hangi gizli anlaşmaları yaptıysa yaptı ve askerini Vietnam’dan çekiverdi. Bugün haritaya bakarsanız orada Güney Vietnam diye bir ülke göremezsiniz. Çünkü Amerikalılar askerlerini çektiler; çektiler ve “zaten haksız bir savaştı” dediler. Ve tüm suçu Nixon’un üzerine attılar. Irak Savaşı’ndan sonra, tüm suçu Bush’un üstüne attıkları gibi.

 Bush, 2003’te Irak işgal edildiği esnada Amerikan tarihindeki en sevilen başkandı. Yapılan anketlere göre, Amerikalıların % 90’ı onun politikalarını destekliyordu. 11 Eylül Saldırılarından sonra kendini zayıf hisseden Amerikan halkı, iki İslam ülkesinin işgal edilmesiyle özgüvenini tekrar kazanmıştı. Afganistan’da, Taliban destekçisi olmakla suçlanan aşiretler imha ediliyordu. Bir Amerikan istihbaratçısı, o günleri: “Gelen ihbarların asılsız olduğunu biliyorduk. Ama umursamadık. O sıradaki politikamız ‘şu küçük kara tenli herifleri bir güzel becerin’ şeklindeydi…” diye anlatmaktadır.

 Amerikan halkı savaştan hevesini aldı ve sıra el yıkama faslına geldi. Başkan Bush, bir kahramanken günah keçisine dönüştü. “Bizi kandırdın,” diyordu Amerikan halkı. “Bizi gereksiz bir savaşa soktun.” Amerikan tarihinin en sevilen başkanı, ansızın en çok nefret edilen başkan olup çıktı.

 Bush gitti, Obama geldi. Yeni başkan muazzam sevgi gösterileriyle karşılandı ve derhal Nobel Barış Ödülü aldı. Sözde barış havarisi Obama, Ortadoğu’ya Bush’un getirdiğinden daha büyük acılar yağdırdı. Arap Baharı yaşandı, Suriye İç Savaşı başladı. IŞİD sahneye çıktı. Amerikan, İngiliz, Fransız, Rus jetleri Suriye semalarında kol gezdi ve kımıldayan her şeyi havaya uçurdu.

 Milyonlarca Suriyeli mülteci haline düştü. Gittikleri her yerde hayvan muamelesi gördüler. Amerika, bir yandan ‘devletsiz millet’ Kürtleri korumaktan bahsediyor; bir yandan devleti olan milletleri devletsizleştiriyordu.

 Ve Amerika, Obama’dan da elini yıkadı. Obama, zamanla halkın sevgisini ve desteğini kaybetti. Aciz bir başkan olarak görülür oldu. Artık Obama, Putin karşısında zayıf duran, Ortadoğu’da Rusya’yı avantajlı konuma getirmiş başkandı. Kulislerde, Suriyenin bölüneceği ve ardından parçalanma sırasının Suudi Arabistan’a geleceği konuşuluyordu. Ortadoğu’daki tüm devletler ufalanıyor, bölünüyor, küçük devletçiklere ayrışıyordu.

 Obama’dan sonra kendine güçlü lider arayan Amerika, oyunu Trump’tan yana kullandı. Obama devrinin günahlarından elini yıkadı, arındı. Yeni başkanın iktidarında neler olacak, inşallah yaşayıp göreceğiz.

 Bazı ilkel kabilelerde şöyle bir töre vardır. Kabile, önce güçlü bir reisin etrafında birleşir. Sonra komşu bir kabileye savaş açılır. Savaş kazanıldıktan sonra kabile, kendi başarısından korkmaya başlar. Pek çok ganimet alınmıştır ama alınan ganimetler kanlıdır. Kabile, suçluluk duymaya başlamıştır, kendini kirlenmiş hisseder. Temizlenmek için en kestirme yol, reisi kurban etmektir. Reis öldürülür, cesedi binlerce parçaya ayrılır, toprak reisin kanıyla sulanır. Kabile, vicdanen rahatlar. Savaşta kazandığı ganimetlerin keyfini çıkarmaya başlar.

 Dünyamızı, ne acıdır ki ilkel kabile zihniyetinden kurtulamamış bir millet yönetiyor. Amerikalılar vadesi dolan başkanı (genellikle) öldürmüyorlar ama onu kınayarak, lanetleyerek baştan uzaklaştırıyorlar. Sonra da temiz bir sayfa açıp ganimetleri yiyorlar. Ve vicdanen ne kadar zayıf olsalar da, son derece kurnazlar.

 Bugün, Amerikanın bazı eyaletlerinde benzinin litresi yarım dolara satılıyor. Amerikan gazeteleri, benzin fiyatlarının düşüklüğünden yakınıyor: Benzin bu kadar ucuz olunca gençler daha sık araba kullanıp daha çok hız yapıyormuş, bu yüzden trafik kazaları artıyormuş.

 Amerika, bir enerji bolluğu yaşıyor. Obama’nın İran’la yaptığı anlaşmadan sonra, İran piyasaya muazzam miktarda petrol sürdü. Suudiler, İran’la rekabet etmek için daha çok petrol çıkardı. Irak, IŞİD ile yaptığı savaşın masrafını karşılamak için kuyularını tam kapasite çalıştırıyor. Aşırı üretim petrol fiyatlarını aşağı çekiyor ve petrolün ucuzlaması, ABD’nin rakibi Rusya’nın canını yakıyor.

 Yani Amerika, elinin ucuyla bütün İslam alemini çekip çevirdi ve kendi kesesini ağzına kadar doldurdu.

 Peki ya Türkiye?

 Bizler de, Suriye’ye dair tüm hayallerin sabun köpüğü gibi patladığına şahit olduk. Birileri, bize piyangodan bir imparatorluk çıkacağını sanmıştı. Güya Esad gidecekti, Suriye Türk himayesine girecekti.

 Onun yerine, dört milyon mülteciyle baş başayız. Onları toplumsal hayata entegre edemiyoruz, nasıl entegre edeceğimizi de bilmiyoruz. Önümüzdeki on yıllarda Kürt sorununu bile gölgede bırakacak nice sosyal krizlerin tohumu olarak, toprağımıza ekili halde, bekliyorlar.

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.