Eşkıya Selo ve oğlu….

Ali BİLİR

Batman, 1980

Eşkıya Selo, Batman’ın yabancısı idi; ama büsbütün yabancısı da sayılmazdı. Yabancısı idi, çünkü bu şehrin sokaklarında hiç gezmemiş, kaldırımlarında hiç yürümemişti. Oysa senelerdir Batman’ın havasını teneffüs ederek yaşıyordu. Burada doğmuştu Selo, ama o doğduğunda bu topraklarda Batman diye bir kent yoktu.

Demir parmaklıklı penceresinde sigarasını içerken, bir şehrin kuruluşunu seyretmişti. Her tükettiği paketle, kent biraz daha büyümüştü. Her çektiği nefeste, bir tuğlanın üstüne bir diğeri ekleniyordu. Apartmanlar boy atıyor ve minareler göğe yükseliyordu. Her cuma, sela verildiğinde irkilirdi: Camiler, inananları kurtuluşa çağırıyordu; ama Selo bu çağrıya cevap veremezdi. Bir mahkumdu Selo. Yirmi iki sene evvel eşkıyalıktan yakalanıp içeri girmişti. Aslında asılması gerekirdi; ama 1960’da, ‘ihtilal’den sonra çıkan afla boynunu ilmekten kurtarmıştı. Hapishane hapishane gezmiş, nihayet buraya, Batman Cezaevi’ne yerleştirilmişti.

O tüfeği omzuna vurup yol kesmeye başladığında, buralarda bir iki köy vardı yalnızca. Harici bomboş topraktı. Tarlalar vardı, otlaklar vardı. Kıraç tepeler vardı; yaban hayvanlarından ve kendisi gibi yabanileşmiş insanlardan başka kimselerin uğramadığı tepeler...

***

Hamid Ağa’nın ağalığı, ünvandan ibaret kalmıştı. Eskiden, İluh köyünün ağasıydı. Bugün İluh diye bir yer yoktu. Devlet petrol kuyuları dikmiş, rafineri dikmiş, okullar yapmıştı. Devletin kurduğu kent: Batman, köyleri bir bir yutmuş ve hazmetmişti. Kerpiç evleri midesinde öğütmüş, yerlerinde beton kuleler çıkarmıştı. Hamid Ağa’nın iki apartmanı vardı. Birinde kiracı rafineri işçileri kalıyordu. Birinde kendisi, akrabaları ve yanaşmaları.

Yanaşma, ellerini böğründe kavuşturup: “Ağam,” dedi; “bir adam gelmiş. Hırpani, yaşlı bir herif. Hapisten yeni çıktığını söylüyor, seni sordu. Gariban bir şeye benziyor, ama…” Gerisini getirmedi, gereği yoktu gerisini getirmenin: Hamid Ağa’nın omuzları birden dikleşmişti. Her ağa gibi onun da hasımları, kanlıları vardı. Devlet, dört sene evvel onu ve düşmanlarını buluşturmuş, iki tarafı zorla barıştırmıştı ama…

“Aradın mı adamın üzerini?”

“Silah çıkmadı ağam. Ayak diretti, gitmiyor. Hamid Ağa’yı göreceğim deyip durur.”

Hamid Ağa kaşlarını çattı. Silahsız bir misafirle görüşmemek ödleklik olurdu, ağalığın şanına yakışmazdı. “İyi, gönder gelsin.”

İçeriye bir adam getirdiler. Eski püskü bir şapkası vardı adamın, şapkayı çıkarmış elinde tutuyordu. Utana sıkıla, bakışlarını Ağa’dan kaçıra kaçıra dikiliyordu. Hamid Ağa, gözünün ısırdığı çehreyi uzun uzun, gözünü kısa kısa inceledi. Sonunda:

“Senin yaşlı dediğin adam benden genç.” dedi yanaşmaya. Ayağa kalktı, misafire yaklaştı.

“Selahaddin, sensin değil mi? Seni saldılar demek.”

“Saldılar ağam.” dedi Selo utana sıkıla. Asıl adı Selahaddin’di, babası Selahaddin Eyyubi gibi adil ve hayırlı bir insan olsun diye bu adı koymuştu. Dağa çıkınca, herkes ona Selo demeye başlamıştı. Benimsemişti bu ismi, yeni adı bir eşkıyaya uygundu.

“Ben salmazlar sanmıştım. Çok halt karıştırdın, Selahaddin. Çok canlar yaktın.”

Adam, benzi karararak boynunu büktü. “Otur hele, otur.” dedi Ağa, elini onun omuzuna vurarak. Selo’yu bir koltuğa oturttu. Kendisi de bir koltuğa otururken: “Sen git.” dedi yanaşmaya. Yanaşma, başıyla selam verip çıktı. Ağa, yanaşmanın iyice uzaklaşmasını bekledikten sonra:

“Ne ararsın burada, Selahaddin?” Sesinin tonunda soru ifadesi yoktu. Cevabı zaten tahmin ediyordu.

“Oğlumu ararım, ağam. Karım –Allah rahmet eylesin– onu Hamid Ağa evlatlık aldı, dedi.”

“Aldım ya. Sana bilenenlerden birisi çıkar da çocuğa zarar verir diye korktum. Neler yapmadın, Selahaddin? Katırsız Bilal’in çiftliğini yaktın. Oğlu evden çıkamadı da yandı, küçük çocuktu daha. Anası çocuğu kurtarayım derken az daha gözünden oluyordu. Yüzünün aha şu kadarı yandı…” diye, eliyle suratının sağ yarısını kapatarak gösterdi. “O gün bugündür yüzünde yanık izleri durur kadının. Çok ah aldın.”

“Gençtik o zaman, ağam. Cahildik.” Bunu söylerken yüzü yerdeydi. Ama gözlerinde, bir an bulutların arasında parlayan şimşek gibi, donuk bir parıltı beliriverdi. Belli ki gençliğini, gücünün kuvvetinin yerinde olduğu günleri hatırlamıştı. Herkesin, Eşkıya Selo’nun huzurunda tir tir titrediği günleri.

Bir görünüp kaybolan o vahşi parıltı, Hamid Ağa’nın dikkatinden kaçmadı. “Oğlun okudu, Selahaddin.” dedi Ağa. “Sana hiç benzemesin diye hukuk mektebine gönderdim oğlanı. İstanbul’da yaşıyor.”

Selo, tam iki dakika, hiçbir şey söylemeden oturdu. Oğlunun yüzünü hatırlıyordu. Ufacık, yuvarlacık bir surat. Şakağında ufak bir yara izi vardı. Sapanla kuş avlayayım derken nasıl becerdiyse kendini vurmuştu da, taşın izi kalmıştı şakağında.

Karısı öldü öleli, haberini alamaz olmuştu oğlunun. İhtimaller içinde bunalmıştı: İyi bir adam mı olmuştu oğlu, yoksa bir serseri mi? Fakir miydi, ağanın eteği gibinde yarı aç yaşayan bir hizmetçi miydi yoksa? Şimdi ihtimaller dağılmıştı. Demek ki oğlu, büyük adam olmuştu. Yirmi iki sene evvel, yüksek bir kürsüden Selo’ya gözlerini dikip: “İdamına…” diyen cüppe sahipleri gibi büyük bir adam.

Selo hem sevinmişti, hem de içini bir hüzün kaplamıştı. Oğluyla tekrar görüşmek için, dayanılmaz bir istek duydu. Eşkıya Selo, insanları hiç sevememişti ama oğlunu özlemişti.

Hamid Ağa onun yüzünden geçenleri okudu, açık bir kitabı okur gibi: “Seni ona göndereyim, ister misin? Evlendi, iki evladı bile var. İkinci çocuğu yeni doğdu daha. Oğlunun oğullarını görmüş olursun, ne de olsa dedelerisin.”

“İsterim, ağam. Fakat beni görünce tanır mı ki? Sen kimsin be adam, demesin? Kafa kağıdımı göstersem bile, aynı soyadına sahip binlerce adam vardı bu yörede.”

“Ben mektup yazarım, sen onu oğluna gösterirsin. Önceden telefon da eder, geleceğini söylerim.”

Selo başını sallayarak evetledi. Cebine güzel bir cüzdan, bir miktar da harçlık koydular. Sırtına yeni gömlek, yeni ceket verdiler. Gara götürüp onu İstanbul’a yolcu ettiler.

***

Selo, hayatında ilk defa İstanbul’a gelmiş, ilk defa vapura binmişti. Elinde adres yazılı kağıt, sora sora, adresi kendi okuyamadığı için kağıdı başkalarına göstere göstere, oğlunun hanesini aradı. Soğuktan insanın eli ayağı kesiliyordu. Kendi bildiği toprağın kışı gibi değildi İstanbul’un kışı; daha sertti, acıydı.

Oğlu kendine benziyor muydu? Onu gördüğünde, kendi gençliğini görmüş gibi mi olacaktı? Düşündükçe yüreği pişmanlıkla burkuluyordu. Evladının büyüyüşünü görememişti. Nasıl bir adam olmuştu, oğlu? Boyu uzun mu kısa mıydı, sesinin tonu nasıldı? Çok şey kaçırmıştı Selo.

Zararın neresinden dönsem kardır, diyordu. Bugüne kadar namusla yaşamak nasip olmamıştı; ama ileride bugünden sonrası vardı. Düzgün bir hayat sürmek istiyordu artık, haysiyetli bir hayat.

“Şu adresi arıyorum” dediğinde, bir apartmanı işaret ettiler. Oğlunun evini bulmuştu. Okuma bilmese de rakam biliyordu, kapı numaralarına baka baka merdivenleri çıktı.

Bir kapı. Oğlunun evinin kapısı. Selo farkına varmadan, adres kağıdını elinde sıktı, buruşturdu. Zile basınca ne olacaktı? Oğlu onu nasıl karşılayacaktı? Hayatında ilk defa, kalbi korkuyla çarpıyordu. Jandarmaya kurşun sıkarken korkmamıştı bu kadar. Makineli tüfek takırdarken, haydut arkadaşları devrilip kan kusarken bu kadar korkmamıştı.

Kapı aralandı. Selo zile basmamıştı, kapının ardındaki kişi birinin eşikte beklediğini fark etmiş ve kapıyı açmıştı. Genç sayılacak bir kadın –oğlunun karısı mı?– kapıyı biraz açmıştı, sadece yüzünü gösterecek kadar.

“Selahaddin Bey misiniz?” diye sordu kadın. Selahaddin ağzını açtı ama sesini çıkaramadı, başıyla evetledi. Sen kimsin diyecek oldu, diyemedi; soran gözlerle baktı kadına.

“Beyim, eşi ve çocuklarıyla beraber şehir dışında.” dedi kadın. Selo’yu iyice süzdü. Hapis yıllarının zayıf düşürdüğü, avurtları çökmüş bu adamdan zarar gelmeyeceğine kanaat getirmiş olacak ki kapıyı iyice açtı. Üstünde tulum gibi bir kılık vardı, elleri tozluydu. Hizmetçiydi herhalde. “Bir saniye…” diye mırıldanıp kapıdan çekildi, geri döndüğünde şişkin bir zarf tutuyordu. Bu zarfı Selo’ya uzattı.

“Nedir bu?” Selo tahmin ediyordu, ama zarfı alırsa kadının başka bir şey söylemeden kapıyı kapatacağından korkuyordu.

“Para.” diye cevapladı kadın. Zarfı, Selo’nun burnunun dibine doğru uzattı. Selo yutkundu; çatallanmış bir sesle, güç bela konuştu:

“Oğlum… torunlarım… ne vakit gelirsem onlarla…”

“Ne zaman gelecekleri hiç belli olmaz.” dedi kadın. Kaşlarını öfkeyle çatarak zarfı tekrar uzatınca, Selo zarfı almak zorunda kaldı. Kapı çat diye kapandı; Selo, çaresiz ve yılgın, ne yapacağını bilemez halde, kapının dışında kalakaldı.

Oğlu, onu kabul etmemişti. Görüşmek istememişti. Utanmıştı babasından. Ona ‘eşkıyanın oğlusun’ dediklerinde, belki de nefret etmişti babasından.

Selo’nın içine bir gariplik çöktü. Gözleri nemlendi, merdivenlerden inerken hayatında ilk defa ağladı.

***

Bir hafta kadar sonraydı. Gece parkta yatan evsizleri toplamaya gelen polis bir bankta, hareketsiz yatan yaşlıca bir adam buldu. Bu, diğer evsizlerden farklı bir adamdı. Zira ceketi, tozlanmış olsa da çok yeniydi. Memurlar, ilk önce onu sarhoş olup parkta kendinden geçmiş bir beyefendi sandılar. Dürttüklerinde, adam uyanmadı.

Merhumun üzerinde, gıcır gıcır bir deri cüzdan bulundu. Ne cüzdandan, ne ceketin ceplerinden hüviyet çıkmadı. Ceketin iç cebinde, mühürü bozulmamış bir zarf içinde, yüklü meblağda para bulunmuştu. Bir de mektup vardı: Zarfına adres yazılmamış, başına isim yazılmamış, muhatabı belirsiz bir mektup.

Cüzdanda ayrıca, küçük bir oğlan çocuğunun siyah beyaz fotoğrafına rastlandı. Resim kırışmış ve silikleşmiş olsa da, çocuğun şakağında bir yara izi seçilebiliyordu.

Polisler, merhumun hırpani ve tohuma kaçmış çehresi ile, kıyafetinin düzgünlüğünü bağdaştıramadılar. Merhumun ceketi çalmış olduğuna hükmedildi. Muhtemelen, yeni ücret almış birini takip etmiş, bir punduna getirip onun ceketini aşırmıştı. İşlediği suçun verdiği ürkeklikle, çaldıklarını harcamayı ertelemişti: Pek çok hırsız yapardı bunu. Fakat zarftakileri yemek nasip olmamıştı: Ecel, ona fırsat vermemişti.

Bu mealde bir belge hazırlayıp damgaladılar. Naaşı, belki sahibi çıkar diye bir aylığına morga kaldırdılar. Kayıp yakınlarını arayan kişilere onun fotoğrafını gösterdiler. Bir ayın sonunda, bir Cuma günü, naaşını devletin dini görevlilerine teslim ettiler.

Cuma namazından çıkan cemaat, bir kimsesizin defnedilmek üzere olduğunu görünce, sevabına saf tutup cenaze namazına durdu. Birkaç dindar gönüllünün omuzlarında kabristana taşınmazdan evvel rahmetlinin Sübhanekesi, Fatihası okundu,

Cemaatte, kimin namazını kıldığından habersiz, şakağında yara izi taşıyan genç bir avukat vardı...

ALİ BİLİR

 

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.