“Atatürk, Ankara’yı kuşatan ıssız bozkıra mutlulukla bakabilen nadir devlet adamlarındandı.”
**
6 Ekim 1923. Lozan Barış anlaşması onaylanmış. Yabancı askerler, geldikleri gibi, İstanbul’dan gitmişler. Yabancı işgal kuvvetlerinin İstanbul'dan ayrılması, gündeme hükümet merkezi sorununu getirmiş.
Millet Meclisi’nde, başkentin İstanbul olmasını isteyenler çoktu. Ankara soğuk, konforsuzdu; civarı çıplak bozkırdı. Pek çok vekil İstanbul’un cümbüşlü gece hayatını, Boğaz’ın güzelliğini özlüyordu. Fakat İstanbul’a kaçmak, Anadolu’yu kaderine terk etmek değil miydi? Gelibolu milletvekili Celal Nuri Bey şöyle diyordu:
“Biz Ankara’nın yazın tozuna, kışın çamuruna katlanmalıyız ki; Anadolu’nun bütün gereksinmelerini anlayabilelim ve ona göre derdine deva olalım. Beyler! Bir hükümet… merkezi İstanbul’da bulundukça Anadolu’yu biraz güç düşünür.”
Mustafa İsmet Paşa (İnönü), Ankara'nın başkent oluşunu öngören önergeyi 9 Ekim 1923'te, on dört arkadaşı ile birlikte TBMM'ne verdi. Ankara hükümet merkezi olunca, hilafet ve saltanat bir bakıma devletimizin dışına atılmış oluyordu. Dört gün sonra kabul edilen tek maddelik yasa ile Ankara, yeni devletin başkenti oldu. Böylece devlet merkezinin İstanbul olacağı yolundaki çekişmelere son verildiği gibi, Cumhuriyet’in ilanı için de bir adım atılmıştı.
Ülke emperyalist devletlerden kurtulmuştu. Fakat asıl büyük düşmanlar henüz yenilmemişti. Bu düşmanlar, asırlardır Türk’ün yakasını bırakmayan tüm illetlerdi: Yoksulluk, bilgisizlik, hurafe ve hastalık…
Mustafa Kemal Paşa; başkent Ankara’nın imarına özel bir önem verir. Ankara’yı çağdaş bir kent haline getirmek için belediye imkanlarının kafi gelmeyeceği tabiidir. Bu nedenle, 1928’de 1351 sayılı kanunla Ankara Şehri İmar Müdürlüğü kurulur.
Mustafa Kemal döneminde Ankara’yı modern bir kente dönüştürme çabalarının ayrıntılarına girmeden önce başkentin eski durumunu sergilemekte yarar var. Ankara başkent olmadan önce Osmanlı taşrasının geneli gibi bir-iki katlı kerpiç evlerden oluşan bakımsız, yoksul, küçük bir Orta Anadolu kasabası görünümündedir. İçme suyunun mahalle çeşmelerinden sağlandığı, kanalizasyonun bulunmadığı bu küçük kasabaya elektrik ancak 1925 yılında gelebilmiştir.
Ankara’nın bu kadar kötü bir görüntü içinde bulunmasında 1916 yılında geçirdiği büyük yangın da rol oynamıştı. Üç gün süren ve Refik Halit Karay’ın deyimiyle “yakacak bir şey kalmadığı”için sönen yangın bu küçük kasabanın neredeyse üçte ikisini yok etmiştir.
O günün Ankara’sında başkente yakışır, modern hayat tarzına uygun konutlar yoktu. Kentin alt yapı sorunları dahil tüm sorunlarını çözecek bilimsel bir şehir planına ihtiyaç vardı ve bu amaç doğrultusunda yapılan ilk plan: ‘Lörcher Planı’ oldu. İkinci plan ise; 1929 yılında açılan yarışma sonucu belirlenen ‘Jansen Planı’dır.
Buna göre yeni Ankara’da, 1500 hektar üzerine toplam 270 bin kişi yerleştirilecek, yoğunluk düşük tutulacak, çok katlı apartmanlara izin verilmeyecekti. Kent estetiği öncelikli sayılacak; spor alanlarına, çocuk bahçelerine, yeşil alanlara özel önem verilecek, atık su ve kanalizasyon sorunu çözülecekti.
Konutlar, ister blok ister tek yapı olarak tasarlanmış olsun, bütün konutlar güneş ışığını en çok alacak şekilde tasarlanacak, mutlaka ön ve arka bahçeleri olacaktı.
***
Bu noktada duralım; ve o günlerde Mustafa Kemal ile Jansen arasında geçen ünlü bir diyaloğu nakledelim:
“Yansen (Jansen) tercüman aracılığı ile konuşmakta idi. Ata’ya bir sual sordu:
“Bir şehir planını tatbik edebilecek kadar kuvvetli bir idareniz var mıdır?
Atatürk kızdı… Koca memleketi yedi düvelin elinden kurtarmışız. Bir ortaçağ saltanatını yıkarak yerine yeni bir yeniçağ devleti kurmuşuz. Bunca devrimler yapmaktayız. Bütün bunları başaran bir rejimin bir şehir planını tatbik edebilecek kuvvette olup olmadığı nasıl sorulabilirdi? Biraz sertçe cevap verdi.
Dik kafalı Prusyalı:
“Belki sizin hakkınız var.” dedi. “Biz Almanya’da bile türlü güçlüklere uğruyoruz da, onun için sormuştum.” (Atay, 1968: 488)
Yeni Ankara, sadece bir siyasi merkez değil, ayrıca bir eğitim kenti olarak tasarlanmıştı. Bu amaçla peşpeşe fakülteler kuruldu: Dil–Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Terbiye (Eğitim) Fakültesi, Siyasi Bilgiler Fakültesi, Ziraat ve Veteriner Fakülteleri. Senfoni okulu, Konservatuar, Askeri Akademiler inşa edildi. Çok sayıda hastane yapıldı. Müzeler ve kültürel faaliyet mekanları açıldı: Hitit Tarihi (Bugünkü Anadolu Medeniyetler) Müzesi, Etnografya Müzesi, Büyük Tiyatro Binası, Türk Ocağı (Şimdiki Resim ve Heykel Müzesi).
Ankara’nın nüfusunun 50 yıl sonra 250–300 bin civarında olması öngörülmüştü. Bu hedefe sadık kalınsaydı, 1977 yılına gelindiğinde Ankara’nın nüfusu yaklaşık 300 bin olacaktı.
* * *
Milli Mücadele yıllarında Ankara’yı ziyaret eden Fransız gazeteci Georges-Gaulis şöyle yazmıştı:“Ankara’daki bu ortamı tam anlamıyla tarif etmek imkansız. Asya’nın gürlemesi buraya ses dalgaları halinde geliyor ve yakın geleceğin muamması ateşten harflerle yazılıyor. Ankara Asyalıların isteklerini çeken, birleştiren bir mıknatıs gibi.”
Avrupalılar, yüz seneden beri Asya kıtasını çiğnemeye alışmışlardı. Hindistan İngiltere’nin malıydı. Defalarca işgal edilen Çin artık bir kukla devletti. Bir defasında İngiliz ve Fransız askerleri, imparatoru aşağılamak için Çin sarayının her yerine büyük abdestlerini dahi yapmışlardı. Asya’da o veya bu devletin sömürgesi olmayan neredeyse tek karış toprak yoktu. Avrupa’lı ordular istedikleri her toprağı ezip geçmişti –Ankara yakınlarına gelene kadar…
Emperyalizme direnmeyi başaran ilk Asya kenti, acaba kendi şehirleşme planına sadık kalabilseydi, bugün diğer Asya başkentlerinin görünümü nasıl olurdu? Ankara, belki de bağımsızlığa kavuşan diğer Asyalı milletlere bir örnek teşkil edecekti.
Asya başkentleri bugün birer keşmekeş, birer kabus. Delhi, Tahran, Pekin, Tokyo beton, çelik ve camdan yapılma şekilsiz birer arı kovanı. Her Asyalı halk, Nuh’un gemisine koşar gibi kendi ülkesinin başkentine akın etmiş. Her dört Malezyalıdan biri, başkent Koala Lumpur’da yaşıyor. Güney Kore nüfusunun yarısı, başkent Seul’e üşüşmüş.
Ankara, neden Atatürk döneminde planlandığı üzere gelişmedi?
Falih Rıfkı Atay Çankaya isimli eserinde o dönemi şu sözlerle anlatır: “Herkes saklayıp ileride satmak üzere arsa edinmek hırsına kapılmıştı. Şehir imarlarının başlıca düşmanının spekülasyon olduğunu düşünecek halde bile değildik. Bunlar yeni devletin ‘kusur”ları değil, ‘tecrübesizlikleri’ idi… Yansen Planının spekülasyoncular (…) elinde iflas etmesine yandığım kadar hiçbir şeye yanmam. Bizim polisin elinden bir yankesici kaçamaz: Fakat bir ev, bir mahalle, bir şehir kaçabilir: Buna akıl erdirebilir misiniz? … Onun için nerede arsacılar lehine bir plan değişikliği duyarsanız, hemen hırsızlığa hükmediniz.”
Ankara, spekülasyona ve ranta yenik düştü. İmar planlarındaki en küçük değişiklik, bazıları için çalışmakla kazanamayacakları büyük paraları elde etmenin kolay bir yolu oldu. Bu hırs ne doğaya, ne kutsala hürmet etti: Atatürk’ün millete bağışladığı Orman Çiftliği arazisinin yarısını talan ettiler. Asırlık Hacı Bayram’da dualara kebap kokusu karışır oldu. Bir Kocatepe Camii yaptılar, beton yığını mübarek: Her yanı rantiye.
Atatürk, Ankara’yı kuşatan ıssız bozkıra mutlulukla bakabilen nadir devlet adamlarındandı. Onun gözünde bu boş ve bakir arazi dünyanın en temiz, en yeşil şehrini kurmak için bir fırsattı. Başkentin her semtinde geniş parklar, mesire yerleri olacaktı: Örneğin bugünün Kızılay meydanı, tümüyle park olarak düşünülmüştü.
Gazi Paşa’nın vizyonu gerçekleşmedi, gerçekleştirilmedi. Dilleri hangi ideolojiyi konuşursa konuşsun asıl ideolojisi vahşi kapitalizm olanlar, Ata’nın Ankara’sını mahvettiler. Parka, bağa, bahçeye geleceğin konut, iş hanı, AVM parselleri diye baktılar. Ve gölgesini satamadıkları her ağacı kestiler…..