ÖLÜMSÜZLÜK ÜZERİNE

Ali BİLİR

   Şehit Ülküdaşım, Başkanım MuhsinYazıcıoğlu’nu rahmet ve özlemle anıyorum. Ruhu şad mekanı cennet olsun.

    ***

   Ölüm. Doğan her gün batar. Her dolunay ince bir hilal olana dek eriyip gözden yiter, yeşil toprak her kış kuruyup donar. Yakılan ateş söner, her yaprak sararıp dökülür; ağaçlarda boy veren sürgünler kurur.

   Fakat güneş tekrar doğar; Ay gökte yeniden belirir, kışın ölen tabiat baharda yeniden dirilecektir. Közler bir dokunuşta harlanıverir; dökülen yaprağın yerine yenisi çıkar, kupkuru kesilmiş ağaçtan taze filizler biter. Doğayı seyreden ademoğlu, ölümün ardından dirilişin geldiğini böyle açıkça görür: Dünyada, vefatı insan için son olarak gören tek kültür yoktur.

   Eski Mısır, bedenden çıkan canın kabirde beklediğini; ruhun ise mezardan çıkıp gezindiğini düşünürdü. Güneş akşam terkettiği dünyaya sabah nasıl geri geliyorsa, ruh da muntazaman cana geri dönecekti. Can, ruhu beklerken aç kalmasın diye Mısırlı, atasının kabrine yemek götürür; mezarı soygunculara karşı korurdu. Öbür dünyanın, mezarın bir aynası olacağına inanıyordu. Kabir duvarlarına asmalar, salkım salkım üzümler, ağaçlar resmederdi –ölen yakınının öbür dünyadaki yurdu da bahçelerle dolu olsun diye. Tabutun başucuna küçük biblolar koyardı: Yeni avlanmış ördekler taşıyan genç kızlar, Nil’e ağ atmış balıkçılar, ekmek öğüten değirmenler, fırınlar, yelkenli tekneler…

   Yeniden buluşan can ve ruh elele, batan güneşin ardından uçacaktı… ve ölüler diyarına vardığında, mezara çizilmiş o şahane bahçeleri bulacaktı. Güzel kızlar ördekler getirecekti onlara, balıkçılar dolu sepetlerle çıkagelecekti; fırından mis gibi taze ekmek kokuları gelecekti burunlarına. Kilden bir modelken gerçeğe dönüşmüş yelkenlilerle öbür dünyanın ruhani Nil’inde, akşam gezintisine çıkılacaktı.

   Kızılderililerin –Göller Yöresi kabilelerinin– cenneti, tıpkı Mısırlılarınki gibi, “güneşin battığı yer”deydi. Verimli, uçsuz bucaksız bir av arazisiydi bu cennet. Adam öldürmemiş, beyazların öğrettiği tembellik ve sarhoşluk gibi günahlardan sakınmış her Kızılderili oraya gidecekti. Hem orada beyazlar da yoktu –beyaz adam, ölünce başka bir yere, Hıristiyan inancındaki Cennet’e gidiyordu. Bir Kızılderili için, içinde beyaz adam olmayan bakir ve tabii topraktan alâ cennet olur mu?

   Melanezya yerlileri ise cenneti öyle uzaklarda aramazdı. Onlara göre cennet, hangi adada yaşıyorlarsa onun yanıbaşındaki filanca kayalıktı. İnsanın fani gözüne pek ufak ve çirkin gelen o kuru taşlar; ruhların gözünde çok güzel birer memleketti. Dedeleri, nineleri hep orada, gözlerinin önünde, el sallansa görülecek kadar yakındaydı. Çağırılsa, ruh duyar da gelmezdi; zira cennetin nimetlerinden ayrılmak istemezdi. Ruhlarla konuşmak bu yüzden şamana düşerdi: Şaman transa geçer, etten kemikten kılıfını bir an atıp o kayalığa süzülür, ruhlara danışırdı. Ve eskiler, şamana bilgeliklerini belletirdi: Şaman, transtan kimi zaman bir kehanet, bazen yeni bir şarkı, yahut yeni bir dans öğrenmiş olarak dönerdi.

   Kimi şamanlar ölüler diyarındaki ruhlardan birine aşık oluyor; sevdiği ruhla evlenip onunla manevi bir aile kuran şamanlar da oluyordu. Şaman zaten evli ise, fani eşine bu kutsal nikahı kıskanmamak düşerdi. Diriler dünyası ile ruhlarınki arasındaki ayrım işte bu kadar inceydi.

   Hintliler, ölümden sonra başka bir bedende tekrar doğacaklarına inanıyordu. Kimi Yunan düşünürleri, sözgelimi Platon da öyle. Platon, her ruhun kendine o güne dek yaşadığı hayata uygun bir vücut bulduğuna inanıyordu. Ömründe hiç düşünmemiş, hiçbir mevzuya akıl yormamış olanlar hayvan suretinde dönecekti dünyaya. Bu bir ceza değildi; bilge, onların rahat kafayla sürdürülecek bir hayatı tercih edeceğini ve kendilerine, mesela bir tavşan bedenini seçeceğini varsayıyordu.

   Buda ise yeniden doğuşu hem kabul ediyor, hem yadsıyordu. Ona göre, ölüm yoktu ki yeniden doğuş olsun. İnsan, hayat boyu birkaç ayrı bedene girip çıkmıyor muydu zaten? Önce bebek oluyordu, sonra çocuk, sonra genç; giderek bir ihtiyar. Bunlar ayrı ayrı varlıklar değil miydi? Her varlık mütemadiyen başkalaşıyordu. Anılar aynı kaldığı için kişi, mevcudiyeti sabit ve değişmez zannediyordu. İnsan, bir alevdi yalnız: Kandilin aleviyle bir mum yakılır, sonra da o mum söndürülür: Göze, alev değişmeden kalmış gibi gelir ama o artık bambaşka bir alevdir. Ölüm, alevin bir lambadan diğerine geçişiydi yalnız; insanın ana karnından dünyaya, çocukluktan büluğa geçişi gibiydi… bir diğer adımdı.

   İnançlar ayrı, ama mesaj tek: Sevilen birisinin vefatı insanı üzer; yas tutmak, yüreğin tabiatı gereğidir. Fakat ölüm bir son değil ve çok da tasalanmamak gerek.

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.