Kafes filmini izleyenler bilirler.
Türk Milliyetçilerinin hayatından kesitler sunan bu film, Ertuğrul Dursun ÖNKUZU’nun hünkarca ŞEHİT edilmesiyle başlar.
***
Yıl 1970…
Sincan Lisesinde öğrenci olduğum yıllar.
Üniversiteler aşırı sol militanların karargahı olmuş.
DİSK işçi hareketine hakim.
Her yerde devrim marşları söyleniyor.
Dillerinde Nazım Hikmet’in dizeleri: “yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz / alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz..”
***
Başbuğumuz Alparslan TÜRKEŞ.
Bize Türkeş’in komandosu diyorlar.
Ülkedeki varlığımız, aşırı solun saflarını dolduran insan sayısının binde biri bile değil desem, herhalde abartmış olmam.
***
Bizler, Türk Milliyetçileri, gönlümüzü komünizme kapatmışız.
Atatürk’ün söylemleri yolumuzu aydınlatıyor.
Şöyle diyordu Gazi Paşa: “Ne Bolşevik ne de komünist olmayız. Çünkü biz milliyetçiyiz. Ve dinimize hürmetkarız. Hulasa bizim hükümet şeklimiz tam bir demokratik hükümettir.
Uyanan Doğu milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların milli ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen Bolşevikler (komünistler), yalnız Avrupa'yı değil, Asya'yı da tehdit eden başlıca tehlike halini almışlardır.
Türkiye'de Bolşeviklik olmayacaktır. Kayıtsız şartsız Rus tabiiyeti demek olan komünizm, gaye itibariyle tamamen bizim aleyhimizedir.”
***
1970’ler, Soğuk Savaş’ın perde arası yıllar.
Amerikan Ulusal Güvenlik Danışmanı (sonraları Dışişleri Bakanı) Kissinger, iki kutuplu dünya düzeninin artık sürdürülemeyeceğine karar vermiş.
Şöyle düşünüyor Kissinger: “Bugüne kadar, dünya bizimle Ruslar arasında pay edilmişti. Her ülkeye yalnızca iki seçenek sunmuştuk: Ya kayıtsız şartsız bizim safımızda yer alacaklardı, ya da kanlı bıçaklı düşmanımız olacaklardı. Kimseye üçüncü bir seçenek tanımadık. Elbette, Ruslar da tastamam bizim gibi düşünüyorlardı. Eğer bir komünist ülke; örneğin Macaristan, örneğin Çekoslovakya, Rusya’nın ak dediğine kara derse o ülkenin vay haline! Başkentinin sokaklarında Rus tanklarının gezmeye başlaması an meselesidir.
Bu düzen böyle devam edemez. Bu tavır müttefiklerimizi tedirgin ediyor, bizi de gereksiz savaşlara sürüklüyor. İşte, Vietnam batağına saplandık kaldık; çıkamıyoruz. Üstümüze vazife midir, kendine ‘komünist’ diyen her ülke ile didişmek? İşte: Çin ve Rusya, güya ikisi yoldaş ülkeler; ama birbirlerinden nefret ediyorlar. Bunlardan biriyle dostluk kursak, diğerinin kuyusunu kazmış oluruz.”
Bu tavsiyeye uyan Amerikan başkanı Nixon, Çin’i ziyaret ediyor ve Mao ile el sıkışıyordu. Varsın, Çin’in başında komünist parti olsundu canım; ne önemi vardı bunun? Şimdi, Amerikan sermayesinin Çin’e kuracağı fabrikaları konuşma zamanıydı. Türkiye de, Nixon’un Çin ziyaretinden kısa bir süre önce, Çin Halk Cumhuriyeti’ni resmen tanıdığını ilan ediyordu: Uygur Türklerinin, Çin devletinin elinde uğradığı zulmü zerre kadar umursamaksızın…
Çağ, Türkiye’de ve dünyada sol hareketlere taviz verme çağıydı.
***
O günlerde, bir haber aldık; canımızı yakan bir haber.
Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu yatakhanesinin 4. kat penceresinden atılan Ertuğrul Dursun Önkuzu kardeşim, bölücü komünist militanlarca şehit edilmiş.
Tarih, şehidimizin vefatından iki gün sonrası: 25 Kasım 1970 Çarşamba. Nuri Berik ile birlikte, Etimesgut’tan Maltepe Camiine gittik. Şehidimizin cenazesi ile Türk Ocağına doğru gitmemize polis izin vermedi. Caminin önünde saatlerce bekledik. Olay çıkarmak gayemiz yoktu.
Zamanın Ülkü Ocakları Genel Başkanı Aytekin YILDIRIM yüksek bir yere çıktı ve çok sert bir konuşma yaptı. Hatırladığım kadarı ile tarihe not düşeyim: “Mason iktidar ve köpekleri bize pusu kuruyorlar. Polis bizim güvenliğimizi değil kendi güvenliğini bile sağlayamıyor. Başbakan, milliyetçi öğrencilerin karşısına çıkıyor. Neden Siyasal Bilgiler Fakültesine ve ODTÜ’ye giremiyor? Demirel, kendine güveniyorsa, SBF’ye girsin, ODTÜ’ye girsin de görelim. Biz bu iktidarı tanımıyoruz. Bugünün yarını da vardır. Kan ve kemik yığılacak ve o gün Türkiye kurtulacaktır."
Şehidimizin naaşı Zile’ye doğru yola çıktı. Bizler de Türk Ocağı binasına doğru yürümeye başladık. Grubumuz iktidar aleyhine slogan atmaya başlayınca polis şiddetine maruz kaldık; coplandık, göz yaşartıcı bombalar arasında Türk Ocağı binasına sığındık.
İşte, büyük güçlerin iktidar ve zenginlik pazarlıkları arasında kaybolan bir hayatın; Anadolu’lu öğretmen adayı Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun ebediyete uğurlanışı, bu şekilde oldu. İktidar sahiplerinin ehemmiyet vermediği bir insandı o: Toprağın altında uyuyan, gömülmüş ve unutulmuş hazinelerdeki mücevherler kadar küçük; mücevherler kadar kıymetli…