Yıl 1979.
Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Hakim Albay Hamdi SEVİNÇ’ti.
Sıkıyönetim Mahkemesinde bağımsız ve tarafsız yargı yoktur. Adalet yoktur. Bunu yaşadık. Sonuç olarak haksız, hukuksuz bir mahkemede yargılandım ve 10 (on) yıl hapse mahkum oldum. Ayrıca, adaletsiz, haksız, hukuksuz mahkeme heyetine itiraz ettiğim için 6 (altı) ay daha ceza aldım.
Mahkemenin hükmü açıklanmasından üç gün sonra kırmızı kalemle işaretlenmiş liste ile sürgün kararımız çıkmıştı.
Mamak cezaevinde öğleden sonraydı. Bizim koğuştan beş kişiye, hazırlanın nakliniz oluyor dediler. Diğer koğuşlardan da sekiz dokuz arkadaşımızla beraber bir otobüse bindirildik.
Bize Ulucanlar cezaevine gideceğimiz söylenmişti, öyle de oldu. Ancak Ulucanlar son durak değilmiş meğer, otobüsten indirilmedik, dört-beş kişi daha otobüse bindirildi ve yola çıktık.
“Tekerrür Ceza Evi” olan Isparta’ya doğru yola koyulduk. O tarihlerde Türkiye’de beş altı tane “Tekerrür Ceza Evleri” vardı. Zonguldak, Edirne, Isparta, Elâzığ başlıca ünlü Tekerrür Ceza Evleriydi. Bu cezaevlerine ağır mahkumlar gönderilmekteydi. Bendeniz Türk Milliyetçisi, Memlekete sevdalısı Mustafa Sami BARSHAN’da sisteme göre tehlikeli mahkum sayılmıştım.
Yol güzergahında bulunan vilayetleri geçerken polis ve jandarma eskortluk yaptı. Ellerimiz kelepçeliydi. Hiçbir yerde durmadık, sıkışanlar pet şişelere hacetlerini yaptılar.
Isparta’dan önce iki yerde, Dinar ve Sandıklı cezaevlerine uğradık, bir kaç ülküdaşımız oraya yerleşti.
“KIRMIZI KALEMLE” işaretli yani tehlikeli mahkum kabul ettikleri 13-14 hükümlü, 27 Aralık 1979 günü gece yarısı hiç mola vermeden Isparta Ceza evine intikal ettik.
Tarihe not düşmek için, Türk Ülküsüne gönül vermiş hükümlü yol arkadaşlarımı burada anayım. Bu yiğitler: Mustafa Sami BARSHAN, Selahattin ARPACI, Oğuz DENİZ, Hakkı KURT, Savaş ÇALIŞKAN, Hayrullah ÇALIK, İbrahim AYTEKİN, Mehmet ÇAKAL, Arif DİNÇER, Yıldırım, İbrahim AKGÜN (çin adam) ve Tuncay LİVİLİK isimli kardeşlerimizdi.
15 kişi kadardık, İsimlerimizi okudular. Serde liderlik var, gardiyanlara; - “Bizim size bir yanlışımız olmaz, bizi tanırsanız anlarsınız. Mamak da idareye zorluk çıkartmadık. Bizleri biraz geç anladıkları için karşılıklı sürtüşme oldu. Burada buna fırsat vermeyelim. Ben kardeşlerime kefilim. Siz de zorda kalmazsınız, benim sözümü dinlerler. Memur gibi davranın, yanlı olmayın, yanlışa sapmayın ” dedim.
Bizimle birlikte üçte adli mahkum da vardı, onları bizden ayırdılar. Beni 4 (dört) metrekarelik karanlık bir hücreye attılar. Hücre dediğim yer, yüksek tavanlı oturma yeri, yatma yeri olmayan çıplak bir oda…
Diğer Ülküdaşlarımızı da dörtlü beşli ayırıp ayrı ayrı yerlere götürdüler…
Bu cezaevinde isyan çıktığını, firarların olduğunu, bu nedenle yıkılıp yeniden yapıldığını orada öğrendim. Eski cezaevinde çıkan isyan esnasında firar eden mahkumlardan birini yanıma verdiler. Bu mahkum bana, - “Abi ben yandım, beni mahvedecekler, ne olur sessiz olalım, buranın hamam sefası var, hamamda falaka ve işkence yaparlar” diye adeta yalvardı. O zaman anladım ki, kanunların uygulanmadığı, insani değerlerin yok edildiği bir cehenneme daha gelmiştik.
Cezaevi Davraz dağının eteğinde kurulmuş. Aralık ayının son günleri, hava çok soğuk. Dört metrekarelik alanda dört kişiydik. Hücre karanlık. Gözlerimizin karanlığa alışması bile bir saat kadar sürdü. Oturacak yer yok. Duvara yaslansan olmuyor, duvar buz gibi. Ortaya toplanın dedim. Ortada çömelerek nefesimizle ısınmaya çalıştık. Ne yaptıysak nafile, ortam hem soğuk, hem nemli, soğuk ciğerimize işliyor, bir nevi işkence odasındayız.
Yanımız da yaşı küçük olan bir de çocuk mahkum vardı. O’nun haline acıdım, gece saat 02.30 civarıydı, demir kapıya vurmaya başladım. Nöbetçi gardiyanlar beş kat alttaydı. Gece yarısı belki sesiz ortam da sesimizi duyarlar diye çaba sarf ettim, netice sıfıra sıfır elde var sıfır. Sesimizi duyan yoktu.
Ben kapıya vurup bağırdıkça yanımdaki eski mahkum yalvarıyordu, soğuktan donmayı işkenceye tercih etmiş bir hali vardı.
Hücre dar, kıpırdamak bile zor, tam bir buzdan cehennem… Bir ara ayak sesleri duyduk, ben açın tuvalete gideceğim diye bağırıyordum, gelenler uzaklaştı.
Bütün uğraşım, birileri sesimizi duysun, bizim kim olduğumuzu bilsinler. Gardiyanlar beni tanısınlar, benimle konuşsunlar istiyordum. Selahattin ARPACI ve ben tecrübeliydik. Arkadaşlarımıza sorulacak sorulara cevap vereyim. Eziyet edilecekse bana edilsin, dayak atacaksa bana atılsın diye düşündüm. Ben bunların ağabeyiyim, büyükleriyim, benimle konuşmanız lazım diye bağırmaya devam ediyordum.
Nihayet gece saat 03.30-04 civarında, ayak sesleri duyduk. Ben yine kapıyı yumrukluyordum, tuvalete gideceğiz açın kapıyı diye bağırmaya devam ettim. Demir kapının mazgalının sürgüsü açıldı, içeri 25 yaş civarında atletik vücuda sahip genç gardiyanlar girdi. Yeni cezaevi yapılınca kadroyu gençleştirmişler.
Genç gardiyan, - “duvara yaslanın” diye emretti. Duvara yaslandık, sırtımız kapıya dönük.
- “Kim tuvalete gidecek” dediler. – “Ben” dedim. Geri geri gel tuvalete götürelim dediler, ben de geri geri geldim. Arkamdan ellerimi kuvvetlice tutup, direnç göstermemem için çekiştirdiler. Demir kapıyı kapatıp beni merdivenlerden indirmeye başladılar.
Bu arada ben onlara, - “O arkadaşlar benim kardeşim, ne söylemek istiyorsanız bana söyleyebilirsiniz” dedim. Cevap vermeye tenezzül etmediler.
En alt kata giderken iki gardiyanın elindeki sopaları gördüm. Önemsemedim. Bizim çocuklara birşey yapmasınlar, ben bunlarla konuşurum diye düşünüyordum…
Buz gibi hücreden ılık bir ortama girdik. Burası hamam dedikleri yer olmalı. Karşıda iki gardiyan daha vardı. Duvarlardaki ve yerde kan izleri iğrençti.
Burası işkence haneymiş meğer. Taze kan izlerini görünce, eyvah dedim, bizim arkadaşlara işkence yapmışlar.
Ben hala bir diyalog kurmaya, konuşup anlaşmaya çalışıyordum ki, İçlerinden biri, - “Demek sen bunların başkanısın, biz hepsinin dersini verdik” dedi
Bütün çabam boşa gitmişti, iş işten geçmişti. Türk gençleri zalimlerin eline düşmüş, akıl almaz işkenceden geçirilmişti.
Beni sırt üstü yere yatırdılar. Pantolonumu ve üstümü soydular. Sadece fanila ve külotla bıraktılar. Ayaklarımı havaya kaldırarak falakaya bağladılar. Ayaklarım çok sıkı kalın iplerle bağlanmıştı, ellerim kollarım gerdirilmişti. Bu falaka farklıydı, sadece ayak tabanlarıma vurmuyorlardı. Falaka sopasını ayaklarıma ve baldırlarıma vurdular, vurdular, vurdular…
Sorgu sual yoktu, sadece işkence etmekten zevk alan sadist ruhlu insanlar vardı. İlginç olan, ideolojik kimlikleri belli olmasın diye olsa gerek, bazen Kuran’dan sure okutuyorlar, bazen küfür ediyorlardı.
Anladım ki, her şey bahane, bunlar bize karşı ön yargılı zalim kişiler. Onlar vurdu, ben analarına avratlarına küfür ettim. Onlar işkence etti, güvendiğiniz kimse lan diye avazım çıktığım kadar küfür etmeye devam ettim. Belli bir noktadan sonra acı duymaz hale gelmiştim. Yine de bas bas bağırıyor, hakaret ediyor, hesabını soracağımı söylüyordum.
Acıya, korkuya, çaresizliğe hayatımızda yer olmadığını dosta düşmana göstermem lazımdı. Asla ve asla merhamet dilenmedim. Emniyette daha ağır işkencelerden geçmiş biri olarak, onların moralini bozmaya yönelmiştim.
Belki ideolojik farklılıktan belki başka bir sebeple Türk düşmanı olduklarını varsaydığım bu zalimlere boyun eğmedim. Beni ve arkadaşlarımı sindirmek için yaptıkları bu işkencenin bizden bilgi almak gibi bir amacı da yoktu, çünkü soru soran yoktu. Amaç belliydi, ne yaparsak yapalım, ne dersek diyelim, hiç bir şey değişmeyecek, bunlar işkencelerini yapacaktı.
Hava aydınlanmaya başlamıştı. İşkenceciler yorulmuştu. Acı içinde kıvranmama rağmen dik durmaya çalışıyordum. Pek bir işe yaradığını söyleyemem. Pelte gibi olmuştum. Ayağa kaldırmak istediler, kalkamadım. Ağzım, dilim, damağım kurumuştu, zor ve anlaşılmaz kelimelerle küfür ediyordum.
İçlerinden biri, başgardiyan olmalı, - “bu deliyi öldürüp, düştü öldü diyelim” dedi. Ben ise, beni korkutarak sindirmeye çalışıyorlar diye düşündüm. Korkuyu korkutmuştum bir kere.
Üstümü, pantolonumu yarım yamalak giydirerek sürükleye sürükleye üçüncü katta tek kişilik bir hücreye götürdüler. Yeni hücrem, demir parmaklıklı, arkada kısa duvarlı, tek kişilikti. İyi tarafı ise hücremde ranza olmasıydı. Sevincim kısa sürdü, çünkü bin bir zorlukla ulaştığım ranzada ki yatak vıcık vıcık su içindeydi. Uykusuzdum, işkence görmüştüm, dünden beri bir lokma boğazımdan geçmemişti. Yatağımdaki su nereden gelmiş, ne yapabilirim diye etrafı araştırmaya başlayınca, hücremin tam karşısında gardiyanların beni izlediklerini fark ettim. O an, yatağımın onlar tarafından sırılsıklam ıslatıldığını anladım. Elimi yatağa bastırıyorum, foşur foşur su akıyor, yatmak mümkün değil. Halsizim, ayakta durmam da imkansız. Yatağı katladım, ranzanın kenarına iliştim, ayaklarımı yere uzattım.
Ortalık iyice ağarmış olmalı, biraz kendime gelir gibi oldum. Yan hücreden, kardeş geçmiş olsun, Allah kurtarsın diye seslendiler. Bir müddet cevap veremedim, zor da olsa – “sağ olun” diyebildim.
Bir ara sızmışım. – “Geriye git diye bağırdı” biri, gardiyandı, yerimden kımıldayamadım. O da ısrarcı olmadı, demir parmaklıkların önüne bir tabak bıraktı, kahvaltı gelmişti. Çok az peynir, bir kaç zeytin, ekmek vermişlerdi. Gelirken yolda bir şey yemedik, üstelik akşamdan beri açım, bir lokma alayım dedim, yiyemedim. Midemin bulandığını hissettim.
Epey zaman sonra yan hücreden bir mahkum, - “kardeş şu ipi al, şu ipi al diye” ısrarla sesleniyordu. Zor bela doğruldum, - “ne ipi bu” diye sordum, “- yan hücreye bu ipi ver, arkadaşlarla haberleşiyoruz” dedi. İpi gönderen kimdi, kim alacak hiç bilgim yok, kollarımda takat yok, acı içindeyim, güç bela ipi yan tarafa atmayı başardığımı sanıyorum. Ne bilsinler benim halimi, ipi amma da zor atıyorsun diye bana bozuk attılar. Sonradan öğrendim ki, o iple üç kat alttaki en son hücreye kadar hem yazışıyorlar, hem de esrar alış verişi yapıyorlarmış.
Akşama doğru biraz kendimi toparladım, yan ve alt hücreler de bizim arkadaşlardan 7-8 kişi olduğunu öğrendim.
İkinci gün bir gardiyan, gizlice yaklaştı, - “sizin arkadaşlar iyi” dedi.
Elinde bir kitap vardı, bu Kuranı Kerim kimin diye sordu. Anladım ki bizlerin kim olduğunu öğrenmiş yardımcı olmak istiyor. Samimi veya değil, tedbiri elden bırakmamak lazım, zamanla anlarız diye düşündüm. Aynı gün bu gardiyanla bir iki görüşmem oldu, Ülküdaşlarımdan haberler aldım. Gardiyan Selahattin Arpacı’nın hemşerisi çıktı, Adanalıymış…
Allah var, gam yok, bu gardiyan, vatansever ve insan evladı çıktı. Bize çok yardımcı oldu. Sonra bir gardiyan daha bizle diyalog kurdu.
Üçüncü gün ziyaretçilerimiz geldi. Haberleşmek, konuşabilmek, dertleşebilmek ne kadar önemliymiş, bunu cezaevinde yatanlar çok iyi bilir.
Bize işkence yapan memur elbisesi giymiş teröristlerin kimliklerini öğrenmem çok zor olmadı. Komünistler her yere sızmıştı, bunlardan dördü bizlere işkence etmek için nöbet sıralarını değiştirmişler. Devlet memuru elbisesi giyince dokunulmazlık kazandığını sanan bu hain, zalim aşırı sol militanlar anlaşılan bizleri çok hafife almışlardı.
İyi haber de kötü haber de çabuk yayılıyor. Duyduk ki, işkenceci iki gardiyan Isparta’nın vatansever insanlarının hışmına uğramış, ağır hasarlı olarak hastaneye kaldırılmış. Bir diğeri yalvar yakar zor kurtulmuş, memuriyetten istifa ederek ortalıktan kaybolmuş. Bu olaydan on gün sonra iki işkenceci daha arkadaşları ile aynı akıbete uğramış. Bunlardan birinin dalağı alınmış, ölümden dönmüş vesselam…
Bu hadiselerle ilgili olarak Cumhuriyet Savcılığı ifademizi aldı. Geldiğimiz ilk gün, daha önceden hiç tanımadığımız gardiyanların yaptığı kanun dışı, insan onuruna yakışmayacak kötü muameleyi ve işkenceyi anlattık. Cezaevi dışında yaşanan hadiselerle ilgili bilgimizin olmadığımı da ilave ettik.
Kaldığımız cezaevi yeniydi ancak güvenli değildi. Adli mahkumlar ile siyasiler karışık kalıyorduk. Devlet güvenliği ve nizamı sağlamakta yetersiz kalsa da, en azından psikoloğumuz vardı.
Hücre ve işkence bitmişti. Koğuşlara geçtik. Koğuşumuzda 15 ila 20 civarında adli mahkum eksik olmuyordu.
Türk Milliyetçileri olarak teşkilatlandık. Arzu eden mahkumlarla cemaat oluşturup namaz kılmaya başladık. Düzenli spor yapıyor, kitap okuyor, sohbet toplantıları yapıyorduk. Yemek saatlerimiz düzenliydi. Temizliğe büyük özen gösterdik. 24 saat planlı bir hayatımız vardı. Özetle, fitne, fesat ve dedikodu bizim olduğumuz yerde yeşeremezdi...
Yeni cezaevinde yeni hayatımıza iki hafta sonra Manisa’dan Ülküdaşımız Yıldırım Şekercioğlu ve arkadaşları da katıldı.
Bizimle kalan adli mahkumlar hayatlarından memnun olmalılar ki, başka koğuşlarda kalan kader kurbanları da bizim koğuşlara gelmek istediler. Aşırı sol militanlar, koğuşlarında kalan adli mahkumlara tüm angarya işleri yaptırıyorlarmış. Onları bir nevi haraca bağlamışlar. Bunlardan 3 tanesi bizim koğuşa geçmeyi başardı. Onlardan edindiğimiz bilgiye göre, birçoğu bölücü olan bu teröristler, bizlere saldırı planları yapıp duruyorlarmış.
Mamak da uyguladığımız savaş tekniğini burada da uyguladık. Önce idareye dilekçe veriyor, tehdit altında olduğumuzu ifade ediyor, çıkacak olayların önlenmesini talep ediyorduk. Sonrası malum, kargaşa çıkarıyor, arkadaşları ile dayanışmak için koğuşlarını terk eden ahmak komünistler gardiyanlar ve askerle karşı karşıya kalıyordu.
Olay bu kadarla kalmadı… Nereden nasıl temin etmişlerse aşırı sol militanlar, silahla bizlere ateş ettiler. Çok şükür yara almadan kurtulduk. Asker açılan ateşe karşılık verince, isyan büyüdü. Biz kendi koğuşumuza çekildik. Orta yerde şaşkın şaşkın gezen bir gardiyanı da sakladık. O Gardiyan; - şayet ben sol gurubun arasında kalsaydım beni rehin alıp idareyle pazarlık ederlerdi” diye ifade verdi.
Sol militanların koğuşların da yangın çıktı, dumandan zehirlenip hastanelik oldular. Yaralı olanlar da varmış. Hücre cezası alanlar oldu. Birkaç defa daha isyan denemesi oldu ise de başaramadılar.
Yeni yuvamızda bir yılı geride bırakmıştım ki, hayırlı bir haber aldım. Malum kişi, Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Hakim Albay Hamdi SEVİNÇ, gerekçeli kararını “bir yıl sonra” Askeri Yargıtay’a göndermişti.
Ne yaparlarsa yapsın zalimler, bilmedikleri anlamadıkları bir şey vardı. Bizler, kula kul olmak için atılmamıştık meydana... Ancak Hak’ka ve hakikate secde ederdik.
Sonuç olarak, bu kadar taraflı ve haksız kararı biz bile kabul edemeyiz diyen Yargıtay, verilen kararı bozdu. Bir yıl 6 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliyeme karar verildi.
Ayrılık vakti gelmişti. Ülküdaşlarımla ve diğer mahkumlarla helalleştim ve vedalaştım.
Sokaklardayım...
Nereden geldi aklıma hala şaşarım, Necip Fazıl’ın şu dörtlüğünü okumaya başladım...
Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;
Karanlığında nur, yeniden doğuş...
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş…
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin...
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin…
Bana şaşkın şaşkın bakanlara aldırmadan; yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm…
***
Tarihe not düşen Ülkücü, Mustafa Sami BARSHAN’dan hatıralar: -4-
“TEKERRÜR CEZAEVİ; ISPARTA’ya SÜRGÜN”