Yıl 1979…
Dört yıl sonra yine Mamak Askeri Cezaevindeyim.
Mamak Askeri Cezaevinde 1975 yılında olduğu gibi yine aynı blok da hücre koğuşlu (kafese) yere konuldum.
Koğuşta 14-15 tutuklu vardı. O yıllarda, Marksizm ve Leninizm paralelinde bir takım örgütlenmeler ortaya çıkmıştı. TKP, THKP/C, THKO, TKP/ML , TİİKP kökenli örgütlerin yanısıra, Kürdistan Öncü İşçi Partisi (KÖİP), Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi (TKSP) gibi bölücü örgütler ve Türkiye Kürdistan Sol Birliği (Sol Birlik) adıyla kurulan ittifak en tehlikeli olanlarıydı.
Acaba hangi grubun içine düşmüştüm.
Koğuşta bir kişi dikkatimi çekti. En dip tarafta sessiz sedasız duruyordu. Sinmiş veya sindirilmiş diye düşündüm. Müslüman hissedermiş, hissim beni yanıltmadı, O da ülküdaşım çıktı.
Özgürlük, hak, adalet, demokrasi, insan hakları gibi erdemleri dillerinden düşürmeyen aşırı sol görüşlü mahkumlar, Ülküdaşımı yalnız bulunca, temizlik, yemek dağımı gibi tüm angarya işleri O’na yaptırıyor, eziyet ediyorlardı.
Ülkücüleri ve komünistleri aynı koğuşa veren zihniyetin ağızları “konuşup kaynaşsınlar” diye konuşsa da gerçekte, sağı solu birbirine kırdırmak, çatıştırmak isteyenlerdi. Samimi olsalardı sol görüşlülerin çoğunlukta olduğu koğuşlara az sayıda ülkücüleri vermezlerdi. Tersi durum da söz konusuydu. Ülkücü görüşteki mahkumların yanına da solcuları veriyorlardı. Bu durumda güçlü olan azınlıkta olanı eziyor, kargaşa çıkıyordu.
İlk gün koğuşa girdiğimde solcular bana kim olduğumu, hangi suçtan geldiğimi sordular. Ben tüccarım, senet işim vardı, senetlerimi ödeyemedim, alacaklımla kavga ettim, deyince akıllarına yatmıştı. Benim askerlerle, buralarla işim yok diye işi saflığa vurdum.
Cezaevinde dışardan haber alınamıyordu. Ancak 4-5 günlük gazeteler getiriliyor, bizim arkadaşlara ulaşmadan sol gurup alıyordu. Her şeyden en son biz haberdar oluyorduk.
Onları, benim tarafsız olduğuma, CHP sempatizanı olduğuma inandırdım. O zamanlar, suya sabuna dokunmayanlar, - “ne sağcı ne solcu, futbolcuyum” derlerdi. Bu futbolcuları ise ideolojik guruplar, “OT’sunuz” diye küçümserdi.
Bu durum hiçte hoşuma gitmedi. Tavır değiştirdim. Ağabeyimin aşırı sol örgütlerin protesto gösterilerine katıldığını, bu yüzden polisle başının derde girdiğini, bu yüzden çok üzüldüğümüzü anlattım. Biraz daha ileri giderek, Abimin beni birkaç sefer protestolara, yürüyüşlere götürdüğünü söyledim. Ticaretle uğraştığım için bu tür eylemlere bir daha katılmadım diye de ilave ettim. Beni sol sempatizan kabul ettiler.
Koğuşta sıra ile yerleri paspas yapıyor, yemek tabaklarını yerleştirip, topluyorduk. Bir nevi komün hayatı yaşıyorduk.
İkinci gün bir ülkücü daha geldi. İçerde ülkücü olarak iki kişi oldular. Gelenler beni tanımıyorlar ben de onları tanımıyordum ve hiç renk vermiyordum. Ama bu durum çok kanıma dokunuyordu. Kardeşlerimi yalnız bırakmak…
Meydan görevi, temizlik sırası bana hiç gelmiyordu. Sol fraksiyonlar beni kazanmak için çabalıyordu, paylaşılamayan insan olmuştum. Elim sıcak sudan soğuk suya değmiyordu. En ufak bir iş yaptırmıyorlar, kahvaltımı hazırlıyorlar, benim yerime yapılacak her işi hallediyorlardı.
Üçüncü gün bir ülküdaşımız daha geldi. Simasını hayal meyal hatırlıyorum, sanki ocaklarda görmüştüm. Ama o beni tanıdı, göz göze geldim, sahiplenmedim. Sahiplenmedim ama arkadaş da davranışıyla biraz açık verdi.
Dördüncü gün ben her zamanki rahat tavrımla masaya oturdum. Kahvaltımı hazırlamalarını bekliyordum. Kahvaltı saati biraz geçmişti ama kahvaltı hala hazır değildi. Garip bir hava vardı. İki sol fraksiyonun liderleri yanıma geldi, biri sağıma biri de soluma oturdu. Ellerinde geçmiş tarihli Milliyet gazetesi vardı. Bir kişide karşıma geçmiş ayakta bekliyordu.
Gazete elinde olan Dev-Yol’cu: - “Şu gazeteye bir bakalım” dedi. Sakin durmaya çalışıyorlar ama heyecanlıydılar. Milliyet gazetesini okumaya başladılar. – “Başbuğ Türkeş’in manevi evladı, ODTÜ operasyonu planlayıcısı, Ülkücü İşçilerin Genel Sekreteri, Ülkücü İşçi Hareketinin Lideri, bombalama ve Türkiye’de ki birçok siyasi hareketin faili, daha evvel cezaevlerinde yatan Mustafa Sami Barshan yakalandı ve göz altına alındı.”
Haber detaylı yazılmıştı. Hücre-kafes koğuşlarda çıt çıkmıyordu. Böylece, dört ülkücü tutuklu, Milliyet’te yer alan haberi öğrenmiş olduk.
Bana doğru baktıklarında gülümsedim. Onlardan güçlü olduğumu hissetmelerini istedim. Ne olacaksa olsundu, postu pahalı satmalıydım. Tüm ciddiyetimle onları horlayan bir tavır takındım. Kaderde solcuların bana hizmet etmesi de varmış gibi sözler sarf ettim. Birkaç küfürlü söz salladım. Ortam buz gibi oldu.
Üç solcu militan yanımdan ayrıldılar, toplantıya girdiler.
Koğuştaki diğer ülkücü arkadaşlar durumu anladı. Dört ülkücü tutuklu ile sayımız beş oldu. Yirmi üç kişi sol tutuklu vardı. Sekiz dokuzu Dev-Sol’cu diğerleri Dev-Yol’cu idi.
Toplantıları, baş tarafta koridorun boşluğunda sessiz sakin devam ediyordu. Benim kaldığım kafes hücre onların ortalarındaydı. Arkadaşlar beni yanlarına almak istediler, ben de, - “şimdi değil daha sonra gelirim” dedim. Israrlarına rağmen korktu demesinler diye hücremi, yatağımı değiştirmedim.
Benim üst katımda ranzada yatan solcu hiç bir eşyasını almadı ama benim yanımda da kalmadı. Anlaşılan bunlar benden ürkmüşler, arkadaşlarını bile benim yanıma veremediler. Benimde bu korkularını kullanmam işime geldi. Özgüvenim tamdı, cesurdum. Onların arasın da tam üç gün gözümü kapatmadan yattım. Tedbiri elden bırakamazdım. Gece gündüz teyakkuzda bekledim. Kandırılmışlığın acısı ile saldırabilirlerdi.
Gündüz, ülkücü arkadaşlarımla sohbet ediyordum. Yeni ülkücü tutuklularla sayımız dokuz kişi oldu. Gücümüz artmış, kendimizi savunacak duruma gelmiştik. Ben de diğer arkadaşların yanına “kafes hücreden” ayrılıp geçtim.
Adını asla unutmayacağım Tunceli’li Bedri adında bir onbaşı vardı. Sol tutuklular onbaşıyı kafaya almışlar, beni de hedef göstermişler.
Bir sabah onbaşı Bedri - “Mustafa Sami kim? Buraya gelsin” dedi. - “Sıra sende koridoru paspas yapacaksın” dedi. Bizim arkadaşlardan biri öne atıldı, -“Ben gideyim başkanım” dedi, ben de –“olmaz sıra bende imiş, ben giderim” dedim.
Koridora çıkınca gördüm ki, sol gurubun yüzünde güller açmış, bana paspas yaptırmanın zevkini tadıyorlardı. Koridoru beş dakika kadar paspas yaptım. Bedri onbaşı peşimden ayrılmıyordu. - “Koridorun sonundaki şu tuvalete gir oraları da paspas yapacaksın” dedi ve on dakika sonra ayrıldı. Yanıma acemi bir asker koymuştu. Sordum Ispartalı imiş, acemi askere de -“Emret komutanım” diyorduk. Bu asker yeni gelmiş, bir çok şeyden haberi yoktu. Sorularıma safça cevap veriyordu.
Beş dakika sonra Bedri onbaşı geldi - “Ne konuşuyorsun lan!” dedi. -“Aç ellerini” deyip coplamaya başladı. Avucumu açıyorum, avucumdan çok kollarıma vuruyordu. Epey bir copladıktan sonra - “Paspası bırak, helanın taşlarını ellerinle temizleyeceksin” dedi.
Alaturka hela sabahtan askerler tarafından pis bırakılmıştı. Yanımızdan ayrıldığın da etrafı kolaçan edip ortamı hazırlamış. Etraf da kimse yoktu, ben de fazla itiraz etmeden hela taşını paspasın beziyle temizliyordum. - “Bezi yere bırak, olmuyor, ellerinle temizleyeceksin” dedi. Ellerimle temizlemeye başladım, yarım saat kadar temizlik faslı devam etti.
Cezaevinde henüz tam anlamıyla teşkilat kuramadığımız için acemi askerler bile bize istedikleri gibi baskı yapıyor, hakaret ediyor, işkence yapıyordu. Sıra dayağına çekebiliyorlardı. Acemi erler de bizlere yaptıkları eziyetten zevk alır olmuşlardı. Herhalde sivil hayatta böyle güç sahibi, yetki sahibi olmadıklarından olmalı…
Temizlik yaptığım esnada benim adımdan bahsedildiğini duydum. Galiba tek kişilik özel hücrelere götürüleceğim diye düşündüm. Bedri onbaşı - “Senin Avukatın gelmiş. Temizliğe sonra devam edeceksin, komutan seni çağırıyor” deyince sırıtma sırası bana gelmişti.
Onbaşı telaşlandı, beni tehdit ederek avukat görüşüne kendi götürdü. Yanımdan ayrılmadı. Avukatım Hilmi Barlas’dı. Benim elimin ve kolumun ıslak ve kızarmış olduğunu görünce durumu anladı. Ben de hal ve vaziyeti anlattım. Cezaevi Müdürüne gidip durumu bildirmiş. Biraz rahatlamıştım.
Üzerine şerefli Mehmetçiğin elbisesi geçirilmiş, belki de isyancı dedelerinin hıncını bizden çıkaran Tunceli’li Bedri’yi üzerimize salanlar: "Vatanın ve Milletin bölünmez bütünlüğünden başka amacı olmayan Türk Evladına bu zulmü reva görenler, gaflet ve delalet içindeydiler. Ne olursa olsun, zalimlere boyun eğmeyecektik."
Koğuşta kendimizi korumak, ezdirmemek için akıllı olmalıydık. Dayak ve işkence olağandı. Kaçınılmazdı. Haksızlıkları, işkenceleri, cezaevi İdaresine iletmek gerekliydi. Önce onbaşı Bedri’den şikâyetçi olduk. Cezaevindeki subayları içeride de solcu askerlerin varlığından haberdar ettik. Bir gurup asker aşırı sol gurupla birlikte hareket etmeye başlamıştı. Koğuştaki sol guruba demir eğe’ler getirmişlerdi. Aramızda çıkan bir kavgada düşürdükleri eğe’lerden birini ele geçirdik. Artık bizde ranza demirlerini somya yaylarını bileyip kesici delici aletler yapmaya başlamıştık.
Daha önce kendimizi korumak adına demirlerden söktüğümüz parçaları hücrelerdeki tuvalet taşlarına sürte sürte aletler elde edebiliyorduk ama çok zaman alıyordu, eğe ile bizde çağ atlamıştık.
Mamak cezaevinde her gün isyan ve kavga vardı.
Sağcı ve solcular aynı koğuşta kaldığımız zamanlarda, sayımız kafes hücreli koğuşlarda az olduğu için kendimizi koruma planları yapıp akşamdan dilekçe yazarak tehdit edildiğimizi, küfür edildiğini, saldırı plan yaptıklarını uygun bir dille bildiriyorduk. Kavga çıktığında önceden idareye bildirdiğimiz için mağdur ve haklı oluyorduk. Askerler ise, haklıya haksıza, suçluya suçsuza bakmadan copluyorlardı.
Her gün isyan, her gün kavga, solcularda bizlerde, aynı koğuşta kalmak istemiyorduk. Ben koğuş başkanıydım, arkadaşlarımın can güvenliliği ve sorumluluğu bana aitti. Bahar aylarında bile kötü kalın paltosunu üzerinden çıkarmayan ben, uzun süre dikkatleri üzerime çekmeden idare ettim.
İçerde de mücadeleyi kazanmak için planlı hareket etmeliydik. Bu amaçla aramızdan yaşı küçük, çelimsiz olan kardeşimi havalandırma alanında yalnız bırakıp tenha bir anda bağırmasını, dikkat çekmesini istedim. Kardeşimiz bağırınca solcular o tarafta dikkat kesildikleri anda, beş altı kişiye hep beraber girişip kavga çıkardık. Onların sayıları çok olmasına rağmen yaralıları fazla oluyordu. Kavga sesine askerler geldiğinde ne olduğunu anlayıncaya kadar biz amacımıza ulaşmış oluyorduk.
Her olaydan sonra hep beraber cop yiyorduk…
Akşam ve sabahları sayım yapılıyordu. Sağdan sola bir iki üç… Sayıları fazla olduğu için önce solculardan başlıyordu sayım…
Bir arkadaşımızın dikkatini çekmiş, her defasında sol fraksiyonlardan birinin lideri Murat Cankoçak, dokuzuncu sırada sayıma katılıyor, hiç yerini değiştirmiyordu. Sıra ona gelince dokuz demiyor “dogs” (İngilizce:köpekler) diyordu.
İdareyi uyardık. Yüzbaşı durumu anladı. Sayımda, Murat’a bir daha söyle dedi. Murat, her seferinde “dogs” diyordu. Hakaret ettiğini kimsenin anlamadığından emindi. Bir başka solcu da sayımı sulandırmak ve dalga geçmek için 8.sırada “sex” diye bağırıyordu. Ancak Yüzbaşı, Murat’ı ve arkadaşını alıp götürdü. Sonraki günlerde sayımlarda artık “dogs” (köpekler) “sex”diye kimse dalga geçemedi .
Yine bir havalandırma saatinde, arkadaşımız Süleyman Türk (boksör) amuda kalkıp ellerinin üstünde yürüdü. Komünistler alaycı bir şekilde, “cambaza bak” derken, gereğini yaptık. Olayları benim idare ettiğimi fark eden sol guruptan birisi - “işte O faşist. Başkanları bu” diye bağırınca, bana doğru koştular. Kavga büyüdü, bir kaç kişi hastaneye ve revire kaldırıldı. Ümit Ölmez, sarı Cafer, Safi Uzun , İsmail Şahin, Fatih Sayın (rahmetli), Tuncay Livilik, Süleyman Sami Dündar, Halis Başkaya, Cemal Çelen, Naim Yanık ve adlarını hatırlayamadığım Ülküdaşlar. Yiğit ve fedakar kardeşlerimiz. Hepsi birer kahramandılar…
Komünistlerin şikayeti üzerine, başka bloktaki bir hücreye 15 günlüğüne gönderildim. Ulus Ülkü Ocaklarından İbrahim Çiftçi ile (o da idam istenen Ülkücü tutuklu idi ) aynı koğuşta beraber on gün kaldık. Cezam bittikten sonra koğuşuma döndüğümde Ülküdaşları, herhangi bir saldırıya karşı hazırlıklı buldum.
Aşırı bölücü sol gurup, beni kaldığım kafes hücrede sıkıştırdı. Arkadaşlarım yetişinceye kadar, kafese dalan bir solcuyu bayılttım. Demir parmaklığı sımsıkı tutarak içeri girmelerini engelledim. Ancak ellerinde demir çubuk vardı, koluma vuruyorlardı. Ellerim ve bileklerim kan içindeydi. Gücüm de tükenmek üzereydi, Bozkurtlar yetişti.
Sonuç yine aynıydı, yeniden revir, tekrar B blok, mekan tek kişilik hücre…
Hepimiz mahkumduk, barış içinde yaşamamız gerekirdi, ancak ne mümkün. Her gün kavga veya isyan olmazsa o günümüz boş geçiyor gibiydi. Kavga ve isyanlardan dolayı ziyaretçi yasağı konuyordu. Haberleşme imkanımız yok denecek kadar azdı.
Yine bir gün komünistler bizim hücreye doğru saldırıya geçtiler. Nasıl oldu, hala şaşarım, koca bir yemek masasını kaptığım gibi kalkan yaptım. Koridoru tıkadım. Allah’ın verdiği bir güçle, kollarıma inen demirlere rağmen direniyordum. Sayımız onlardan azda olsa, hırpalansak da, Bozkurtlar olarak haklarından geliyorduk.
İdare başa çıkamayınca, bizleri ayırdı. Aynı blokta ayrı koğuşlara konduk.
Bizim isteğimiz de sağ ve sol blok ayrılsın, ne ülkücüler solcuları, ne solcular ülkücüleri görmesin istiyorduk. Koğuşlar ayrıldı ama kavga bitmedi. Çünkü blokları ayırmamışlardı.
Bölücü komünistler vahşi bir plan yapmışlar. Koğuş kapısına yığdıkları yatakları kolonya ile tutuşturup, bizleri diri diri yakmaya çalıştılar. İki yatak hızlı bir şekilde yanmaya başladı. Ateşe yaklaşamıyorduk, çıkış yerimiz de yoktu. Masaları, KOÇBAŞI yaptık. Bizim koğuş duvarını yıkarsak sol koğuşa da girerdik. Can havli ile kalın taş duvarı dumanlar içerisinde sallaya sallaya kağıt gibi yıktık. Açılan yerden yan koğuşa daldığımızda solcular kaçmıştı. Askerle karşı karşıya geldik.
Bizi diri diri yakmayı planlayanlara cevap vermekte gecikmek olmazdı. Beş arkadaşımızı tuvaletin penceresine çıkarıp, - “Kahrolsun faşistler” diye slogan attırdık, kargaşa çıkardık. Oyun tutmuştu. Sol guruplar, saldırı var diye, koğuşlarından kapıları zorlayıp arkadaşlarına destek olmak için çıktılar. Karşılarında ülkücüler değil, gürültüye gelen askerleri buldular. Askerlerden temiz bir dayak yediler.
Koğuşlarda sık sık arama yapılıyordu. Bir seferinde arama yapan subaya, -“Bakın siz arama yapıyorsunuz ama sol gurubun yem olarak sunduğu aletleri buluyorsunuz. Saklanan aletleri bulamıyorsunuz. Bırakın biz onların koğuşunu arayalım bak neler bulacağız” dedim. Kabul etmedi. - “Biz her yeri tam arıyoruz kesinlikle hiç bir alet yok” diye cevap verdi. Komutana, - “Bizim koğuşu yeni aradınız, çıkın dışarı, beş dakika sonra geri gelin, ispat edeyim” dedim . Yüzbaşı. - “Tamam” dedi dışarı çıktı. Beş dakika sonra içeri geldiğinde, masanın üzerinde “KURT BAŞLI” imal ettiğimiz küçük bir kılıcı gördü. Gördü ve şaşırdı. -“Onlarda bu gibi malzemelerden çok var” dedim.
Bizim bloka bakan Afyonlu Şuşut isimli Yüzbaşı konuyu anlamış ve bloklar komutanı Doğu Binbaşı’ya anlatmış. O da duruma müdahil oldu. İlk geldiğimiz günlerde acemi er ile muhatap olurken, terfi etmiştik. Artık, Yüzbaşı ve Binbaşı ile muhataptık. Koğuş başkanlarını toplantıya çağırıyorlardı. Yine bir toplantı zamanı Doğu Binbaşı koğuşa gelerek koğuş başkanı yerine beni de çağırdı. Ben, -“başkanım ne emrederse onu yaparım” dedim. Toplantıya gitmedim, koğuş başkanı olarak seçtiğimiz arkadaşımızı gönderdim.
Teşkilat disiplinine uygun hareketim Doğu Binbaşı’nın hoşuna gitmedi. Bana kafayı taktı. Ben de inat ettim. Arkadaşlarımız da disipline uydular. Başbuğumuz Türkeş’in ısrarla tekrarladığı gibi, - Emirlere mutlak itaat lâzımdır. Laubali, gevşek, disiplinsiz, metotsuz kimselerle dâvamız yürümezdi. Her şeyde örnek olmak lâzımdı. Teşkilat terbiyesi, Ülkücü ruhu ile duruma iyice hakim olmaya başlamıştık.”
Cezaevi İdaresi, görevimizi tam yapıyoruz, aramalarda kesici ve delici aletler bulduk diye gazetelere fotoğrafları sızdırmışlar. Milliyet gazetesinin ön sayfasında KURT BAŞLI KILIÇ haberini yayınlatmışlar. Galiba, kamuoyuna ve üst komutanlara herşey kontrolümüzde mesajı vermek istiyorlardı. Ama nafile. Sol koğuşlarda da bizde de tekrar tekrar arama yaptıklarında hiç bir alet bulamadılar.
Aramalarda hiçbir alet bulunamamıştı ancak koğuşlar arası savaşta elimize ne geçerse onunla kavgamızı veriyorduk. Sac’tan yapılmış tabakların yatay olarak FRİZBİ gibi uçtuğunu keşfettik. Bizim yerli malı FRİZBİ tabaklar ardı ardına havada uçuşuyordu. Birilerinin bir tarafına geldiğinde doğru hastaneye…
Frizbi tabakları kullanmada üstümüze yoktu, hedefi on ikiden vuruyorduk. Dar alanda havada çarpışan FRİZBİ’ler ateş çıkarıyorlardı.
Uzun lafın kısası, kısa sürede kama, kılıç, frizbi tabak, şiş kullanmada mahir savaşçılar olmuştuk. Askerler tabakları elimizden niçin almadılar, bunun sırrı hala çözülebilmiş değil...
Mamak askeri cezaevinde olup bitenlerden, kavgalardan, askerlerin sert tutumlarından aileler çok endişeleniyor, hükümete ve idareye devamlı dilekçe yazıyorlardı. Koğuşlar ayrılsın bloklar ayrılsın diye. Asker ise kendi bildiğini okuyor, olaylar ve yaralanmalar karşısında görüşe çıkmama ve hücre cezası gibi cezalarla yetiniyordu…
Sonsözü ATSIZ Ata söylesin:
Gönülleri birleşenler. Selam sizlere…
Uzaklarda dertleşenler. Selam sizlere…
Selam sana hücrelerde benzi solan genç.
Selam sana ey yılları heba olan genç…
***
Tarihe not düşen Ülkücü, Mustafa Sami BARSHAN’dan hatıralar: -3-
“MAMAK ASKERİ CEZAEVİ”
(devam edecek)