ZİYA GÖKALP’İN EĞİTİM HAYATI - 9
‘Daimi bir ıstırap altında kalmaktır hayat / Mevt eyler bir huzur-ı mutlaki ima bana.’ Genç hürriyetçi Ziya, bu beyti arkadaşı Mustafa Bey’in kaldığı odanın duvarına yazdıktan üç gün sonra alnına kurşun sıkarak, intihar girişiminde bulundu. Hastanede kurşunu çıkaramadılar. 15 gün sonra taburcu olan Ziya, başındaki ‘sinos frontalde’ kalan kurşunla yaşayacaktır.
ZİYA’nın içine düştüğü buhranın nedenleri konusunda Emin Erişirgil biraz farklı şeyler söylemektedir. Özellikle bahsettiği üçüncü husus, imparatorluğun dağılma dönemi Türk aydınlarının hemen hemen tamamında gördüğümüz “sosyal aşağılık duygusu” ile ilgili olup, çok önemli bir husustur. Kaybedilen topraklar, yenilgiler, istibdat gibi pek çok nedeni olan bu duygunun yerleşmesinde ve kökleşmesinde “sömürgecilik politikaları”nın da etkili olduğunu, “ümitsizlik” ve “kötümserlik” duygularının Avrupa’nın ideologları tarafından özellikle aşılanmaya çalışıldığını ifade etmektedir:
“Ziya, idadinin son sınıfına geçince, dünyayı çok kötümser görmeye başlamıştı. ‘Ben intihar edeceğim!’ der dururdu. Sonu kahramanının intiharı ile biten romanları çok beğenirdi. ‘Ben de öyle olacağım!..’ derdi. Kader genç yaşında babasını elinden almak suretiyle bir darbe indirmişti: Hislerini kötümser yapan nedenlerden biri de budur.
O zamana kadar okuduklarında inanabileceği tek dünya görüşü İslam mutasavvıflarının görüşleriydi. Oysaki idadide doğa bilimleri öğretmenlerinin söylediklerinden çıkan sonuca göre, insan doğanın kölesinden başka bir şey değildir. Şu halde, tasavvufun ‘hakikat-ı kübra’ dediği ‘büyük gerçeği’ bulmak için makamlardan geçmek iktidar ve enerjisine nasıl sahip olabilecekti? Bu da düşüncede onu kötümserliğe götürüyordu.
Bu dönem, Servetifünun Edebiyatı zamanıdır. O devir edebi eserlerinin çoğu kötümserliği aşılar. Bu eserler Ziya’nın ruhunda iz bırakıyordu. Avrupalıların sömürgecilik politikasını güya yasal göstermek için bazı Batı bilim adamlarının nazariye kılıklı sözleri memlekette yayılmıştı. Avrupa’nın ünlü bazı düşünce adamlarına göre, yeryüzünde medeni, yarı medeni ve vahşi olmak üzere üç türlü insan topluluğu vardır. Umumiyetle Doğu ve İslam milletleri, bu sırada Türk milleti yarı medeni milletlerdendir. Yarı medeni bir milletin, medeni millet haline gelebilmesi için birtakım şartların gerçekleşmesi ve medeni bir milletin tardımı ve tahmin edilemeyecek derecede uzun bir zamanın geçmesi gerektir. Kendi halini kötümser gören, bir Türk çocuğu, bağlı bulunduğu milletin de kurtulması güç hastalıkla dertli olduğunun ünlü düşünürler tarafından söylendiğini bilirse elbette marazî (hastalıklı) hali büsbütün artar.”
Görüldüğü gibi Emin Erişirgil; Gökalp’in düşünce yapısında önemli bir yer tutan ve kendisinin iç çelişkilerinden kurtuluşu olarak gösterdiği “mefkûrecilik” (idealizm) ile sistemleştirmeye çalıştığı “çözüm arama” eğilimlerini açıklamak için bir taraftan onun gelişim çağları içinde yaşadığı ortamı, diğer yandan çevresinde etkili olan unsurları bir hikâye akışı içinde vermeye çalışmaktadır.
Aslında Erişirgil’in değindiği bu son husus, Tanzimat’tan beri modernist İslamcılardan Batıcılara, Osmanlıcılardan Türkçülere kadar uzanan geniş bir yelpazede aydınların fikir yürüttüğü bir alandı.
İmparatorluğun çatırdayan siyasi varlığının gittikçe sallanır hale geldiği dönemdeyken, bu tür bir “toplumu aşağılama ideolojisi” Türk aydınlarını çaresizlik içinde bırakmayı, ileri sürülen veriler karşısında herhangi bir çözüm yolu aramanın imkansızlığına inandırmayı amaçlıyordu. Böylece Batı’da 19. yüzyıl sonlarında en gelişmiş şekline ulaşan askeri, ekonomik, siyasi sömürgecilik yöntemlerine, düşünce âlemini de kapsayan yeni bir boyut getirilmiş oluyordu. Bu ümitsizlik zihniyetinin çeşitli etkileri ve ileriye dönük reaksiyonları çok yönlü olmuştur. Bu ümitsizlik ve aşağılık duygusu bir başka devletin “manda ve himayesini istemek” şeklinde Milli Mücadele yıllarına uzanacaktır.
İNTİHAR GİRİŞİMİ İÇİN İDDİA EDİLEN NEDENLER
Gökalp’in düşünce dünyasında ve düşünce sisteminde önemli bir yeri olan “hars-medeniyet” (kültür-uygarlık) kavramları ayrı ayrı değerler olarak bu çaresizlik psikolojisinin dayandığı temelleri yıkacaktır. Dolayısıyla bu ikilem, ortaya konuş şekliyle yalnız Türk toplumu için değil, belki de o yıllarda Batı dünyasının askeri ve ekonomik baskısı altındaki tüm toplumlar için (Çin, Hindistan ve İslam dünyası gibi) geçerliydi. Böylece “sömürgecilik” akımının “kültür dünyasını yönlendirmesine” karşı, özgün ve kuramsal bir başkaldırı gerçekleştirilmiş oluyordu. Gökalp’in “kültür- uygarlık” kavramlarını ayrı ayrı açıklaması ve bununla Türk toplumunu esas alan bir model yaratma çabası önemle üzerinde durulması gereken bir konudur.
Ziya Gökalp’in intihar teşebbüsünün burada bahsedilen sebeplerine ilave olarak bazı isimler tarafından başka sebepler de zikredilmektedir. Bunlardan birisi Ziya’yı tedavi eden Dr. Abdullah Cevdet’tir. E. Erişirgil’in naklettiğine gör Dr. A. Cevdet, “Ziya’nın normal bir insan olmadığını ve intihar girişiminin fizyolojik olduğunu” ileri sürer. K. N. Duru da, sonraki hastalığı sırasında Gökalp’i tedavi etmiş olan Dr. Akil Muhtar’a (Özden) dayanarak, “Gökalp’in babasının çok işret ettiğini, annesinin çok asabi olduğunu, intihara teşebbüsten beş-altı yıl evvel okuduğu bir roman kahramanının sevda yüzünden intihar ettiğini görünce bu intihar keyfiyetinin bir sabit fikir gibi zihnine saplandığını, o günden beri ‘ben de bir gün böyle bir fikre tabi olarak intihar edeceğim’ dediğini” nakletmektedir.
Aynı görüşler, “Diyarbakırlılar arasında soruşturma yaptım” şeklinde isim verilmeksizin Erişirgil tarafından da tekrarlanmaktadır. Erişirgil bir başka sebep olarak, “amcasının onu İstanbul’a göndermek istemeyişini ve kızı ile evlendirmesi için baskı yapmasını” ve ayrıca Ziya’nın “başka bir kızı sevdiğini, o kızı vermedikleri” gerekçesini göstermektedir.
Ziya Gökalp’in kardeşi M. Nihat Gökalp’ın babası için “hayatı boyunca işret etmemiştir” şeklindeki beyanı dikkate alındığında Akil Muhtar’dan nakledilen iddialar pek inandırıcı olmamaktadır. Dr. A. Cevdet’in, Zeliha Hanım’dan tevarüs eden “fizyolojik cinnet bulunduğu” yolundaki görüşü de doğru değildir. Zeliha Hanım’ın sinir hastalığı son zamanlarındadır ve bunun sebebi de yeğeni Feyzi Pirinççioğlu tarafından 29 Ekim 1924 tarihli Vatan gazetesinde, “Altıncı batında ikiz iki çocuk dünyaya getirmiş, bu münasebetle bir rahim arızası yüzünden asabı bozulmuştur” şeklinde anlatılmıştır.
Akrabası ve arkadaşı Ahmet Cemil (Asena) intihar girişiminin başka hiçbir kaynakta geçmeyen sebebini şu şekilde anlatıyor:
“Ziya, yine bu çağlarda bazı cinayet romanları okumaya heveslenmiş ve bazı intiharları da takdir etmeye başlamıştır. Geçirmekte olduğu geçici bir buhran devresinde hayatın Ziya nazarında bir değeri kalmamıştı. Onu en çok sıkan ve çıldırtan, şahsi hürriyetine ve şahsi fikirlerine vaki olan müdahalelerdi. Gayet seviştiğimiz bir arkadaşımızın pederi ile Ziya’nın akrabaları arasında şiddetli bir huzursuzluk vardı. Vakıa, arkadaşımızın babası koyu cahil, ayyaş, biraz da sefih ve fakat kalender meşrep bir kimse olduğu halde, Ziya’nın bazı akrabaları aleyhine adeta harp ilan etmişti. Oğulları ise cidden bir yüce cevher ve bir fazilet ve namus siması idi. Böyle iken, Ziya’nın bununla arkadaşlığı hoş görülmüyor ve fakat bu hususta Ziya’ya bir etki de yapılmıyordu…
Bir gün, Ziya’ya karşı, arkadaşı iğrenç bir şekilde küçük düşürülmüş ve suçlanmış ve kendisi de şiddetli bir hakarete maruz kalmıştır. Bu bir müdahale idi. Maksat, Ziya ile arkadaşı arasındaki uyumlu bağı ebediyen katletmekti. Ziya buna tahammül edemedi ve o dakika benliğini kaybetti. Artık irade kuvveti ve arzusu pek müteessir idi. Hemen arkadaşının yanına koştu…
Ziya, bu münasebetle sözü silahşorluğa getirdi, nişancılığın lüzum ve faydalarını ileri sürdü, bunu öğrenmek için ufak tabancasını bir iki günlük emanet olarak kendisine verilmesi teklifinde bulundu.”
GENÇ ZİYA, ALNINA SİLAHI DAYIYOR
Genç Hürriyetçi Ziya’nın içinde bulunduğu bu ümitsizlik ve çaresizliği onu bir noktaya getiriyordu:
“Beka-yı zulmetmehin, sebat-ı kahr ü itisaf Mahz-ı tasavvurat intihar eder beni.” İntihar… Acaba niçin? Ölümden ne umuyordu? “Daimi bir ıstırap altında kalmaktır hayat Mevt eyler bir huzur-ı mutlakı ima bana.” Genç hürriyetçi Mehmet Ziya, bu beyti Ulu Cami bitişiğindeki Mesudiye Medresesi’nde kalan, sonra ilkokul öğretmenliği yapan arkadaşı Mustafa Bey’in (ölümü 1953) kaldığı odanın duvarına yazdıktan üç gün sonra alnına kurşun sıkarak intihar girişiminde bulundu. Takvimler 3 Ocak 1895 (22 Kanunuevvel 1895) Perşembe gününü, saatler akşamı gösteriyordu. İdadi dördüncü sınıfı bitirip beşe geçeceği günlerdeydi.
Şehirdeki kolera salgını nedeniyle Diyarbakır’da bulunan Dr. Abdullah Cevdet ve biri Rus operatör olan iki doktor arkadaşı ile birlikte hastaneye kaldırılan Ziya’ya müdahale ederler. Kafatasını delip içeride kalan kurşunu çıkartamayacaklarını anlayınca vazgeçip yarayı iyileştirerek on beş gün içinde taburcu ederler. Ziya Gökalp, başındaki “sinos frontalde” kalmış olan kurşunla yaşayacaktır. Dr. A. Cevdet bir kitabında, Gökalp’in adını vermeden olayı şöyle anlatmaktadır:
“Başından kurşunla yaralanan kimselerin dimağlarında kurşun senelerce kaldığı halde, hiçbir rahatsızlık hissetmeyenleri pek çoktur. 1310 (1885) senesinde aziz ve genç bir tanıdığım Diyarbekir’de, intihar kastı ile tam alnının ortasına bir tabanca ile ateş etmişti.
Alında bulunan kemiğini (azm-i cebhî/os frontal) delerek içerde kalan kurşunu çıkarmak için, diğer iki doktor arkadaşımla uğraşmış ve nihayet bundan sarfınazar etmiş idi. Yaralının yarası tarafımdan tedavi edilmiş ve on beş gün süresince tamamen iyileşmiştir. Bu intihar girişiminde bulunan, başı içinde kalan kurşundan hiçbir zaman şikâyet etmemiştir. Halen İstanbul’da irfan ve zekâsıyla, ilmi ve siyasi mühim ve nüfuzlu bir mevki işgal etmektedir.”
Yarın: Ülkümü buldum: En büyük ülkü, millet ve hürriyet ülküsüdür