ATATÜRK VE TÜRK GENÇLİĞİNİN NİTELİKLERİ (9)
“Bizim milletimiz derin bir maziye (geçmişe) maliktir. Bu düşünce bizi elbette altı yedi yüz yıllık Osmanlı Türklüğünden, Selçuklu Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine müsavi (eşit) olan Türk devletlerine kavuşturur.”
G. M. K. Atatürk, 1. Türk Tarih Kongresi (2-11 Temmuz 1932, Ankara / Halkevi) Açılış Konuşması.
Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında milli birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur. Millet varlığını ve yurt erginliğini korumak için bütün yurttaşların canını ve her şeyini derhal ortaya koymaya karar vermiş olmak, bir milletin en yenilmez silahı ve koruma vasıtasıdır. Bu sebeple, Türk milletinin idaresinde ve korunmasında milli duygu, milli kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.”
Türk Milli Mücadelesi, milli birliğe dayanmaktadır. Milli birlik ve beraberlik, Milli Mücadele’ye tam bir “milli” karakter ve kimlik vermektedir. Atatürk daha 1919’da “milli birlik” içinde başarının sağlanacağı inancındadır:
“Millet ve biz yok, birlik halinde millet var. Biz ve millet ayrı ayrı şeyler değiliz. Ve şunu kati olarak söyleyeyim ki, bir millet, varlığı ve bağımsızlığı için her şeye girişir ve bu gaye uğrunda her fedakârlığı yaparsa, başarılı olamaması mümkün değildir. Elbette başarılı olur. Başarılı olmaz ise o millet ölmüş demektir.” Atatürk, Türk milletinin birlik ve beraberliğini, öncelikle coğrafi sınırlarımız içinde, “Türklerin ata yurdunun” bölünmez bir bütün olduğunu ilan ederek sağlamaya yönelmiştir. Doğu ve batı, kuzey ve güney ayrımı yapmadan, Misak- ı Milli’nin belirlediği sınırları, vatan saymıştır. Milli Mücadele, bu sınırların kurtarılmasını olduğu kadar, bu sınırlarda yaşayan Türk milletinin millet birliğinin ve bütünlüğünün sağlanmasını da hedeflemiştir.
Atatürk milli varlığımızın temelini, milli şuurda ve milli birlikte görmüştür. 1 Kasım 1936 TBMM’yi açış konuşmasında milli birlik ve milli şuurun önemini şu şekilde ortaya koymaktadır: “Seneler geçtikçe, milli ideal verimleri, güvenle çalışmada, ilerleme hevesinde, milli birlik ve milli irade şeklinde, daha iyi gözlere çarpmaktadır. Bu, bizim için çok önemlidir; çünkü biz, esasen milli mevcudiyetimizin (varlığımızın) temelini, milli şuurda ve milli birlikte görmekteyiz.”
Türk milletinin birlik ve bütünlüğü ve milli dayanışması bakımından Atatürk’ün Diyarbakırlılara hitaben yaptığı konuşma çok önemlidir. Bilindiği üzere Atatürk o zamanki adıyla “Diyarbekir” in fahri hemşehrisidir. 1932’de Diyarbakırlılara hitaben Dolmabahçe Sarayı’ndan şöyle seslenmiştir:
“Ben, Türk elinin kahraman bir bucağındanım. Yazık ki oraya Bekirdiyarı diyorlar. Fakat özünde Türk diyarı idi. Bekir sonradan ona alem olmuş, fakat biz öz diyarımızın ne olduğunu biliriz. Bizim diyarımız Oğuz Türkü’nün has konağıdır. Biz de bu yüce konağın çocuklarıyız. Buraya konduğumuzdan beri ne olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp diyoruz ki:
Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bizim yeni işimiz budur:
MEDENİ BİLGİLER KİTABI
Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğim şey olduğu zaman, başka bir âlem görülecek ve dünyaya hayret verecektir. Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek!’”
Atatürk, “Türk milleti” kavramı kapsamında milli birlik ve bütünlük bakımından aynı konuyu Medeni Bilgiler kitabına gündeme getirmiş ve Türk milletinin bölünmezliğine vurgu yapmıştır. o bu konuda şunları yazmıştır:
“Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti, gerici beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde kederlenmekten başka bir tesir doğurmamıştır. Çünkü bu millet fertleri de tüm Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.”
DÜNYA BARIŞI: İNSANLIĞA HİZMET
Atatürk, büyük bir Türk milliyetçisi olarak, milliyetçiliği reddeden teori ve görüşlere hiç itibar etmemiştir. Ancak, bütün başka milletleri hor gören, aşağılayan, saldırgan (irredantist) bir tutumu da asla benimsememiştir.
Atatürk, her ülkenin yöneticilerinin asıl sorumluluklarının elbette kendi milletlerine karşı olduğunu belirtmiş; Türk milletinin şerefi, hakları, yararları söz konusu olduğunda, bunların tam bir dikkat ve titizlikle korunmasını görevlerin en kutsalı saymıştır. Milliyetçiliğinin özünden ve amacından sapmadan şu gerçeği de gözden kaçırmamıştır: Hiçbir millet bu dünyada tek başına yaşamamaktadır. O, 21 Haziran 1935’te bir yabancı gazeteciye verdiği demeçte bu konuda şunları söylemiştir:
“Coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirlerine birçok bağlarla bağlıdırlar… Eğer bir apartman, sakinlerinden bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkân yoktur.”
Atatürk vizyon (öngörü) sahibi bir devlet adamı, lider olarak bugün sıklıkla kullanılan “küreselleşme” kavramının henüz kimse tarafından konuşulmadığı bir tarihte, 17 Mart 1937’de Türkiye’yi ziyaret eden Romanya Dışişleri Bakanı Antonecu ile konuşurken şunları söylemiştir:
“Bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan mensup olduğu milletin saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hizmet etmeye elinden geldiği kadar çalışmalıdır…
Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn (huzur), açıklık ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur (yoksundur).
Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim: Milletleri yönetenler, tabii evvela ve evvela kendi milletinin varlık ve saadetinin gerçekleştiricisi olmak isterler. Fakat aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek lazımdır…
ORTAK TEHLİKELER
En uzakta zannettiğimiz bir hadisenin (olayın) bize bir gün temas etmeyeceğini (etkilemeyeceğini) bilemeyiz. Bunun için beşeriyetin (insanlığın) hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu (organı) addetmek (saymak) icap eder. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar müteessir olur (etkilenir).”
İnsanlığın sorunlarına büyük bir ileri görüşlülükle ve seziş gücü ile bakan Atatürk, henüz Birleşmiş Milletler, UNESCO ve benzeri kuruluşlar ortada yokken, geri kalmış ülkelerin kalkınmasının dünya ülkelerinin tümü için önem taşıdığı bilinci henüz yerleşmemişken, dünyadaki bütün insanların bazı konularda ortak tehlikelerle karşı karşıya oldukları ve ortak çıkarlara sahip bulundukları yeterince anlaşılmamışken ve nihayet sömürgeciliğin neredeyse dünyanın yarısına egemen olduğu bir dönemde şunları söylüyordu: “İnsanları mutlu etmenin tek yolu, onları birbirlerine yakınlaştırarak, onları birbirlerine sevdirmektir.” “Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı barış isteniyorsa, kitlelerin vaziyetlerini iyileştirecek milletler arası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”
Atatürk’ün “dünya barışı” için samimi gayretleri bütün dünyada dikkatleri çekmiş ve daima takdir görmüştür. Daha 1938 yılında bugünkü Birleşmiş Milletler Teşkilatının öncüsü olan Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) Atatürk hakkında “barışın dahi hadimi (hizmetkârı)” deyimini kullanmıştır. Yine onun 100. doğum yılında Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO), Atatürk’ü anma kararı almış ve o kararda şunları vurgulamıştır: “Kemal Atatürk, dünya milletleri arasında devamlı barış ülküsünün ve karşılıklı anlayış ruhunun olağanüstü bir öncüsüdür; bütün hayatı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımı tanımayan bir ahenk ve iş birliği çağının açılması uğrunda çalışmıştır.”
MİLLİ SAVUNMA: “HAK KUVVETİN ÜSTÜNDEDİR”
Atatürk, bütün barış çağrı ve çabalarına rağmen milletlerarası sistemde henüz adil bir düzenin kurulamadığının farkındadır. Kuvvetli olan hakkı ve haklı olanı ezebilmekte, çoğu zaman güçlü olan kendi menfaatleri bakımından dünyayı ateş ortamına atabilmektedir. Yaşadığımız pek çok olay bunu açık olarak göstermektedir. Nitekim Atatürk, 25 Ekim 1931’de Balkan Konferansı için Türkiye’ye gelen konferans üyelerine Fransızca yaptığı bir konuşmada, “insanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, insani olmayan ve son derece üzücü bir sistemdir.” Diyerek bu çarpık milletlerarası sisteme tepki göstermiştir.
Dolayısı ile dünya barışını istemek ve bunun gerçekleşmesi için çalışmak başka bir şeydir; derin bir hayal âleminde yaşamak başka bir şeydir. Bunun için kendi milletinin gücünü artıracak tedbirlerin ihmal edilmemesi gerekir.
ATATÜRK’ÜN BARIŞ ÇABASI
Atatürk’ün barışçılığı “ödüncü” veya “yatıştırmacı” değildir. O hiçbir zaman ülkenin ve milletin hayati çıkarlarını tehlikeye sokmadığı gibi, bu çıkarlardan herhangi bir ödün de vermemiştir. Atatürk’ün dış politikadaki gerçekçiliği, onun düşmanlarına karşı yatıştırmacı bir politika izlemesini veya olaylar karşısında hayalci olmasını engellemiştir. Atatürk, bir milletin barış içinde yaşayabilmesi için, kendini savunacak güce ve iradeye sahip olması gerektiğini Lozan Barış Antlaşması sonrasındaki şu sözleriyle çok açık bir şekilde ortaya koymuştur:
“Bugün vardığımız barışın ebedi barış olacağına inanmak safdillik olur. Bu o kadar önemli bir gerçektir ki, ondan bir an bile gaflet, milletin hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz, hukukumuza, şeref ve haysiyetimize saygı gösterildikçe mukabil saygıda asla kusur etmeyeceğiz. Fakat, ne çare ki, zayıf olanların hukukuna saygının noksan olduğunu veya hiç saygı gösterilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için her türlü ihtimallerin gerektireceği hazırlıkları yapmakta asla gecikmeyeceğiz.”
Atatürk bir devlet adamı olarak barış yoluyla insanlığa hizmet etmek ile Türk milletinin varlığı ve bağımsızlığının korunması arasındaki dengeyi çok iyi gözetmiştir. Atatürk, “Âlemde bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir.” Dedikten sonra hemen şunları ekliyor: “Şu kadar ki, milletin haklarını anlayıp onları savunmak ve korumak uğruna her türlü fedakârlığa hazır olduğuna dair dünyaya bir kanaat vermesi lazımdır.”
O, aynı konuda şunları söylüyor: “Hiçbir millet ve memlekete karşı tecavüz fikri beslemeyiz. Fakat varlığımızı ve bağımsızlığımızı korumak için, bir de milletimizin iç rahatlığı ve gönül huzuru ile çalışarak refahlı ve mutlu olmasını sağlamak için, her vakit memleket ve milletimizi korumaya gücü yeten bir orduya sahip olmak da ülkümüzdür.”
YARIN: MAZLUM MİLLETLERİN SESİ OLMAK