ATATÜRK’ÜN DEHASI VE DÖNÜŞTÜRÜCÜ LİDERLİĞİ -3
Dönüştürücü lider henüz denenmemişe, bilinmeyene insanları kanalize etmek, yönlendirmek göreviyle karşı karşıyadır. Bu da müthiş bir inanç ve hayal gücü gerektirir.” Buna, “birikim” ve “zamanı planlama” gibi özellikleri de ilave etmek lazımdır. Bu donanımlara sahip etkili dönüştürücü lider, kültür ögelerini ve mit, masal, metafor, hikaye, söylence gibi birçok sembolik unsuru ustaca kullanır.
En basit deyimiyle, özellikle fen bilimleriyle ilgili disiplinlerde kuram ve araştırmaya egemen olan paradigma Newton’un ‘Matematiğin İlkeleri’ (Principia Mathematica) adlı eserinin basılmasıyla başlar. Bu nedenle bugün bilime egemen olan paradigma ‘Newtoncu bilimsel paradigma’ olarak tanımlanır. Newton’un bilim paradigması büyük ölçüde makine örneğinin evrenin işleyişine adapte edilmesine dayanır. Bu nedenle mekanik bir dünya görüşü hâkimdir. Daha sonra yapılan katkı ve eklentilerle, bu mekanik dünya görüşü şu üç temel varsayım üzerine oturur: (1) Gerçekliğin en temel yapı taşları olan en küçük parçacıklar ve bunların davranışını yöneten bir seri güç vardır. Bu en temel düzeyi ve bu düzeydeki davranışları belirleyen yasaları keşfetmek yoluyla dünya önceden kestirilebilir. (2) Bu en küçük (mikro) düzey ilişkileri belirleyen yasalar evrendeki en büyük (makro) düzey ilişkileri belirleyen yasalar aynı olmalıdır. (3) Bilim adamları, araştırmacı ve gözlemciler deneylerinden soyutlanmalıdır. Gerçeklik nesneldir...” Bugün “postpozitivizm, postendüstriyel, postmodern, postkapitalist, postyapısalcı (poststructuralism) ve postgörgül (postempricism)” olarak bilinen bütün yaklaşımların referans noktası XVII’nci ve XVIII’inci yüzyıllarda ortaya çıkan bu Newtoncu bilim felsefesine dayanır. Bu felsefe, Emil Durkheim tarafından toplumların analizine, Frederick Taylor tarafından da “bürokrasi”ye, yönetim bilimlerine uygulanmıştır. Aynı şekilde. “işlevselci” dünya görüşü toplumsal örgütlerin analizinde; “davranışçı” dünya görüşü ise psikoloji, sosyal psikoloji ve eğitim alanlarında pozitivist-akılcı felsefenin, dünya görüşünün uzantıları olarak uzun yıllar geçerliliklerini sürdürmüşlerdir.
BİLGİ ÇAĞI HIZLA ETKİSİNİ ARTTIRIYOR
Özellikle, 1960’lardan sonra dünyayı etkisi altına alan ve günümüzde artık bazı gelişmiş ülkelerde tam anlamıyla toplumların bütün alanlarına hakim olmaya başlayan “bilgi çağı” dönüşümüne esas teşkil eden “bilim felsefesi” ise; yirminci yüzyılın başlarından itibaren gelişmeye başlamıştır: “Başlangıçta pozitivist/ akılcı/Newtoncu paradigma içinde olgunlaşmış az sayıda bilim adamı tümüyle farklı bir dünya görüşü geliştirmeye başladı. Scwartz ve Ogilvy bu konudaki gelişmelere ilişkin olarak şu örnekleri verirler: Örneğin, fizikte Einstein’ın ‘Görelilik (İzafiyet) Kuramı’ gözlemcinin süreçteki etkisini ortaya koymakla eski paradigmanın önemli bir temel taşını yerinden oynatmış oldu. Daha sonra, Heisenberg’in ‘belirsizlik ilkesi’ (indeterminency principle) pozitivist/akılcı paradigmanın nesnellik ilkesini yerle bir etti, şöyle ki; ‘Mikroskopik ayrıntının ötesinde herhangi bir ölçüm olayı -ışık ışınlarıyla (light rays) gözlemlemek bile- çalışan şeyi etkilemekteydi. Öte yandan, John Bell’in teoremi evrenin bağımsız ve ayrı parçalardan oluşmadığını iddia etmekteydi. Bütün olay ve şeyler parçalanamaz bir bütünün içinde birbirleriyle ilintilidir. Bunu izleyen bir kuramla, David Bohm, ‘yalnızca parça bütünde gizli değil, aynı zamanda bütün gerçeklik parçada da gizlidir’ diyerek evrenin holografik bir resmini çizmekteydi.”
ESKİ YÖNETİM ANLAYIŞI ARTIK TERK EDİLDİ
Yeni bilim felsefesi, bilimin nesnel bilgi üretme süreci olmadığını, bilimsel sürecin dünyanın göreliliğini temel alan bir süreç olduğunu ortaya koymaktadır. Sosyal olgular, sosyal davranışı belirleyen genellenebilir yasalar türetmek yoluyla değil, bir durumun veya bir olayın kendine özgü boyutlarının araştırılmasıyla anlaşılabilir. Bilimin bir amacı olarak açıklama, üzerinde çalışılan olgunun kendisi ve durumlar arasındaki benzerlik ve farklılıkların anlaşılmasıyla sınırlıdır. Halbuki, düşüşteki bilim felsefesi ve bunun etkisindeki “ideolojiler”in özellikleri sınır tanımaması, her alanı kuşatma, her olayda “doğrulanma” iddiasıdır. Bilimsel bilginin özelliği ise, bunun tam aksine, sınırlı olması, hatta sınırlandırılması gereğidir. Türkiye’de bazı ideolojistler tarafından “gerici” ilan edilen bilim felsefecisi Karl R. Popper, “yeni pozitivizm”i savunan Viyana Okulu filozoflarına yönelttiği eleştirilerde, “bilginin sınırları”na dikkat çekerek, bilimle ideoloji arasındaki farkı netleştirdi. Popper, “sahte bilim” dediği ideolojik, bütüncül, “her şey”ci, sınırsız izahlara örnek olan Marks’ın, Freud’un ve Adler’in teorilerini göstermektedir. “Eleştirel Rasyonalizm” (Eleştirel Akılcı Tavır) felsefecisi olan ve bu bakış açısını “siyaset felsefesi”ne de uygulayan; bilimi, “gözleme dayanılarak yanlışlanmaları mümkün uğraşların toplamı” olarak tanımlayan Popper, bir varsayımın, doğruluğuna “kanıt” toplayarak değil, yanlış olup olmadığının sınandığı deney ya da gözlem vasıtasıyla doğrulanırsa “bilimsel bilgi” haline geleceğini söylemektedir ki; pozitivist anlayışın “sosyal inşacı” mantığının geçersizliği ve “gelecek toplum” kehaneti (öngörü)nin yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. Liberal iktisatçı- filozof F. A. von Hayek de, hem Marksizmi hem de Descartes’çı rasyonalizmi eleştirirken; “rasyonalist ve aydınlanmacı yanılgı”nın bu her şeyci (total) ve “akılcı/sosyal inşacı” bakışının imkânsızlığına işaret etmektedir. İşte, bilgi çağının esasları ortaya konulan bu bilim felsefesi, klasik, pozitivist, Taylor’cu yönetim ve liderlik anlayışlarını da değiştirmiş bulunmaktadır. Örgütleri adeta “fabrika” gibi gören, süreci ve süreçteki çalışanları veya yer alanları dikkate almadan sadece “ürün”e, “çıktı” ya önem veren, yöneticinin her şeyi bildiğini veya bilmesi halinde her şeyin halledilebileceğine inanan yönetim anlayışı artık terk edilmiş bulunmaktadır. Eski anlayışın aksine; ürüne değil, sürece önem veren ve sürecin kalitesini arttırarak ürün kalitesinin arttırılmasını; yönetici kadar süreçte yer alanların bilgilendirilmesini ve hatta, çalışanların bilgilerinin sistemin işleyişine katılmasını hedefleyen bir yönetim anlayışı gelişmektedir. “Toplam Kalite Yönetimi” olarak ifade edilen anlayış, yeni liderlik tipolojilerini de beraberinde getirmektedir. “Dönüştürücü Liderlik”in şekillendiği ortam, işte bu toplam kalite yönetimi ortamı olmaktadır. Büyük “değişim” ve “dönüşüm” dönemleri, böyle bir liderlik anlayışını ve bu özellikleri taşıyan liderleri doğurmaktadır. Bir başka deyişle, büyük değişim ve dönüşümleri yapabilen liderler, dönüştürücü liderlerdir.
DÖNÜŞTÜRÜCÜ LİDERİN TANIMI VE ÖZELLİKLERİ
“Transformational Leadership” kavramı, bir liderlik tipi olarak ilk defa 1978’de James McGregor BURNS tarafından kullanılmıştır. Burns, bu kavramla birlikte “Transactional Leadership” olarak ifade ettiği ikinci bir liderlik tipini de gündeme getirmiştir. Burns tarafından ortaya atılan ilk liderlik tipi, ülkemizde çoğunlukla “Dönüştürücü veya Dönüşümsel Liderlik”; ikinci liderlik tipi ise daha çok “Yönetsel veya Harekete Geçirici Liderlik” olarak kullanılmakta ve ifade edilmektedir. Bazı araştırıcıların “Transformational Leadership” kavramını “Harekete Geçirici Liderlik”, “Transactional Leadership” kavramını da “İşe Yönelik Liderlik” olarak kullanmaları, hem kelimelerin Türkçe karşılıkları bakımından, hem de bu kavramlarla ifade edilen liderlik özellikleri bakımından doğru olması gerekir. Çünkü, “transformation” sözü bir “dönüşümü”, “değişimi” ifade ettiği gibi; sosyolojik olarak dönüşüm veya değişimden kastedilen bir “sosyal değişme”dir. Nitekim Burns, dönüştürücü liderliği bir örgüt veya sistemi belli bir vizyon çerçevesinde yeni bir düzleme taşıyan, bir sistemde temel dönüşümler sağlayan liderlik olarak açıklar. Öte yandan yönetsel veya harekete geçirici liderler, örgüt veya sistemler içindeki iç dinamikleri iyi dengeleyerek örgütün önceden belirlenmiş amaçlarına etkili bir şekilde ulaşmasını sağlar. Birisi sistemi var olan haliyle etkili ve verimli bir şekilde çalıştırmayı amaçlarken, diğeri sistemi köklü değişim ve dönüşümlere uğratmayı hedef edinir. Dönüştürücü liderlik kavramı, Burns’ten sonra başka araştırıcılar tarafından da kullanılmış ve değişik yönlerden geliştirilmiştir. Conger- Kanungo (1981), Bass (1985), Kouzes (1987), Avolio (1988), Yuki (1989) ve Sashkin (1990) bu araştırmacıların önde gelenlerindendir. Bütün bu araştırıcıların “dönüşüm” ve bunun “lideri” ile ilgili yaklaşımlarının kesiştiği ortak bir nokta vardır: Hemen hepsi sistemlerin, topluluk veya toplumların veya örgütlerin değiştirilmesinde “dönüşümsel veya dönüştürücü (transformational) bir tarz”ı kabul ederler. Dönüştürücü liderlerin işi yeni bir vizyon (bilinçli bir felsefi temel oluşturma, bir seçim, bir yaşam yaratma, kısaca “yarının yaratılması”) dünya görüşü veya gerçeklik yaratmak, bu yeni gerçeklikle uyumlu yeni standartlar, kurallar, normlar ve davranışlar geliştirmek, kitlelerin anlayabileceği dilde bunlara ulaşmanın yollarını göstermektir. Liderin yarattığı bu yeni gerçekliğin içinde kitleler yeni anlamlar bulurlar, yaşamları ve davranışları anlam kazanır, geleceğe ilişkin açık ve kesin beklentileri oluşur. Diğer yandan “yönetsel” veya “harekete geçirici” liderlerin tarzı tamamen farklıdır. Onlar için var olan yapının korunması, mevcut norm, değer, standart, kural ve davranışların devam etmesi sistemin sürekliliği ve geleceği açısından önemlidir. Bunlar, dönüştürücü bir lider tarafından açık ve kesin bir biçimde belirlenmiş bir alanda liderlik etmeyi tercih ederler. Bir sistemi dönüştürecek ideolojik ve normatif kaygılardan çok, var olan sistemin gerçekleri içinde pratik uygulama sorunlarıyla ilgilenirler. Bu özelliklerden dolayı, ünlü yönetim bilimci Warren Bennis, dönüştürücü liderler için “lider”, yönetsel, hareket geçirici liderler için ise “yönetici” tanımını kullanır. Dönüştürücü liderler için gelecek çok belirsizdir. Önünde sınırları belli olmayan bir yol, bir dizi önceden kestirilmez sorun ve engel vardır. Yönetim bilimci Rosebath Moss Kanter’in belirttiği gibi, “dönüştürücü lider henüz denenmemişe, bilinmeyene insanları kanalize etmek, yönlendirmek göreviyle karşı karşıyadır. Bu da müthiş bir inanç ve hayal gücü gerektirir.” Şüphesiz buna, “birikim” ve “zamanı planlama” gibi özellikleri de ilave etmek lazımdır. Bu donanımlara sahip etkili dönüştürücü lider, kültür ögelerini ve mit, masal, metafor, hikaye, söylence gibi birçok sembolik unsuru ustaca kullanır. Bu bakımdan dönüştürücü liderlerin içinde yetiştikleri milletlerin “tarihleri”ni ve “milli kültürleri”ni çok iyi bilmeleri gerekir.
YARIN: Dönüştürücü lider olarak Atatürk ve bilim düşüncesi