ZİYA GÖKALP’İN EĞİTİM HAYATI - 6
Diyarbakır Mülki İdadisi’ndeki eğitim ve öğretimi sırasında genç Ziya Gökalp’i etkileyen insanlardan biri, okuldaki tarih hocası Mehmet Ali Ayni’dir. Tasavvuf ve dinler tarihi ile de meşgul olan Ayni’nin çeşitli konularda pek çok eseri vardır. Genç Ziya’yı derinden etkileyen hocalarından biri de ‘Tarih-i Tabii’ (Tabiat Tarihi) derslerine giren Rum asıllı askeri doktor Yorgi’dir.
Diyarbakır Mülki İdadisi’ndeki eğitim ve öğretimi sırasında genç Mehmet Ziya’yı etkileyen insanlardan bir dönemin Diyarbakır Maarif Müdürü ve okulda Ziya’nın tarih hocası olan Mehmet Ali Aynî’dir. Eğitimci, idareci ve fikir adamlarımızdan olan Mehmet Ali Aynî (1869-1945), öğretmenlik, maarif müdürlüğü, valilik gibi çeşitli görevlerden sonra İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Tarihi ve Genel Felsefe Profesörü olmuştur. Tasavvuf ve dinler tarihi ile de meşgul olan Aynî’nin çeşitli konularda pek çok eseri vardır. M. Ali Aynî, Ziya Gökalp ile ilgili bir yazısında Ziya’nın derslerde sorulara verdiği cevaplar ve yaptığı muhakemelerle kendisini şaşırttığını, bu çocuğun kim olduğunu Süleyman Nazif’e sorunca, onun “bu genç Şevket-i Buhari derecesinde Acemce şiirler söylüyor” dediğini nakletmektedir.
İdadi’nin tarih öğretmeni olan Mehmet Ali Aynî Bey, öğrencilerine yazılı bir görev vermişti. Ziya’nın yazılarını çok beğendi. Bir gün Süleyman Nazif’le İdadi Mektebi hakkında görüşürlerken Ziya’dan bahsetti. “Bu kimin çocuğudur?” dedi. Süleyman Nazif hakkında dostları: “Kimseyi beğenmez, bir kere de beğendi mi onu göklere çıkarır.” Demek suretiyle onun karakterini anlatır.
Süleyman Nazif, Mehmet Ali Ayni Bey’e Ziya’nın ailesini anlattıktan sonra: “Bu çocuk, dedi, Şevket Buhari derecesinde Farsça şiirler söylüyor.” Yine bir gün Mehmet Ali Ayni Bey, İdadi’de Büyük İskender’in babası Filip ile Demosten’in mücadelesine dair bir ödev vermişti. Ziya, hocasına verdiği ödevinde, doymaz bir saldırganın Yunanistan’a karşı beslediği istila emelleri üzerine vatanının hürriyetini müdafaa maksadıyla Demosten’in hemşehrilerine karşı söylediği nutukların anlamını yazmıştı. Mehmet Ali Ayni Bey, ödevi okuyunca bu çocuk, o nutukların içindeki anlamı nereden öğrenmiş? Diye merak etmeye başladı. Fakat sonradan, Süleyman Nazif’in söz arasında söylediği şu cümle hatırına geldi: “Bu çocuk bir şey öğrenebilir miyim? Diye Belediye Hekimi Yorgaki Efendi’yle daima konuşur.” Mehmet Ali Ayni Bey, kendi kendine, muhakkak Yorgaki Efendi öğretmiştir, dedi. Diyarbakır Mülki İdadisi’nde genç Ziya’yı derinden etkileyen hocalarından birisi de “Tarih-i Tabii” (Tabiat Tarihi) derslerine giren Dr. Yorgi’dir. Diyarbakır’da Belediye Doktorluğu da yapan bu Rum asıllı askeri doktor Gökalp’in “Felsefi Vasiyetler-II, Hocamın Vasiyeti” başlıklı yazısında, “bir Türk kadar Türklüğü düşünürdü veya bize öyle gelirdi” diyerek anlattığı hocasıdır. Avrupa felsefesine ve Fransız edebiyatına vakıf, tabip olduğu halde tabipliğe inanmayan, münzeviyâne (yalnız) yaşayıp okuma ile meşgul olan, bu Tarih-i Tabii Hocası “filozof-öğretmen”, onun kişiliğinde ve entelektüel hayatının oluşmasında derin izler bırakmıştır.
O sıralarda (1893-1894) “derunî buhranının en şiddetli devresini” yaşamakta olan Ziya için bu hocanın “her sözü yeni bir ufuk” açmaktadır. Ziya, “bir şey öğrenebilir miyim diye Yorgi Efendi ile daima konuşur ve ondan ilave Fransızca ve felsefe dersleri alır. Hilmi Ziya Ülken’e göre dindar aile çevresiyle çatışmaya giden fikirlerin ve bu suretle geçirdiği inanç krizinin ilk kaynağı bu Dr. Yorgi’dir. Hocası Dr. Yorgi’nin Ziya Gökalp’in üzerindeki etkilerini ve onun içinde bulunduğu buhranın boyutlarını anlamak için “Hocamın Vasiyeti” isimli makalesini buraya (biraz sadeleştirerek) alıyoruz:
“İdadide bir taraftan tabii ilimler okumağa diğer yönden kelâm (felsefe) dersleri almağa başladık. Maneviyat görüş açısından, biri olumlu, diğeri olumsuz elektriğe sahip olan bu iki ters akım, ruhun fezasında uzayında/ genişliğinde) her çarpışmasında, gerçek şimşekleri yerine şüphecilik (reybîlik) yıldırımları fırlatmağa başladı. Ruhun içinde, müspet gerçeklerle sevgili mefkûrelerim, her gün daha büyük şiddetle çarpışıyorlardı. Kalbim, vecdimin yegâne kaynağı olan faziletle ve ‘Kahraman insan’ın, asaletsiz, pespaye, esir ve aciz ‘madde’den yapılmış ihtiyarsız ve istiklalsiz (hür ve bağımsız olmayan) bir makine olmasına bir türlü kail olamıyordu. Bütün emelim, bin türlü tehlikelerle tehdit olunan, fakat istibdadın uyuşturucu macunuyla vaziyetinden habersiz olan milletimin mucizevi bir hamleyle kurtulması( nın) mümkün olup olmadığını bilmekti.
Bana bir ümit felsefesi, bir kurtuluş nazariyesi lazımdı. Eğer, insan bir makineden ibaretse, eğer onda bu tabiatın fevkine fırlayabilecek mucizevi bir kudret yoksa milletim tehlikelerden kurtulamayacaktı. İnsanlık da sonuna kadar vahşetler içinde çırpınacaktı. Ne kelam, ne tasavvuf bana böyle bir ümit felsefesi, bir kurtuluş nazariyesi veremedi. Onlar, bugünkü hayata ait mefkûrelere kıymet vermiyorlardı. Ben, bugünkü hayatta da insaniyeti, insanı yükseltmek, vatanı kurtulmuş görmek istiyordum. Fakat kafamın içinde, her hükmü matematik ölçülerle ölçen, mantık ölçüsüyle ayarlayan; olayların, tecrübelerin mihengine (ölçüsüne) vurmaksızın hiçbir hükmü kabul etmeyen uğursuz bir şahsiyetim daha vardı. Bu da benim aklımdı. Bu akıl isyan ediyor, ümidimi kırmağa, emelimi boğmağa çalışıyordu. Benim o sırada yegâne dayanağım ‘tevil’ idi. Bununla ruhumda az çok bir uyum tesis edebiliyordum. Bir gün kalemimden bir mısra fırlayarak beni bu dayanaktan da mahrum etti:
‘TEVİLE İHTİYACI OLUR MU HAKİKATİN?’
(Sözü eğip-bükmeye ihtiyacı olur mu gerçeğin) Bu sırada mektebimize tarih-i tabii okutmak üzere bir filozof muallim tayin olundu. Avrupa felsefesine ve Fransız edebiyatına vakıf olan bu zat, Türk edebiyatının da yeni devresini tetkik etmişti. Tuhaf halleri vardı. Tabip olduğu halde tababete inanmazdı: ‘Tababette, müshilden başka müspet bir hakikat yoktur’ derdi. Rum olduğu halde Türklere dosttu yahut biz öyle zannediyorduk.
Doktor Yorgi, tıbbiye mektebinden çıkınca, ordu doktoru olarak doğu vilayetlerimize gelmişti. Uzun seneler kasaba kasaba dolaşarak her tarafı görmüştü. Vazife dışında kimse ile görüşmez, münzeviyâne (yalnız) yaşardı. O halde, vaktini nasıl geçiriyordu? Yalnız bir şeyle: Mütalâan (okuma)! Doktor Yorgi’yi geniş bilgili ve filozof yapan, ihtimal ki bu sürekli okumalarıydı.
Doktor Yorgi, okula her geldikçe, Türkçe öğretmenimizin bize kitabet edebiyatı yazdırdığı inşa vazifelerini okurdu. O zaman ben deruni (iç) buhranımın en şiddetli devresini yaşıyordum. Bu buhranın acılıkları –hocamızın verdiği mevzu her ne olursa olsun- yazdığım vazifelerden fışkırıyordu. Doktor Yorgi, benim bu elemli düşünüşlerimde bir felsefe şemmesi (kırıntısı/kokusu) buluyordu. Sınıfa her geldikçe, o hafta yazdığım kitabet vazifesinden bahsederdi. Ben onun sözlerini son derece dikkatle dinlerdim. Çünkü her sözü benim için yeni bir ufuk açıyordu. O zamanki fikirlerimle duygularım, hatırımda kalabilmiş olan bazı şiirlerimde izlerini muhafaza etmiştir…
Kâinat hakkındaki bu anlayışın, nasıl bir insan anlayışı yarattığı şiirden anlaşılıyor. İnsanın böyle iradesiz, istiklâlsiz olmasını, onun da ayvanlar gibi sefil ve tabiatın hunrizane (acımasız/kan dökücü) kanunlarına esir bulunmasını kalbim bir türlü kabul edemiyordu. Tabiatın yaradılışıyla insanın bu esaret ve aczi beni tehevvürlere (korkusuzca düşünmeden hareket etmeye) düşürüyordu… Geçirdiğim buhranı burada uzun uzadıya yazacak değilim.
Yalnız, bu buhranın beni fiilen intihara sevk ettiğini, birçok seneler dâmü’s-sihre (sihrin tuzağına) müptela ettiğini, vücuden zayıflatarak bir kadid (iskelet) haline koyduğunu söylemek buhranın şiddetini göstermeğe kâfidir. Uzvi hiçbir hastalığım, içtimai hiçbir sıkıntım yoktu. Bütün ıstıraplarımın kaynağı felsefi düşünüşlerimdi. O zaman ‘hakikat-i kübra’ adını verdiğim büyük hakikati bulabilirsem hiçbir derdim kalmayacağına emindim. Fakat bunu hangi semtte aramalıydı? O sırada, bir ‘ihtilal şarkısı’ yazarken, kalemimden fırlayan başka bir mısra da bana onun semtini gösterdi:
MEVDU’DUR BUGÜN BİZE NAMUSU MİLLETİN!
Demek ki, büyük hakikat mefkûreden ibaretti. En büyük mefkûre de millet ve hürriyet mefkûreleriydi. Hürriyet mefkûresinin ruhtaki hâkimiyetini de bu kıtada anlatmıştım: Varlığın kırdım bütün zencir-i meyliyyatını (Varlığın kırdım bütün isteklerinin zincirini) Meyl-i diğerle beni ahır yine saydeyledi… (Başka isteklerle beni en sonra yine avladı) Herkesi bir kayd ile bend eyleyen dam-ı hayat, (Herkesi bir bağ ile köle eyleyen hayat tuzağı) Gönlümü zincir-i hürriyetle der-kayd eyledi. (Gönlümü hürriyetin zinciri ile bağladı) Bu mefkûrenin itilasına (yükselmesine) çalışmak için İstanbul’a gittim. O zaman, İstanbul’da tıbbiyelilerin teşkil etmiş olduğu gizli bir cemiyet vardı. Onlarla beraber çalışmaya başladım.