ÖNCESİ VE SONRASIYLA 30 AĞUSTOS ZAFERİ - 1
Selçuklu tarihinin dünya çapında uzmanlarından Hocamız Merhum Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen, derslerinde ve makalelerinde yılların birikimi ile Türk tarihinin felsefesini yapardı. Onun normal tarihi olayların dışında devlet geleneğimiz ve Türk milletinin hasletleri konusunda tarih felsefesi bakış açısıyla ortaya koyduğu önemli tespitleri vardı. Bunlardan biri de Türk tarihindeki zaferleri sonuçları itibarıyla gruplandırması ve aralarındaki benzerliğe vurgu yapması idi. Hocamıza göre; Türk tarihinde öyle meydan muharebeleri vardır ki, sonunda devlet kurulmuştur, Dandanakan (1040) gibi. Öyle meydan muharebeleri vardır ki, sonunda vatan kurulmuştur, Malazgirt (1071) gibi. Öyle meydan muharebeleri vardır ki, sonunda vatan korunmuştur, Miryokefalon (Düzbel) (1176) gibi. Öyle meydan muharebeleri vardır ki, sonunda vatan kurtarılmıştır, Sakarya (1921) gibi.
Elbette rahmetli hocamızın bu tespiti, Türk tarihinin devamlılığı ve bütünlülüğü içinde yapılan bir tespittir. Şüphesiz Türk zaferleri sadece bunlardan ibaret değildir. Fakat tarihi çizgi içinde bakıldığında burada sayılan zaferlerin sonuçları bakımından Türkiye Türklüğünün “bekasına” doğrudan etki eden zaferler olduğu anlaşılmaktadır. Bunların arasına yine sonuçları ve hem Türk hem de dünya tarihine etkileri bakımından İstanbul’un Fethi, Varna, Niğbolu, Kosova, Mercidabık, Ridaniye, Mohaç gibi zafer ve seferler de konulabilir. Köymen Hocamızın zikrettiği meydan muharebeleri daha çok Türkiye’deki Türk varlığı bakımındandır. Burada “Türkiye’deki Türk varlığı” kavramının Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlardaki Türk varlığını da içine, etki alanına aldığını belirtelim.
BİR YIL ÖNCESİ: SAKARYA GÜNLERİ
Türkiye Türklüğünün hayatiyetini devam ettirme, bekasını koruma bakımından temel dönüşüm Sakarya Meydan Muharebesi ile yaşanmıştı. 23 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihleri arasında 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesi ile Türklüğün 13 Eylül 1683 Viyana’daki Kalenberg tepelerinde başlayan Batı karşısındaki 238 yıllık geri çekilmesi durdurulmuştu. Türk ordusu Yunan ordusunu takip için gerekli imkanlardan yoksundu. Fakat Yunan ordusu Ankara önlerinde büyük kayıplara uğramış büyük bir mağlubiyet almıştı. Yenilgi o kadar büyüktü ki, Yunan Generali Stratikos, “Yunan kararlılık ve gücünün Kemal’in gücü ve kararlılığı karşısında bağ eğdiğini” söyleyecekti. Türk Ordularının Başkomutanı Mustafa Kemal Paşa, 21 günlük savaşın sona erdiği 13 Eylül günü yayımladığı bir emirname ile “yenilgiye uğratılan düşmanı Anadolu içerisinde en son neferine kadar imha etmek için” genel seferberlik ilan etmişti. Ertesi güm millete seslenen bir bildiri ile de “kutsal topraklarımızı çiğneyerek” Ankara’ya girmek ve ülkenin istiklalinin koruyucusu olan ordumuzu yok etmek isteyen Yunan ordusunun pek kanlı bir savaştan sonra yenilgiye uğratıldığını belirterek yükümlülüklerini yerine getiren halka teşekkürlerini iletmişti. Ancak amaca ulaşıncaya kadar silahların bırakılmayacağını a belirterek çok yakın olan o mutlu güne kadar herkesin eskisi gibi gereken çaba ve fedakârlığı göstermesini dilemişti. Bir yıl sonra da bu mutlu sona ulaşılacaktı.
Ekim 1923’te Ankara’da Mustafa Kemal ile görüşen ABD’li gazeteci Isaac Marcosson’un Birinci Dünya Savaşı’ndaki Fransız ve İtalyan direnişlerini simgeleyen savaşlara benzeterek belirlediği gibi, Fransa için Marne, İtalya için Piave Savaşı ne ise Türkiye için de Sakarya o demektir.
Savaşın sonunda TBMM tarafından “Gazi” unvanı ve “Mareşal” rütbesi verilen Başkomutan Mustafa Kemal gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın’a Sakarya Meydan Muharebesi’nin sonucuna ve “zafer” kavramına ilişkin görüşlerini şöyle açıklamıştır:
“Sath-ı müdafaa, benim ilk keşfim, ilk buluşum… İkincisi de bana Sakarya’da doğan şu düşüncedir: Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük olan gayeyi elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır. Zafer, bir fikrin gerçekleşmesine hizmeti ölçüsünde kıymet taşır. Bir fikrin gerçekleşmesine dayanmayan bir zafer sürekli olamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan savaşından, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur.”
Evet, Sakarya, aynı zamanda bir fikrin, vatanı işgalden kurtarma, bağımsızlığa kavuşma gibi milletçe paylaşılan bir düşüncenin zaferi demekti. Zaferden sonra da yeni bir âlem doğmuştu. Çok geçmeden de bu âlem içinde milletçe tam bağımsızlığa kavuşulacaktı.
BİR YIL SONRA: BÜYÜK TAARRUZ’A DOĞRU
Sakarya Meydan Muharebesi sonrasında Afyon-Eskişehir hattına yerleşen Yunanlılar mevzilerini büyük ölçüde güçlendirmişlerdi. Ülkelerinde “Kralcılar” ile “Venizelosçular” arasında bitmeyen çatışmalar orduya da yansıyor ve ordunun disiplinini bozuyordu. Fakat yöneticiler ve komutanlar kendi güçlerine olduğu kadar İngilizlere de güveniyorlardı. Yunan mevzilerini gezen İngiliz uzmanların, “Türkler 5-6 ay boyunca saldırsalar da bu mevzileri geçemezler, ele geçiremezler” şeklindeki değerlendirmeleri Yunanlıları daha da cesaretlendiriyordu. Yunanlılar o kadar “Megali İdea” hayaline dalmışlardı ki; başlangıçta “özerk” olacağını söyledikleri İzmir ve yöresini “İONİA” (İyonya) adıyla kendi topraklarına kattıklarını (ilhak ettiklerini) ilan etmişlerdi (30 Temmuz 1922)! Hazırlıkları tamamlayan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, cephedeki son durumu kontrol etmek amacıyla 17/18 Ağustos gecesi Ankara’dan Konya’ya hareket etti. Bu gidişin geçici ve olağan bir denetim olduğu izlenimini vermek için de ayın 21’inde Çankaya’daki köşkte bir çay partisi düzenlendiği açıklandı. Akşehir’deki karargâhta Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Cephe Komutanı İsmet İnönü, Ordu Komutanları Nurettin ve Yakup Şevki Subaşı ile bir toplantı yapıldı. Genel taarruzun başlangıç tarihi olarak 26 Ağustos kararlaştırıldı. Bu karar üzerine Başkomutanlık ve cephe karargâhları önce Şuhut Kasabasına (Afyon), 25 Ağustos’ta da Kocatepe’nin güneybatısındaki “Çadırlı Ordugâha” taşındı. Aynı akşam Anadolu’nun dış ülkelerle olan bütün haberleşmeleri kesildi.
BAŞKOMUTAN: ALLAH, TÜRK MİLLETİNİ VE ORDUSUNU KORUYACAKTIR!
25 Ağustos 1922 akşamı Başkomutan, Afyonkarahisar’ın 20 km kadar güneyinde Şuhut Kasabası’nda, bir köy evinin üst katında kurulmuş sofrada, bir petrol lambasının sönük ışığı altında, akşam yemeğini yemektedir. Taarruz ertesi sabah başlayacaktır. Yaver Muzaffer Bey, kendisine topçu cephane miktarı hakkında bilgi veriyor. Buna göre taarruzdan önce yapılacak toplu ve sürekli topçu ateşi, ancak üç dört saat devam ettirilecektir. Gazi Mustafa Kemal yemeğini bitirdikten sonra, iki tarafın arazi üzerindeki durumlarını gösteren haritayı istiyor. Genel durumu bir kere daha inceliyor. Yaverine Döğer mevkii ile Dumlupınar arasındaki mesafeyi ölçtürüyor. Elindeki kalemle bu noktaya birkaç kere vuruyor, ağzından şu cümleler dökülüyor: “Döğer, döğer; fakat döğemeyeceklerdir. Buradaki kuvvetleri hareketsiz kalmaya mahkûmdur.” Ayağa kalkıyor, Muzaffer Beye, “hadi haritaları topla, hareket ediyoruz” diyor.
Gece yarısı olmuştur. Başkomutan, şimdi Kocatepe’nin eteklerindeki çadırlı ordugâhta, konik bir çadırdadır. Gecenin koyu sessizliği içinde, yalnız ordugâhın önünden akan küçük bir dereden hafif su şırıltıları duyuluyor… Başkomutan, bir ara çadıra giren yaverine, “Hazır mısınız?” diye soruyor. Olumlu cevap alınca doğruluyor, henüz bozulmamış olan portatif karyolasının üzerinden tabanca kemerini alıp kuşanıyor. Her günkü gibi tıraş olmuştur, eldivenleri elindedir, çadırdan çıkıyor… Ortalık zifiri karanlık… Petrol ve mum fenerlerinin titrek ışıkları altında Kocatepe’ye doğru çıkmaya başlıyor. Öne doğru fazla eğilerek yürüyor. Arazi, arızalı olduğu için ağır ağır ilerliyor… Nihayet tepeye çıkmıştır. Bin yıldır İ’lâ-yı Kelimetullah için zaferden zafere koşan Türk milletini Cenabı Allah’ın koruyacağına iman etmiş, daima Türk milletine güvenmiş olan Başkomutan Paşa, Kur’an-ı Kerim’deki şu ilahi emirlerini düşünüyor:
“Sizinle savaşan düşmanlarla Allah yolunda siz de savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Ali İmran, 139). “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız üstün gelecek olanlar sizlersiniz.” (Âl-i İmrân, 3/139). “Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider.” (Enfal, 8/46).
Bütün karanlıkları delen gözleriyle ileriye bakıyor, “Allah, Türk milletini ve ordusunu koruyacaktır!” diye mırıldanıyor. Taarruz emrini veriyor…
26 Ağustos 1922… Sabahın ilk ışıkları görünmüştür. Başkomutan tarassut (gözetleme) dürbününün başında, düşman tahkimatını seyrederken topçularımız ateşe başlıyor… Saat 04. 30’dur. Bu ateş, tahkimatı yer yer havaya uçurmaktadır… Fakat bir taraftan da tonlarca cephane su gibi akıp gitmektedir… Endişeye kapılanlar oluyor; bunu Başkomutan’a da söylüyorlar. O, büyük bir soğukkanlılıkla, “tek mermi kalıncaya kadar ateşe devam edilecektir” emrini veriyor ve ekliyor, “cephane ikmalini düşmandan yapacağız.”
Akşam olmak üzeredir… Dahi komutan etrafına bakarak, “yarın öğleden sonra Afyon’da olacağız” diyor. O anda herkes şüphe ve tereddütle birbirinin yüzüne bakıyor. Fakat ertesi gün, yani 27 Ağustos günü öğleden sonra hep beraber Afyon’dadırlar. 28 ve 29 Ağustos günleri verilen emirlere göre, düşman kovalanmakta ve sıkıştırılmaktadır. Başkomutan da evvelce tasarladığı yerde, düşmana son darbeyi vurmak için hazırlanmaktadır.
YARIN: ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ’DİR, İLERİ!