MERKEZİ/ÜNİTER - MİLLİ/ULUS DEVLET BAKIMINDAN PONTUS MESELESİ -3-
Pontus Örgütü’nün temeli 1840 yılında “Merzifon Amerikan Koleji”nde okuyan Rumlar tarafından atılmış, 1909 yılında Trabzon Metropoliti vasıtasıyla Atina’da “Küçük Asya Cemiyeti”nin emri altına girmiştir. Merzifon Amerikan Koleji, sonraki dönemde bine yakın Rum gencini yetiştirmiştir. 1908’de “Pontus” isimli bir gazete yayımlanmıştır.
TÜRKIYE Cumhuriyeti’nin halen yürürlükte bulunan 1982 tarihli Anayasası’nın 66. Maddesi, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” diyerek; “Türklük” kavramının, “kan”a, “ırk”a, “soy”a değil “vatandaşlık” esasına bağlı olduğunu belirlemiştir. Anayasamız bazılarının iddia ettiği gibi “ırk” veya “kan” bağını esas almamıştır. Yani anayasadaki “Türk” kavramı bir “ırkı” değil, “vatandaşı” ifade etmektedir. Kaldı ki, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hem Atatürk’ün yazdıkları ve konuşmaları, hem de devletin yazılı belgeleri incelendiği zaman görülmektedir ki, “Türk” ve “Türklük” kavramı “kültürel” bir kavramdır, “ırka” veya “kana dayalı” bir kavram değildir. Yani aynı kültürü paylaşan insanların tamamı “Türk” olarak, aynı “millet” olarak tanımlanmıştır. Bu sosyolojik yaklaşım, anayasada da hukuki ifadesini bulmuştur.
ULUSLARARASI HUKUKAZINLIKLARIN KORUNMASI VE TÜRKİYE
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yukarıda verdiğimiz maddelerde de görüldüğü üzere mevcut anayasasında da güçlü bir şekilde vurgulandığı gibi, merkezi-milli (Üniter-ulus), demokratik, laik bir cumhuriyet olarak kurulmuş ve yaşamakta olan bir devlettir. Bugün, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nın 1975 Helsinki Belgesi, 1990 Kopenhag Belgesi ve bunları aynen kabul eden Avrupa Konseyi’nin 1993 Viyana Zirvesi’nde hazırlanan ve 10 Kasım 1994 Bakanlar Komitesi’nin 95’inci oturumunda kabul edilerek, 1 Şubat 1995’te imzaya açılan “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme” gibi altına imza attığı bütün azınlıklıklarla ilgili uluslararası antlaşmalara “Gayrimüslim Azınlıklar” yani “Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler” bakımından taraftır.
Bu statünün siyasi ve hukuki bakımdan korunması, milli birlik ve bütünlüğümüzün korunması anlamına gelir. Bu aynı zamanda devletimizin yaşatılması iradesini de ifade eder. Nitekim, Türkiye AGİK Kopenhag Belgesi’nin kabulünden sonra, Yunanistan, Bulgaristan ve Almanya’nın da yaptığı gibi, Yürütme Sekreterliği’ne gönderdiği bildirimde burada yer alan “ulusal azınlık kavramının ancak ikili ve çok taraflı uluslararası belgelerle statüleri belirlenen grupları kapsadığını ve Kopenhag Belgesi düzenlemelerinin anayasa ve iç mevzuata göre uygulanacağını” açıklamıştır. Görüldüğü gibi burada Lozan Statüsü’ne atıf yapılmaktadır.
Yine Türkiye, “Avrupa İnsan Haklarının Ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Sözleşme’ye Ek Protokol (Paris, 20. 3. 1952) 11. Protokol İle Değiştirilen Ve Yeniden Düzenlenen Metin” bir bildirim ile şerh düşmüştür. Bu protokolle, Sözleşmeye, “mülkiyet hakkı”, “eğitim ve öğrenim hakkı” ve “serbest seçim yapma hakkı” eklenmiştir. Türkiye, protokolü onaylarken, eğitim ile ilgili 2. maddesine çekince koyarak, 430 Sayılı Tevhidi Tedrisat Yasası kurallarının saklı tutulduğunu belirtti. Çünkü, “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir.” şeklindeki ikinci madde başta laiklik ve ulus devlet esası olmak üzere devletin temel esaslarını zayıflatılabilecek hükümler içermekteydi.
Türkiye “ikiz yasalar”dan ikincisine yani BM Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi’ne de çekince koymuştur. Türkiye, Sözleşmenin “Azınlıkların korunması” başlığını taşıyan “Etnik, dinsel veya dilsel azınlıkların bulunduğu bir Devlette, böyle bir azınlığa mensup bulunan kişiler grubun diğer üyeleri ile birlikte toplu olarak kendi kültürel haklarını kullanma, kendi dinlerinin gereği ibadeti etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları engellenmez” şeklindeki 27. Maddesi’ne, “Lozan hükümlerine aykırı olamaz” şerhini düşmüştür. Avrupa’da azınlık haklarının korunmasıyla ilgili olarak hazırlanan tüm belge, şart ve sözleşmelerde, ulusal azınlıklar için tanınan pozitif haklar ve özgürlükler tanımlandıktan sonra bu hakların kullanımında, azınlık mensupları için ulusal mevzuata uymaları ve başkalarının haklarına saygı göstermeleri yükümlülüğü de getirilmektedir.
Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’nin 20. Maddesi şu şekildedir: “Bir ulusal azınlığa mensup olan kişiler bu çerçeve Sözleşmede yer alan prensiplerden kaynaklanan hakları ve özgürlükleri kullanırken, ulusal mevzuata ve başkalarının haklarına ve özellikle çoğunluğa veya diğer azınlıklara mensup olan kişilerin haklarına saygı gösterirler.” Yine hem Avrupa’da azınlık haklarının korunması ile ilgili olarak hazırlanan tüm belge, şart ve sözleşmelerde hem de Birleşmiş Milletler’in konuyla ilgili sözleşmelerinde üniter-ulus devletleri korumaya dönük ciddi tedbirler alınmıştır. Bu tedbirler özellikle üç başlıkta toplanmaktadır:
Devletlerin;
1. Eşit egemenliği,
2. Coğrafi bütünlüğü,
3. Siyasal bağımsızlığı
Uluslararası metinlerde azınlıklara tanınan pozitif haklar, devletlerin bu üç alandaki hakları aleyhine yorumlanamaz ve kullanılamaz. Mesela, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’nin 21. Maddesi şu şekildedir: “Bu çerçeve Sözleşmedeki hiçbir hüküm, uluslararası hukukun temel prensiplerine ve özellikle devletin egemen eşitliğine, ülke bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına aykırı faaliyetlere girişme veya bu yönde bir eylemde bulunma hakkı verdiği anlamı çıkaracak şekilde yorumlanamaz.” Aynı koruma hükümleri “1992 Tarihli Birleşmiş Milletler Ulusal, Etnik, Dinsel Veya Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi” nde de yer almaktadır. Bildirgenin 8. Madde 4. Fıkrası şu şekildedir:
“Bu Bildirgedeki hiçbir şey, devletlerin egemen eşitliği, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı da dahil olmak üzere, Birleşmiş Milletler’in amaç ve ilkelerine aykırı hiçbir faaliyete izin verecek biçimde yorumlanamaz.” Bu sözleşmelerin taraf olan üniter-ulus devletler için getirdiği koruma tedbirleri, sözleşmelerde yer alan insan hakları ve temel özgürlükleri kullanacak olan tüm vatandaşlar gibi azınlıklara da doğal olarak sadakat mükellefiyeti getirmektedir.
PONTUS MESELESİ: DÜŞLERLE, BİR DEVLETİ DİRİLTMEYE ÇALIŞMAK
Başlangıçta belirttiğimiz gibi, jeopolitiğin ve tarihi şartların oluşturduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel esaslarından birisi olarak merkezi/üniter – milli/ulus devlet anlayışını ortadan kaldırmaya dönük çalışmalar Sevr’in öncesi ve sonrasında üç ana konu etrafında şekillenmiştir. Bunlardan biri “Kürdistan”, diğeri “Türkiye Ermenistan’ı” üçüncüsü de “Pontus Rum Devleti” kurma girişimleridir. Bunlardan ilk ikisi konumuz dışındadır. Ermeniler ile Yunanlıların aralarındaki tartışmalardan dolayı Sevr’e yansımayan ve fakat gerçekleştirilmesi için dün de bugün de uğraşmaları devam eden mesele “Pontus Meselesi” dir. Bu konu dün Osmanlı Devleti’nin, bugün de Türkiye Cumhuriyeti’nin ülke (toprak) bütünlüğü ile millet birliğini doğrudan tehdit etmiştir ve etmeye de devam etmektedir.
Karadeniz Bölgemiz; “Megali İdea” (Büyük Yunanistan yaratma fikri) kapsamında kurulduğu 1829 yılından itibaren Türklüğün aleyhine % 278 defa büyüyen Yunanistan’ın hep ilgi alanı içinde olmuştur. Yunanistan, bugün için tarihin karanlıklarında kalmış bulunan Pontus meselesini bu maksatla yine gündeme taşımaya, Türkiye’yi zayıflatmaya uğraşmaktadır. Peki, bu mesele neydi? Konunun gerçek mağdurları Yunanlılar mı, Türkler miydi? Şimdi de ana hatları ile bu soruların cevaplarına bakalım:
Karadeniz Bölgesi, Birinci Dünya Savaşı içinde ve Mondros Mütarekesi’nin imzalanması üzerine başlayan Mütareke Dönemi’nde yeni bir tehdit ile karşı karşıya kaldı: Pontus Meselesi. Yöredeki Rumlar, Fener Rum Patrikhanesi’nin organize ettiği ve bölgede kurulan Pontus terör örgütünün yürüttüğü katliamlarla, ilk çağda bu bölgede İran asıllı bir aile tarafından kurulan Pontus Krallığı (M. Ö. 298-M.S. 63)’nı dirilterek, Megali İdea’yı gerçekleştirmek sevdasına kapıldılar. Fener Rum Patrikhanesi ile Yunanistan’dan yönlendirilen İstanbul’daki Pontus terör örgütünü bu amaçla kurdular.
Pontus örgütünün temeli 1840 yılında “Merzifon Amerikan Koleji”nde okuyan Rumlar tarafından atılmış, 1909 yılında Trabzon Metropoliti vasıtasıyla Atina’da “Küçük Asya Cemiyeti”nin emri altına girmiştir. Merzifon Amerikan Koleji, sonraki dönemde bine yakın Rum gencini yetiştirmiştir. 1908 yılında “Müdafaa- i Meşruta” adında bir ihtilal teşkilatı kuran Rum gençleri, “Pontus” isimli bir gazete de yayımlamışlardır.
Pontus örgütünün amacı, eski Romalıların “Euksinos Pontus” dedikleri ve Trabzon, Ordu, Giresun, Samsun sahil vilayetleri ile içeride Amasya ve Sivas vilayetlerinin bir kısmını içine alan yerleri Batum’dan Ayancık’a kadar geniş bir Türk vatan parçasını Yunanlılaştırmak, ileride Yunanistan ile birleştirmek üzere eski çağlardaki Pontus Krallığı’nı canlandırarak müstakil bir “Pontus Devleti” kurmaktı. Bütün bu faaliyetleri Yunanistan, Fener Rum Patrikhanesi ile iş birliği içinde teşvik ve organize ediyordu. Rum çetelerinin en iyi teşkilatlanmış olanları ve en tehlikelileri hiç şüphesiz, bu Pontus Terör Örgütü tarafından idare edilenlerdi.
Yarın: Türkiye, yoluna güvenle devam edecektir
PONTUSÇU RUMLARIN AMACI
Bu cemiyet ve şubelerinin daha Birinci Dünya Harbi sırasındaki Rus işgali ile başlayan çalışmaları sonucunda, Çarşamba, Samsun ve Bafra civarı ile Trabzon ve yöresindeki Rum köylerinde depolanan silahlar, gençlere ve askerden kaçan Rumlara dağıtılıp çeteler kurulmuş bulunuyordu. Bu Pontus çeteleri, bütün Karadeniz sahilinde ve içeride de Sivas, Amasya, Tokat’a kadar uzanan geniş bir alanda katliamlara girişmişlerdi. Rusların 2.000 tüfekle silahlandırdıkları ilk çete reisleri Vasil Usta ve Dimitri Haralambidis başta olmak üzere bu çeteler, Türk köylerini yakmaya ve Türkleri öldürmeye başlamışlardır. Savaş içinde Pontus çetelerinin ilk hedefi, Türkiye’yi zayıf düşürmek, Türk ordusunu meşgul ederek düşmana dolaylı destek sağlamak, Türk ordusunu arkadan vurmak ve sonuçta bölgedeki Rum varlığını ispatlayarak Türkiye’nin yenilmesi halinde emellerini gerçekleştirmekti. Mondros’tan sonra yapılan barış görüşmelerinde diplomatik atağa da kalkan Pontusçu Rumlar, dünyanın dikkatini buraya çekmeye çalışmışlar; Patrikhanenin uydurma istatistikleri ile bölgedeki Rum nüfusunu çok göstermeye çabalamışlardır. Gerçekte hem Osmanlı Devleti’nin resmi istatistiklerine, hem de yerli ve yabancı tarafsız kaynaklara göre Trabzon, Sivas ve Kastamonu vilayetlerindeki Rum nüfusu, Müslüman Türk nüfusunun onda biri kadardı. Mesela 1914’te savaşın hemen öncesinde yapılan resmi nüfus sayımına göre bu üç vilayette 3.263.396 Müslüman’a karşılık sadece 361.750 Rum yaşıyordu. Bütün bu gelişmeler karşısında Atatürk’ün Samsun’a ayak basması ile birlikte bölgedeki bu Rum faaliyetlerine karşı Türk milletinin teşkilatlandırıldığını görüyoruz. Öncelikle Erzurum Kongresi hem Doğu Anadolu’nun, hem de Trabzon vilayeti ile Canik (Samsun) sancağının temsilcileri ile toplandı ve bölgeye yönelik “Ermenilik, Kürtçülük ve Pontusçuluk” faaliyetlerine karşı “Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür bölünemez” haykırışı ile bir milli irade dile getirildi. 23 Nisan 1920’de Meclisin Ankara’da açılarak Ankara hükümetinin oluşturulmasından yaklaşık yedi ay sonra, 9 Aralık 1920’de Merkez Ordusu kuruldu.