11 Mart 1890’da Ziya Gökalp’in babası Tevfik Efendi ölür. Ziya aynı yıl Askeri Rüştiye’yi bitirir. Bir yıl kadar evde kalır. Babasının ölümü üzerine Malatya Mahkemesi Ceza Reisliğinden emekli olarak Diyarbakır’a dönen amcası Müderris Hacı Hasip Efendi’den dersler alır. Amcası, Arapça ve Farsçasını ilerletmesine yardım eder.
Ziya Gökalp’in okuldan mezuniyetinden sonra okulun öğretim ve yönetim kadrosunda ciddi değişiklikler olmuş, neredeyse bütün askeri öğretmenler değişmiştir. Bu Hicri: 1308 – Miladi: 1891 Diyarbekir Salnamesi’ndeki bilgilere göre önceden okutulan derslere ilave olarak şu dersler gelmiştir: Türkçe İbare Kıraatı, (Türkçe Okuma), İlm-i Hâl (Din Dersi), Gevher- i Sencide, Tarih-i İslam (İslam Tarihi). Bu tarihteki okul kadrosu aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. Ziya Gökalp’in Askeri Rüştiyede okuma merakı devam etmektedir. Burada edebi eserlere yükselmiş, tiyatro eserleri, romanlar, şiir ve edebiyat kitapları okumaya başlamıştır. Bu yüzden sadece zekâsıyla hallettiği matematik dersi dışında “tembel” bir öğrenci olarak bilinir. Kerrat cetvelini (çarpım tablosu) ezberleyememiş olduğu için, matematik hocası da kimsenin çözemediği problemleri Ziya’nın halledişine bir türlü inanamaz. Öğretmenlerin aksine, arkadaşları onun meseleleri kolaylıkla hallettiğini gördükleri için “şu ibareyi anlat” diye ondan yardım isterler. Ziya da daha evvel hiç okumadığı o konuyu hemen orada dikkatlice okur, anlatmaya başlar. Bu gibi “cebri /zorlayıcı okumalar”la “ilim dilinin mantığını öğrenmeyi başarır.” “Fikir ve hissimin ilk terbiye/eğitim beşiği” şeklinde vasıflandırdığı Askeri Rüştiye onda “askerliğe büyük bir hürmet, samimi bir meftuniyet (tutkunluk)” teşekkül ettirmiştir. Ziya Gökalp babası Tevfik Efendi’nin öldüğü yıl (1990) Askeri Rüştiyeyi bitirmiştir.
Ziya Gökalp idadi 4. sınıf öğrencisi (1894)
KENDİ ANLATIMIYLA ASKERİ RÜŞTİYE EĞİTİMİ
İlk ve ortaöğretim dönemlerinde bildiğimiz klasik öğrenci görüntüsünden çok farklı olan Ziya Gökalp, çok kitap okuyan, zeki fakat okul derslerine fazla çalışmayan, ezberci yaklaşıma daima itiraz eden bir öğrenci görüntüsü çizmektedir. Esasında ders notlarına bakıldığında başarılı bir öğrencidir. Bu özelliğinden dolayı bazılarına göre “tembel” bazılarına göre de “çalışkan” bir öğrencidir. Zaman zaman kuralcı öğretmenleri ile de tartışan, onlar tarafından “tembel” olarak bilinen, teşkilatlı, resmi eğitimi ifade eden “örgün/kurumsal eğitim” tarafından adeta cezalandırılan, buna karşılık kamu vicdanını temsil eden “yaygın eğitim” (arkadaşları ve aile çevresi) tarafından daima ödüllendirilen bir öğrencidir.
Kardeşi Topçu Albay Mehmet Nihat Gökalp (1923)
Anılarında bir eğitimci gibi kendisi üzerinden bu ikiliği tartışırken, bugünkü eğitim sorunlarımıza da ışık tutan Askeri Rüştiye öğrenim hayatı hakkında şu bilgileri vermektedir: “Ben çocukken, bazılarına göre çok tembel, bazılarına göre de çok çalışkandım. Okulun derslerine hiç çalışamazdım. Fakat geceli gündüzlü meşgul olduğum bir şey varsa, o da kitap okumaktı. Yedi yaşındayken ‘Âşık Garip, Kerem, Şah İsmail’ gibi kitaplardan bir koleksiyonum vardı. Bir iki sene sonra tiyatro kitaplarına, daha sonra romanlara, şiir ve edebiyat kitaplarına sarıldım. Öğretmenler nazarında okulun en tembel öğrencisi bendim; fakat öğrenciler nazarında en çok okuyan yine ben tanınıyordum. Askeri Rüştiyenin ikinci senesinde iken, hesap (matematik) öğretmenimiz bize derhal halletmek üzere, birtakım hesap meseleleri verir, halledene ‘aferin belgesi’ vereceğini vadederdi. Ben bu mesele hallini bilmece halline benzettiğim için, bunu gayet eğlenceli buluyor, her defasında süratle hallederek öğretmene götürüyordum. Fakat öğretmen, bana vadettiği ödülü vermiyor, bunu mutlaka bir başkasından aldığımı iddia ediyordu. Hâlbuki çoğunlukla meseleyi yalnız ben hallediyordum; bazen başkaları halletse bile pek geç kalıyorlardı. Binaenaleyh, başka birinin bana yardım etmesine imkan yoktu. Bir süre sonra öğretmen bunun farkına vardı. Fakat bu kere de dolabımda, koynumda, cebimde gizli bir kitap aramaya başladı.
Küçük kardeşi Mustafa Sıtkı Gökalp (1935)
Güya, ben bu hal suretlerini bir kitaptan alıyormuşum! Bu iddia öğretmenin, bütün meseleleri bir matbu kitaptan iktibas ettiğini (aynen aldığını) gösterdi. Fakat bende böyle bir kitap yoktu. Bunu sınıf arkadaşlarım pekâlâ biliyorlardı. Öğretmenin bana güvenmemesine sebep, benim tembel bir öğrenci olarak tanınmaklığımdı. Hesabın dört işlemine ait (âmâl-ı erbasına ait) tariflerini ezber olarak söyleyemiyordum, çarpım tablosunu (kerrat cetvelini) da ezberleyememiştim. Sonuçta müteazzi (kurumsal/örgün) bilgim yoktu. Onun için kurumsal ödüle nail olamıyor, bilakis güvenilmemek gibi acı bir cezayla karşılaşıyordum. Öyle olmakla beraber, örgün eğitimden (müteazzi mektep) gördüğüm bu cezalandırmaya karşı, yaygın eğitim (münteşir mektep) beni ödüllendirirdi. Sınıf arkadaşlarım meseleleri gayet kolay hallettiğim için benim iyi hesap bildiğime kani oldular. Bu kanaatleri sonucunda, kendilerine de hesap öğretmemi rica etmeğe başladılar. Birçokları hesap kitabını yakalayarak yanıma gelir, bana, ‘şu ibareyi anlat’ derdi. Hâlbuki ben o ibareyi ne okumuş, ne de anlatmıştım. Fakat yapılan ısrarlı ricalara karşı gelemeyerek, kitabı dikkatlice okuyarak anlatmağa başladım. Bu cebri (zorunlu) okumaların sonucu olarak, ilim dilinin mantığını öğrenmeği başardım. Önceden, hikâye, tiyatro, şiir, roman gibi şeyleri sırf bir oyun, bir eğlence olarak okurdum. Ders kitapları ise ruhuma vecd veren canlı hayalleri, somut fikirleri içermediği için ruhumu sıkardı. Soyut tanımlardan oluşan ilim dilinin medresevî mantığını ise hiç anlayamıyordum. Fakat başkalarına anlatma mecburiyeti beni uğraştıra uğraştıra, soyut olanları/ kavramları (mücerredâtı) anlamaya alıştırdı. Artık matematiğe ait kitaplar da benim için edebi kitaplar gibi eğlence zemini oldu. Askeri Rüştiyede tembellikle meşhur olmama rağmen, nihayet matematiğe kabiliyetli olarak tanınmıştım. Yukarı sınıflara çıktıkça bu husustaki kabiliyetimi bütün öğretmenler kabul etmeye mecbur oldular. Fakat okulun son senesinde bulunduğum zamanlarda bile, Kavaid-i Osmaniye (Osmanlıca Dil Bilgisi) dersinde en az numara alan öğrenciydim. Halbuki ben o zamana kadar binlerce edebi kitap okumuş, dilin bünyesine oldukça vakıf olmuştum. Dili, vezni, kafiyesi düzgün şiirler yazabiliyordum. Arkadaşlarım dil ve edebiyatta beni takdir ediyorlardı. Dilbilgisi (Kavaid) öğretmeni nazarında ise lisan dersinin en büyük cahili bendim. Çünkü Cevdet Paşa’nın Kavaid-i Osmaniye adlı kitabını harfiyen ezberleyemiyordum. Ben çocukken cehdî iradeden mahrumdum; fakat kendi kendime sevdiğim kitapları okumak için, gayet şiddetli bir vecdî iradem vardı. Demek ki, tembelliği cehdsizlikten ibaret görenler için gayet tembeldim; vecdsizlikten ibaret görenler için ise gayet çalışkandım. (Z. Gökalp’in “irade”yi “cehdî” ve “vecdî” olmak üzere iki bölüme ayırmaktadır. Cehdî irade, istemediği, sevmediği konularda çalışma çabalama iradesi, vecdî irade ise sevdiği, ruh coşkunluğu ile çalışmak istediği konularla uğraşmak iradesidir.) Benim, Askeri Rüştiyedeki bu tezatlı hayattan kazanmış olduğum duygu şu oldu: Resmi makamların, müteazzi (kurumsal/ resmi) reislerin takdir veya takbihine (beğenmemesine/ kötülemesine) kıymet vermemek! Filhakika ben, bu devreden sonra fertlerin ne övgülerine ne de yermelerine önem vermedim. Vaniteden (kibirlilikten) kurtulabilmek için, felsefi mütalaalarımdan gördüğüm faide kadar, çocukluk hayatına ait bu tecrübelerden de menfaat gördüm. Askeri Rüştiyede öğrenci arasında cezalandırmalara karşı garip bir ruh hali meydana gelmişti. O zaman avucumuzun içine ceza olarak değnekle beş, on, onbeş, ilh… darbe vurulurdu. Bu zamanlarda, dayak yemenin şerefe aykırı olduğunu hiç duymuyor, bilakis acıya tahammül göstermeyi yiğitlik sayıyorduk. Hangimiz, elimizin değnek darbeleri altında kızarmasına rağmen, yüzümüzü ekşitmez, lakayt bir vaziyet gösterirsek, içimizde o, kahraman tanınırdı. Böyle bir kahraman tanınmak için hepimizde büyük bir zevk vardı. Bu halin neticesi olarak, içimizde yalan söylemek de azalıyordu. Çünkü çocuğu yalana sevk eden başlıca korku, ceza korkusudur. Mesela ben, dahiliye zabitleri (sınıf subayları) nazarında ‘hiç yalan söylemez’ diye tanınmıştım. Filhakika cezayı davet eden hiçbir kabahatimi saklamaz, elimi değneğe karşı metanetle açar, bu ıstıraplı spora mukavemet (dayanıklılık) gösterdikçe daha çok metin olduğuma kanaat getirirdim…” Ziya Gökalp bir başka yazısında Askeri Rüştiyedeki öğrenciliği hakkında biraz da askerlik sevgisi ile ilişkilendirerek şunları anlatmaktadır: “Fikir ve hissimin ilk terbiye beşiği Askeri Rüştiye olduğundan ebedi barışın yegâne temin vasıtası olan askerliğe büyük bir saygı ve samimi bir aşkla doluydum. Bugün bu kahramanlık sahası askeri musikinin coşkulu nağmelerini dinler, zafer alayının büyüklüğünü gösteren düzenli geçişini seyrederken, övünç ve sevinçle karışmış olan askeri çocukluk hayatımı hatırlamaktayım. Göğüsleri sarı düğmeler, kolları yeşil şeritlerle süslü övündüğümüz elbiselerimizi giymiş olarak, biz sekiz, on yaşındaki bu küçük askerler, okulun bahçesinde yahut kırlarda yumuşak çimenlerin üzerinde saatlerce ayak talimleri yaparak coşku ve sevgi duygularıyla dolup taşardık.”
AMCASINDAN ÖZEL DERS ALDI
11 Mart 1890’da Ziya Gökalp’in babası Tevfik Efendi ölür. Ziya aynı yıl Askeri Rüştiyeyi bitirir. Bir yıl kadar evde kalır. Babasının ölümü üzerine Malatya Mahkemesi Ceza Reisliği’nden emekli olarak Diyarbakır’a dönen amcası Müderris Hacı Hasip Efendi’den dersler alır. Amcası, Arapça ve Farsçasını ilerletmesine yardım eder. Hacı Hasip Efendi, Gazâli, İbni Sînâ, Farâbî, İbn Rüşt gibi klasik İslam âlimlerini ve Muhyiddin Arâbî, Mevlana Celâlettin Rumi gibi mutasavvıfların eserlerini de okutarak “Şark/Doğu terbiyesini” almasını sağlar. Bunlar arasında Gazâli’nin hakikati aramada geçirdiği iç çatışmaları ele alan “el-Münkızu mine’d-Dalâl” (Sapıklıktan Kurtuluş) adlı eserinin büyük etkisi birkaç yıl sonraki “intihar” girişiminde kendini gösterecektir. Ablası Sacide Hanım tarafından akrabası ve yakın arkadaşı olan Ahmet Cemil Asena bu eseri okuma sebebi ve şekli ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Ziya, bir aralık mevcut din ve mezheplerin ilişki şekillerindeki sebep ve saikleri de incelemeye koyuldu. Kudsiyetini netice olarak takdir ettiği Muhammedî dinin zaman-ı saadetteki (Peygamberimiz zamanındaki) ilk dönemlerdeki temizliğine götürülmesini ve ona sokulan bidatlerin uzaklaştırılmasını önemle gerekli buluyor ve imanın taklidî değil, ancak tahkikî olması lüzumunu ileri sürüyordu. Bunu hisseden amcası Hasip Efendi merhum Ziya’ya, İmam Gazzâli Hazretleri’nin ‘El-Munkızu min-ed-Dalâl’ isimli eserini okutmağa başladı. Ziya, ikinci dersini almadan, geceli, gündüzlü kırk sekiz saat çalışarak bu eseri kendi kendine baştanbaşa okudu ve tahlile muvaffak oldu. Amcasının yanına geldiği zaman adeta bir malumat kamusu (ansiklopedik sözlük) kesilmiş ve amcasını pek önemli sorular ve açıklamalar karşısında bulundurmuş idi. Ziya’nın bu eser-i dehası karşısında hayret ve takdirden sesi soluğu kesilmiş olan amcası, onu kendi haline ve kendi kişisel okuma ve öğrenmesine terketmiştir.”
Yarın: Mülki İdadi (Lise)