Her ne kadar ülkeler Keynesyen bir ekonomik yaklaşımla ekonomiye devlet müdahalesini öngören politikalar oluşturmaya başlasalar da, serbest piyasa ekonomisine devletin müdahalesi şarttır; bırakın yapsınlar bırakın etsinler dünya nasıl olsa dönüyor anlayışının, yeni normalleşme sürecinde bunun mümkün olmadığı tartışmasız ortaya çıkmıştır. Bu gidişat göz önüne alındığında, hiçbir şeyin salgın öncesi süreçlere paralel, kapitalist üretim modelinde olmayacağını gösteriyor. Devletin üretimden, dağıtım zincirine oradan pazarlamaya kadar her alanda müdahil olacağı, olmak zorunda kalacağını, göstermektedir.
Şimdiki Kapitalist düzeni, vatandaş olarak anlamaya çalışalım. Paranın ortaya çıkışında, takas sisteminde yaşanan problemleri ortadan kaldırmak, üretilen fazla malın taşınabilir olmasını sağlamak temel ihtiyacını, karşılamak vardır. Siz 5 tane koyunu, bir ton sütü, 5 ton peyniri, eti cebiniz de taşıyamazsınız. Aldığınız bir malın üstünü veya eksiğini takas sisteminde, veremezsiniz, alamazsınız. Para ortaya çıktıktan sonra başka bir süreç gelişmiştir.
Kapital, yani para, ekonomik hayat çarkını oluşturan, hammadde, üretim ve bunları bir araya getiren ve üretimi gerçekleştiren esas unsur olmuştur. Bu kapital temelli düzen de kapitalist sistem olarak tanımlanmıştır.
Sonuç itibariyle, özellikle batı dünyasını bugünkü ekonomik anlamda yüksek kâr ve refah ülkeleri konumuna getiren, kurdukları ve halen devam etmekte olan sömürü düzenidir. Başka ülkelerden elde ettikleri her türlü artı değeri kendi ülkelerine getirerek, kendi insanının refahını sağlamışlardır.
Küreselleşme diye adlandırılan bu sistemde kapitali olan insanlar, istedikleri yerlere para harcamak için özgürce gidiyor. Ancak para kazanmak, üretmek için insanlar istedikleri yere gidemiyor. Para ve paralı olanlar istedikleri noktaya, rahatça ulaşabiliyor. Dijitalleşme ile birlikte istedikleri yerlerle irtibat halinde olabiliyorlar, mal ve hizmet onlar için sınır tanımaz bir biçimde onların istediği şekilde dolaşıyor. Ya emeği ile geçinmek isteyenler, onlar yoksul ülkelerin sınırlarının içine hapsediliyor. Ülke sınırlarından çıkabilen ancak parası olmayanlar ise onların hizmetine girmek için sıraya girmiş, gönüllü köleler haline dönüşüyor.
Dijitalleşmenin dünya ticaretinde meydana getirdiği gelişmelerle birlikte bireysel tüketim talepleri sınır tanımaz bir biçim de karşılanıyor. Bu durum seçilmiş para sahibi olanlara küreselleşme süreci refah artışı, olarak eksiksiz sunuluyor.
AB’deki en büyük üretim gücü Almanya’nın ürünlerini satmak için farklı pazarlara ihtiyacı olması ve ekonomileri turizme dayalı İtalya ve İspanya’nın özellikle Almanya’dan gelecek turistlere ihtiyacı olması, bu durumu en iyi özetliyor. Yine salgın öncesi dünya ile paralel olarak bölgesel güçlerin yükselişi sürecinin salgın sonrası normalleşme döneminde de hızlanarak devam edeceğini söyleyebiliriz. Zira normalleşmeye geçişte bölgesel ağırlığı olan ülkeler tarafından alınan bazı kararların, kendi ülkelerinin dışını da etkileyecek formatta olduğu; AB’nin başat ülkeleri Almanya ve Fransa’nın önerisiyle AB ülkeleri için oluşturulan 750 milyar Avroluk kurtarma paketi örneklenebilir.
Salgın sonrası dış yardımlara bağımlı ülkelerin ihtiyaçları çerçevesinde bölgesel güçlerin etki alanlarını artırmalarının ivme kazanmasının, çok kutuplu ve daha kaotik dünya düzenin oluşması sürecini hızlandıracağını ortaya koymaktadır.
Zira iç içe geçmiş ilişkiler ve ekonomi açısından karşılıklı bağımlılık, alternatifsizliği etkileyen en önemli faktörlerdir. Artık küreselleşme süreci ile birlikte oluşmuş olan küresel ticaret ve bunu yönlendiren büyük sermayeli şirketlerin ulus devlet çizgisine sıkışıp, yüksek kâr beklentilerinden ödün vermeyecek olmaları da diğer önemli faktörü oluşturmaktadır. Buna ek olarak, yalnızca sermaye sahipleri değil ayrıca ihracata dayalı bir ekonomik büyüme modeli olan Almanya gibi ülkeler de, küreselleşme sürecinden geriye bir dönüş olmayacağını ve krizi aşıp var olan düzen içerisinde devam etmek isteklerini her zaman dile getiriyorlar. Zaten toplumun refahı noktasındaki baskılar da, hükümetleri küreselleşme çizgisinde kalmaya zorlayacak gibi görünüyor.
Küreselleşme ile bir bütün oluşturmuş olan neoliberal sistemin sevmediği, ulus devlet yapısına dışında bir alternatif arayışı devam etmektedir. Tartışmaların ışığında baktığımızda, gelinen noktada, salğın sonrası dönemin, ekonomiye devlet müdahalesini önceleyen politikaların oluşturulduğu bir dönem olacağı aşikârdır. Zira bunun ilk adımları daha salgı sürecinin ilk aşaması bitmeden oluşmaya başlamıştır. Örneğin, ABD Başkanı Donald Trump, salgın öncesi dönemde de uyguladığı “America First” politikasını devam ettirmiş ve salgından büyük oranda Çin’i suçlayarak, Çin’den alınan ürünlere ilave gümrük vergisi getirme planlarını hayata geçirme derdine düşmüştür.
Avrupa Birliğine baktığımızda ise virüsle ilgili topyekun bir mücadele yerine, “gemisini kurtaran kaptan”, anlayışının hakim olduğunu görüyoruz. AB üyesi ülkelerin, “AB içinde neden varım” sorusunu sormasına neden oldu. Bu durum, AB'nin geleceğini sorgulanır hale getirdi.
2007-2008 Küresel Finans Krizi sonrası aşırı sağ partilerin yükselişi, göçmen krizleri, Brexit süreci ve Trump’ın AB bütünleşmesini baltalamaya yönelik politikaları AB’yi bir bilinmezlik içine sokmuştu. Kovid-19’la mücadele süreci bu dağınıklığı daha da görünür hale getirdiği ortadadır. Kısaca İtalya örneğinde olduğu gibi, AB üyesi olan ülke Çin gibi bir ülkeden yardım alması, AB’nin tam bir yetersizlik içinde olduğunu göstermiştir. Bu AB’nin dışı güçlerin müdahalesine açık bir alan haline geldiğinin de göstergesi oluşmuştur.
Almanya ve Fransa’nın, ülkelerin problemini çözmek öncelikli olmaktan daha çok kendi hesaplarına uygun olarak, 500 milyar Avro’su hibe olmak üzere, 750 milyar Avroluk kurtarma paketi Avrupa Komisyonunda onaylatılarak ekonomik destek süreci devreye sokulmuştur. Yine salgından en çok etkilenen güney Avrupa ülkeleri İspanya ve İtalya’ya AB içerisinden turistlerin gitmesiyle, gelişmeleri turizme dayalı bu ülkelerin ekonomilerinin çöküp, AB'yi çökertmemesi için insanların ölmesi görmezden gelinerek dolaşım serbest bırakılmıştır.
ABD’nin salgın ile ilgili direkt olarak Çin’i hedef göstermesine rağmen, Çin bu durumu salgının ana sorumlusu olduğu yönündeki suçlamaları kabul etmeyip, dünya ölçeğinde ülkelerin bilimsel çalışmalar temelli veri alışverişi başta olmak üzere salgından etkilenen ülkelere tıbbi malzeme ve maddi destek vererek kendine yönelik algıyı çökertmiştir. Kısaca Çin, salgın öncesi stratejisine uygun olarak küresel etki alanını genişletmiştir. Kısaca Çin Kovid-19 krizini kendisi için bir fırsata çevirme mücadelesi vermektedir.
Türkiye ise salgının kontrolü noktasında diğer ülkelere nazaran büyük bir başarı göstermiştir. Ülke dışında da, özellikle Libya, Filistin, Kuzey Makedonya ve Bosna-Hersek gibi tarihi medeniyet coğrafyasında tıbbi malzeme desteğinde bulunarak salgın sonrası dönemde etkin bölgesel güç pozisyonunu korumaya için gayret gösterdiğini ortaya koymuştur.
Bu mücadelenin ana unsuru tabii ki yukarda belirttiğim gibi ekonomi. Ekonomi alanında yapılan hamleler, Türkiye gibi diğer alanlarda, oyun dışına atılamayan ülkeleri müdahale edilebilir ekonomik çizgi içerisinde tutarak, kendi istediklerini yaptıra bilme planları yapılıyor. Hatta Fransa gibi ülkeler, Afrika ülkelerinde kurdukları sömürü düzeninden elde ettikleri milyarlarca doları kaybedeceğiz paniklemesi ile Akdeniz'de iki NATO üyesi ülkeyi savaşın eşiğine kadar getirmekten çekinmiyor.
Buradan devam etmek gerekirse AB Ordusu kuramayan bu ülkeler şimdi Türkiye'yi NATO'dan nasıl atarız planları yapıyor.
Üreticilerini korumak için ithal edilen ürünlerin %30'una 30 Eylüle kadar, %10’una ise 1 Ekim'den itibaren 10 puana kadar daha düşük oranlarda ilave gümrük vergisi uygulama kararı aldılar. Bu uygulamanın küresel süreçle uyumlu olarak ekonomik olarak zarara uğrayan Türk üreticilerini bir de küresel piyasadaki rekabetçi yapıya ezdirmeme ve zararlarını kısa vadede telafi etmeyi amaçladığı görülmektedir. Ayrıca 1 Haziran’da açıklanan devlet bankalarının düşük faizle konut, taşıt ve ihtiyaç kredisi imkanları sunmaları, salgın sorası dönemde ekonomik canlanmayı devlet tarafından teşvik edici bir kurtarma paketi olarak değerlendirilebilir.
Devletler, Kovid-19 ilk yayılma sürecinde sınırlarını kapatıp dış dünyayla bağlarını büyük oranda kesmiş olsalar da, salgının yayılma şiddetinin nispeten azalmaya başlaması ile ülkelerdeki üretimin durması ve küresel ticaretin sekteye uğramasıyla oluşan zararı telafi etmek için yeni bir normalleşme sürecine girmek ve normalleşmek kolay olmayacaktır.
Bundan sonraki süreçte salgının tam bitirilememesi, başlangıçtan daha büyük riskle karşı karşıya kalınmasına neden olacaktır. Riskin büyük oranda sürmesi bir normalleşmeye gidilmesini, ülke ekonomilerinin ihtiyaçları karşılayacak biçimde ayağa kalkmasına imkan vermeyecektir.
Devlet müdahaleci yapı, ulus devletin güçlenmesi gibi algılansa da ülkelerin birbirine bağımlılıkları ve salgın öncesi dönemdeki gelir kaynaklarının yerini başka bir kaynakla dolduramamaları, yine ülkelerin dış etkilere ve dış bağlantılara açık bir pozisyonda olacağını gösteriyor.
Sonuç; salgın üretimin kesintiye uğramasını, çalışanların işsiz kalmasını ve enflasyonu; enflasyon, toplumsal hareketliliği, toplumsal titreşimin artmasını tetikler. Bununla birlikte toplumsal huzuru sağlamak için devletin otoriterleşeceğini, devletin otoriterleşmesi özgürlük alanlarının daralmasına ve toplumsal tepki yukarı taşıyacağı açıktır.
Çözüm; ülkenin enflasyon tuzağına düşmeden bu süreci atlatabilmesi için, kaynaklara ulaşım ve kullanım sağlıklı hale getirilmeli, ülkemizin enerji kaynakları kendimize yeter hale getirilmeli, her ne şekilde olursa olsun, ileri teknoloji üretir hale gelmelidir. Nimetin ve külfetin eşit paylaşıldığı bir ülke olmalıyız. Bunlar yapılmazsa ülkemiz bir daha hiç çıkamayacağımız gelişmiş ülkeler kategorisinden aşağı düşer ve hep böyle yaşar. Ülkemizi yönetenler, bu dönemde çok ama çok dikkatli olmalıdır.
Dr. Abdullah BUKSUR
İnsan Hakları Eksperti
(İHAF) İnsan Hakları Avrasya Formu Gn. Sek.