(Ulucanların anısına)
Hapishanelere güneş doğmuyor
Geçiyor bu ömrümde günüm dolmuyor
Eşim dostum hiç yanıma gelmiyor
Yok mu hapishane beni arayan
Bu zindanda ölem can gardiyan.
Neşet Ertaş
Nice işkencelerin yaşandığı dönemlere götüren, türkülerin yankıları ve acı derin çığlıkları var bu cezaevinde…
“Neresi mi?”
“İşte burası…”
Adaletin ve insanlığın öldüğü ama davaların asla yitip gitmediği, yüreklerde devam ettiği yer “Ulucanlar Cezaevi Müzesi…”
Sora sora buluyorum… Buraların yabancısı sayılırım… Velhasıl kelam onca tepilen yol sonrası koyu derin siyah rengi ve iri puntolarla yazılmış tabelasıyla işte karşımda, işte karşımdasın…
“Ey Ulucan sen benim, acımı tazeleyen gizlenmiş yanımsın… Ankara’da gezilip görülecek onca güzel yer varken, gözümün gönlümün açılacağı o kadar yer varken nereden buldun da beni yapıştın yakama onca yol sürüklettin bi ses ver…”
Derin çığlıklara ağlayışlarım karışmadan evvel giriş kapısında bir anlık duraksıyorum… “Ey benim yüce Rabbim, sen bana şu soğuk duvarlar arasında yer etmiş demir parmaklı koğuşlarda bol sabırlar, dirayet ve dayanma gücü ver… Bismillahirrahmanirrahim…” diyor ve sağ ayağımla birlikte ilk kördüğüm yutkunuşumu yaparak giriyorum içeri…
Kendimi tanıtıyorum öncelikle Müze sorumlusu Zübeyde Karala Uzunoğlu'yla tanışıyoruz… Birkaç dakika sohbet ediyoruz… Akabinde ise benden kaleme alınmasını istediği bir haber ricasında bulunuyor… “Elbette, memnuniyet duyarım” diyorum…
Küçük bir mp3 müzik çalar içerisine müze ile alakalı aktarılan kayıtlar yapılmış... Beni daha çok aydınlatacağı yönünde tavsiye ediliyor… Bende sanki dünden yanıma bir yoldaş bulmaya meraklıymışım gibi “ne olur, ne olmaz” deyip bir tane kiralıyorum ve yolculuğumuz başlıyor…
Attığım ilk adımla birlikte nemli, rutubetli, alçak tavanlı, dik basamakları olan bir merdiven karşılıyor beni… Uzun ara duvarlar boyu ise karanlığı aydınlatan kandiller mevcut… Daha fazla duracağı yok bu canın… Kanın damarlardan akıp gittiği gibi gidiyor canım gözlerimden yaşlarım ve o andan dudaklarımdan isim zikrediyorum sol yanımı okşayıp… İşte o anda beni karşılayan Bozkırın tezenesi, üstadımın sesi çınlıyor duvarlarda “Hapishanelere Güneş Doğmuyor…” “Birde sen yapma be üstat… Tuz basma şu üzeri açılmış yarama” diyorum… İlerleyişim boyu bu Neşet Ertaş’ın türküsü yoldaş oluyor birde yanıma… Soğuk duvarlara çarpıp çarpıp inliyor kulaklarıma… Yazar olunca, şair olunca Ee yazmak gerek elbette… Bir de ilhamımız kabarınca dökülsün be zalim dizeler yüreğimizden cümleler olsun o vakit…
“Ömrün boyunca nefes almanın kıymetini, gel de nefesini tüketince gör.
Gençliğin kıymetini hasta yatağında, yaşlılığa erince gör.
Sevdiklerinin değerini vakitsizce kaybedince gör.
Bir de gör ki, hey avare ümmet
Özgürlüğün şanını esir olunca düşte gör…”
“Gözü Kara” olarak bilinen bu yan rumuzumla bugün de yolculuk ediyorum bir iç sesimin haykırışlarına doğru… Bunca zaman yüreğimde biriktirdiğim selleri, yağmurları sanırım yavaş yavaş bırakabilirim artık gözlerimden… Çünkü burası son durak… Hissediyorum ve yüreğim feryat edip yanıyor… “Ah Soğuk duvarlar…”
Tarihin bir hesaplaşmasıdır Ulucanlar… İdam edilenlerin ardı sonrası Meclis Araştırma komisyon raporuyla bile kanıtlamıştır… Bu artık bir devlet katliamı olduğu netlik kazanmıştır… Nitekim suçluların cezasız kaldığı, yapılan bir devlet katliamı… Hayat ne acı bir gerçek… Deniz Gezmiş’in tam da bütün açıklığı ile yaşanmış olayı gibi…
Hâkim: Ne gülüyorsun?
Yılmaz Güney: Duvarda ‘Adalet’ yazıyor da ona gülüyorum…
1925 yılında İçişleri Bakanlığınca Cumhuriyet döneminde şehir planlamacısı olduğu söylenilen Alman Carl Christoph Löcher’in önerisiyle “Umumi Hapishane” olarak inşa ediliyor. Bu bölgeye yapılmasının bir özel sebebi ise çevre kesimlerde bulunan arazi çalışmalarında mahkûmların ıslah olmalarını sağlamak ve topluma tekrardan kazandırmayı amaçlamak olarak bilinmiş… Ne var ki bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti topraklarında Alman şehir plancısına bu hapishaneyi umumi olarak yaptırmışlar. Lakin inşa edilmesinden bu yana tam 81 yıl boyunca nice katliama, idama, infaza, hücre cezalarına, işkencelere yer vererek Cumhuriyet tarihinin en karanlık sayfasına ismini altın harflerle yazdırmayı da ayrıca başarmışlar bütün insanlığın nefretini ve kinini alarak… Onca Türk siyasilerin, gazetecilerin, yazarların, şairlerin kadınlı erkekli hırsızların, mafya babaların, cinayet işleyenlerin bir arada toplanıp hepsine tek bir isim konularak “Kader Mahkûmu” denildiği Ulucanın merkezi oluyor burası…
Her kesit hayatın bir filmi mevcut bu yerde… Sağıma bakıyorum; Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet Ran, Yaşar Kemal, Ahmed Arif, Feride Çiçekoğlu, Fakir Baykurt, Fikri Arıkan, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Cevat Şakir Kabağaçlı, Kemal Tahir…
Soluma Bakıyorum; Muhsin Yazıcıoğlu, Mustafa Pehlivanoğlu, Bülent Ecevit, Osman Yüksel Serdengeçti, Yılmaz Güney, Osman Bölükbaşı, Deniz Gezmiş, Necdet Adalı, İskilipli Atıf Hoca ve Erdal Eren…
İsim telaffuz etmek artık çok zor… Havanın vermiş olduğu aşırı sıcaklarla birlikte nitekim duvarlar üzerinize üzerinize geliyor… Avluya açık demir parmaklı camlarda olsa esen rüzgâr anlaşılan buralara hiç ulaşmıyor… Havada uçan telli turnalar hariç tabii…
29 Eylül 1999’da başlatılan “Hayata Dönüş Operasyonu” sırasında cezaevinde 10 kişinin öldüğü ve 100’e yakın kişinin ise yaralandığı bilgisi çerçevelerle duvara asılmış eski gazete manşetlerinde yer alıyor… 1 Temmuz 2006’da kapatılmasının ardından ise alınan kararlarla birlikte restore edilerek müzeye dönüştürülmesi geçmişin yaşanan acı film şeridine bir nebze olsun ışık tutmuş oluyor…
Burayı keşfeden ziyaretçilerin hafızalarında kalan ve unutulmazsa unutulmaz en önemli koğuşlarından biri ise ‘Hilton’ adı verilen koğuşlar olarak biliniyormuş… Kimine göre bu Cezaevinin en rahat ve en manzaralı koğuşu olmasından ötürü bu isim konulmuş… Kimisine göreyse önemli yazarların ve şairlerin, gazetecilerin kısa bir sürede olsa burada mahkûm edilmesinden ötürü bu isim verilmiş… Her halükarda kaldıkları yer mahpushane mi? ve istedikleri zaman çıkamıyorlar mı? İşte bunun rahatlığı ve manzarası yoktur be insan evladından yoksul be zevaller ve vicdan yoksulları…
Biran gözlerimin önünde bir haber başlığı beliriyor kırmızı büyük puntolarla yazılmış; “Uçan bir kuşa özendim” diyor… O an işte anlıyorsun özgürlüğün hürriyetini…
“Ahh Ahhh…”
‘Hilton’ diyorduk… Evet, 9. ve 10. Koğuşun uzandığı koridorlar sırasından geçerek koridorun sonunda kendisini gösterdi… Burada vicdanımın sesine bir kez daha kulak veriyorum… Çünkü içinde bulunduğum ortam bir süre beni alıp derinlere götürüyor… Uzun bir süre şaşkınlığımı ve korkumu üzerimden atamıyorum… Nefes almakta oldukça sıkıntı çekiyor ve hemen çantamdan çıkardığım hava tüpümle suni teneffüs yapıyorum bir nevi kendime… Anladım ki, kronik rahatsızlığı olan insanların yeri değil burası… Rabbim kimseyi düşürmesin inşallah…
Dar koridor, loş ışıklar, demir kapılar arkasından gelen derin, acı çığlıklar ve tek kişilik hücreler…
“Aman Yarabbim” diyorum…
İçim ürperiyor… “Çıkarın beni buradan…”
“İmdat, kimse yok mu? Yardım edin…”
“Ben suçsuzum, sadece namusumu korudum… Ben bir şey yapmadım…” Çığlıkları, feryatları, haykırışları, ağıtları, isyanları heyhat… Hangi yürek dayanır buna? Hangi can dayanır Ee zalim oğlu zalimler… Ettiğinizi bulunuz inşallah…
Bu uzun geçit hiç bitmeyecekmiş gibi hissederken özgürlüğe adım adıyorum biran ve mavi gökyüzü karşılıyor, kucaklıyor beni “ah, hoş buldum… Nihayet, sonunda çok şükür” diyorum…
Bahçe avlusunun duvarlarının süslendiği siyah beyaz sanki bir film şeridi gibi olan fotoğrafların yanında soluklanıyor, biraz mola veriyorum… Dilim damağım kurumuş, çöl sıcağı vuruyor sırtımdan… Yaşanan o eski dönemlerin anısı oluşmuş, gözlerimizin önüne serilmiş adeta baktıkça bakası geliyor insanın…
Benzetme misali sözüm meclisten dışarı sanki bir köstebek yuvası gibi bazen de bir labirent gibi nereden girip, nereden çıktığınızı fark edemiyorsunuz bile bu cezaevi müzesinde… Birkaç defa attığım tur sonrası “Aaa bunu nasıl kaçırmışım” dediğim çok ve geçten da gözden kaçırdığımı sonradan fark ettiğim değerli yaşanmış görüntüler vardı… Bal mumu heykellerinin sergilenmiş olduğu koğuş ve tecritler sonrası en son ki varış noktam mahkûmların özel eşyalarının sergilendiği koğuş oldu…
Deli divane hangisinin görüntüsünü alacağımı şaşırmış vaziyette vitrinlerde ki eşyaların hemen hemen hepsini incelemiş bulundum… Rahmetli Reis Muhsin Yazıcıoğlu’nun seccadesi ve annesine yazdığı mektubu… Deniz Gezmiş’in sigarası, kibriti madeni parası… İskilipli Atıf Hocanın okumuş olduğu Kur’anı kerimi… Bülent Ecevit’in şapkası bunlardan söyleyebileceğim birkaç örnek sadece…
Beni etkileyen ve ülkücü damarlarımı kabartan yer ise neden’dir bilinmez 5. Koğuş oldu… 5. Koğuş, hırsızlık suçundan yatan mahkûmları barındırıyormuş… Beyaz duvarındaki çizilmiş olan ay yıldızlı bayrağa eşlik eden o söz işte beni benden eden sözdü… “Özgürlüğünü kaybettin, onurunu kaybetme…”
Taşından, çivisine kadar çok büyük geçmiş bir tarih barındırıyor Ulucanlar… Her koğuşun, her sokağın, her hücrenin kendisine göre biçilmiş bir hikâyesi var… Ee tabii olmazsa olmaz idamların yapıldığı idam sehpası gibi… Demir parmaklıklarda öylece sallanıp sallanıp durdu gözlerimde idam ipi… Yaşamakla ölmek arasında ki ince çizgi mi dersiniz? Yoksa gerdana takılmış bir halat mı?
Dönemin Yılmaz Güney günlerinde ‘şeftali’ isimli okumuş olduğu kitap dolayısıyla burada yer alan 7. Koğuş sokağına şeftali sokağı ismi verilmiş… 4. Koğuşun tavanlarının tabutu andırmasından dolayı ise tabut koğuşu olarak isimlendirildiğini de öğrenmiş oldum…
Ayrıca dönemin en eski filmlerinden olan ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ filminin de 1989 yılında burada çekildiği bilgisini paylaşarak sözlerimi noktalamak istiyorum…
Ankara Ulucanlar Cezaevi Müzesi nitekim beni derin duygu ve hissiyatı içine bürüdü… Çıkış sonrası ayaklarımda derman kalmamış, halsiz, suskum ve ağlayış dolu bir ben buldum karşımda… İsyan etsen şimdi kime ne?
Bu nasıl bir hayattır ki saniyelerin kıymet dersini aldırıyor insana… Bazen anlatmak yeterli olmaz acının bizzat adresine gitmek, görmek, bilmek ve o nem kokusunu içimize çekmemiz gerekir düşenin halinden anlamak için heyhat…
Neden bu cezaevi müzesinin ismi “Ulucanlar” olduğunu artık şimdi daha iyi kavramış bulunuyorum… Her biri ulu bir can… Her bir yutkunuşumda ve gözlerimi kapadığımda acıyla hatırlayabileceğim, anımsayabileceğim onlarca “Ulucanlar…” Rabbim bütün mazlumların ve mağdurların yar ve yardımcısı olsun… Yüce Rabbim bu acının bağrına düşen her ümmetine bol sabırlar ihsan eylesin inşallah… Birde nice beraat dolu özgürlükler olsun…
NEŞTERİN UCU
Gamze BOYNUEĞRİ