Çocukken bir kelimeyi ilk duyduğumuz zaman, hemen anlamını sorardık büyüklerimize. Onlarda kavrayabileceğimiz bir dille anlatmaya çalışırlardı. Onlarda kavrayabileceğimiz bir dille anlatmaya çalışırlardı.
Bazen, aynı şeyi defalarca sorduğumuz olurdu. Nasıl gözlerimiz uzakta gösterilen bir noktayı seçmekte büyükler kadar marifet kazanmadıysa, aklımızda her söyleneni manası ile kavramayı beceremezdi.
Bazı kelimeler ise adeta kendiliğinden vardır çocukların hafızalarında. Allah eksikliklerini hiçbir çocuğa göstermesin, eksikliğini görmediyse; anne, baba, dede, kardeş ne demek diye sormaz çocuklar.
Çünkü ellerinde büyümüşlerdir, avuç içlerine bakarak bile anlarlar kim olduklarını. Yalnız hissettiklerinde şefkatli bir ses, hata işlediklerinde bir tatlı uyarı, ne yapacaklarını bilmediklerinde kendinden emin bir emir ile her daim yanlarındadır onlar.
Benim çocukluğumun sormadığım kelimelerinden biri de Başbuğ’dur…
Kimdir? Bizim neyimizdir? Ne iş yapar?
Bu soruları hiç sormadım, eminim ben yaşıt bütün ülküdaşlarım da sormadı.
O gözlerimizi açtığımızdan itibaren, ya baş köşede bir resmi ile ya bize gönderdiği bir tebrik yazısı ile, ya da tarih boyu Türk ve İslam düşmanlarına karşı elimizde bir kılıç gibi sallayacağımız ifadelerin olduğu kitapları ile evin içinden biri gibiydi.
Haber saati gelip televizyonu her açtığımızda gözlerimiz onu arardı. Ben ilk başlarda söylediklerini çok anlamazdım ancak, annemin babamın gözleri dolduğunda bilirdim ki Başbuğ yine Türklüğümüze ve İslamlığımıza sahip çıkıyor, tek başına herkese karşı çekinmeden tavır alıyor.
Onu ilk Adapazarı gar meydanında görmüştüm. Merdivenlerin en üstüne kurulmuş kahverengi geniş kürsünün arkasında. Hani Zihni abinin her 4 Nisan’da paylaştığı bir fotoğraf var ya, işte tam orada bende vardım. Elimde bir bayrak Başbuğ konuşurken durmadan sallıyordum. Gazetecilerin hoşuna gitmiş ki ertesi gün gazete haberinde, annemle benim içinde olduğum kareyi kullanmışlardı.
O gün görmüştüm ki; Başbuğ tek başına Türklük sancağını taşıyan bir direk, üzerimizi örten bir otağ, atlarımıza takılı bir kanat, ocağımızı korlayan bir ateş, kılıçlarımızı döven bir çekiç, oklarımızı fırlatan bir yay ve gerektiğinde kalkanları delen bir mızrak gibiydi.
Yıllar sonra bir gün kara kutudan kara bir haber söylediler. Başbuğ öldü dediler.
Biz evin içinden hep birlikte karşılık verdik “Başbuğlar ölmez”.
Çünkü, kimimiz ismini verdiği evladında yaşatıyordu onu.
Kimimiz profilindeki resminde.
Kimimiz Başbuğ zamanında da yine aynısı olmuştu diye anılarında, kimimiz Başbuğ’da aynısını yapmıştı dedirterek ondan emanet aldığı makamında.
Evet Başbuğ ölmedi.
Emanet ettiği davası, miras bıraktığı teşkilatı, açtığı yoldan hiç ayrılmadan devam eden Genel Başkanımız ve dava arkadaşlarımızla yaşatıyoruz onu.
Bu fani dünyadaki evlatlarından ona selam olsun.