İstanbul’u Bizans’tan alan o yenilmez güç; Peygamber efendimiz (s.a.v) ve ashabından sonra Hicaz diyarına en huzurlu dönemi yaşatan kutsi bir teşkilat, Avrupa’da bugünün Avrupalılarına taş çıkaracak bir medeniyet abidesi gelir aklımıza. Gurur duyarız, özlemle gözlerimiz yaşarır ve en önemlisi nasıl bir millet olduğumuzun şuuruna ereriz bunlar hatırımızdan geçince.
Maalesef bir çoğumuz, Osmanlı’nın nasıl bu güce eriştiğini ve sonrasında nasıl olup da elden ayaktan kesilir bir duruma düştüğünü bilmeyiz ya da daha fazla üzülmemek için bilmek istemeyiz. Israrla Osmanlı kitabının hep en sevdiğimiz yerlerini yani tam ortasını okuruz.
Uzun yıllardır, bir önceki devletimiz Osmanlı’nın son iki asrını anlatan tarih kaynakları üzerinde çalışmalar yapıyorum. Bugün o kaynaklardan biri üzerinde aldığım notları incelerken, tarihin gelmiş geçmiş en sistemli ve adaletli devletinin hangi sebeplerle çöküşe geçtiğini tekrar görmüş oldum.
Gücünün en zirvesinde Viyana kapılarından dönen devletimiz, 1699 Karlofça antlaşması sonrası gerileme dönemine girmiştir. Karlofça’nın hemen sonrasına dair derlediğim birkaç not şu şekilde:
“Padişah II. Mustafa babası Avcı Sultan Mehmed gibi Edirne’yi seviyor ve fırsat düştükçe ava gidiyordu; saltana geçtiği tarihten beri İstanbul’u ihmal edip Edirne’de oturmakta idi. Padişah bu tarihte üç kızını yani Ayşe, Safiye ve Emine Sultanları sırasıyla Köprülüzade Numan, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın oğlu Ali Paşalarla, Silahdar Çorlulu Ali Paşa’ya namzed edip her birine saraylar ihzariyle bunları döşettirmek ve düğün hazırlığı yaptırmakla meşguldü.”
“Hükümetin tımarlı sipahiler hakkında yaptığı bir tetkikat ve yoklama neticesinde bir dirliğin iki sahibi meydana çıktığı gibi iki dirliğe birden sahip olanlar da görülmüştür.”
“Yeni çeri ocağının da yoluna konması lüzumuna 1701 Temmuz sayılı bir fermanla işe başlanmıştır.”
“Veziri azam Amcazade Hüseyin Paşa büyük bir azimle her sahada memleketin kalkınmasına çalışırken karşısına hükümetin bütün işlerine müdahale eden Şeyhülislam Feyzullah Efendi çıkmıştır. Feyzullah Efendi, şehzadeliğinde padişahın hocası olup Sultan II. Mustafa tahta geçtikten sonra ikinci defa Şeyhülislamlığa getirilmişti. Padişah hocasına büyük hürmet göstererek her dediğini yapmakta ve aynı zamanda makamının ehli olan veziri azama da teveccühünü eksik etmediğinden Feyzullah Efendi sadrazama karşı pek diş geçiremiyor, o da şeyhülislamın nüfuzunu bildiğinden ileri gitmeyerek vaziyeti idare ediyordu.”
“Feyzullah efendi uzun zamandır şeyhülislamlığı muhafaza ettiği gibi kendisinden sonra makamını süratle yükselttiği büyük oğlu Nakibüleşraf Fettullah Efendi’ye tahsis ettirerek ona şeyhülislam payesi verdirmiş, ikinci oğlu Seyyid Mustafa Efendi ile üçüncü oğlu Ahmed Efendi’yi Rumeli kazaskerliği payelerine kadar çıkarmış, dördüncü oğlu Seyyid İbrahim’i şehzade hocası aynı zamanda kazasker yaptırmış, amcazadesi Seyyid Dede Efendi’yi İstanbul kadısı ve Rumeli kazaskerliğine ve damadı Mirzazade Şeyh Mehmed Efendi’yi süratle ilerleterek İstanbul kadılığı payesinde iken yakında müddetini bitirecek olan oğlu Seyyid Mahmud Efendi’nin yerine Rumeli kazaskerliğine namzet yapmış ve bu suretle ilmiye rütbelerinin en yüksek derecelerini süratle yükselttiği oğullarıyla damat ve akrabalarına tahsis ettirmek suretiyle diğer ulemaya yüksek ilmiye kapılarını kapatmıştı; bu inhisarcılık senelerce hizmet ederek yüksek derecelere çıkmak için yolu tıkanmış olan büyük kadıların haklı olarak infiallerini mucib olmuştu.”
Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Büyük Osmanlı Tarihi adlı eserinden aldığım bu satırlar, devletimizin durumunu sanırım ortaya koyuyor.
Merak edenler için o günlerin devamında yaşananları biraz özetleyelim:
Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin kurduğu düzenden rahatsız olan yeni sadrazam Rami Mehmed Paşa, Şeyhülislam’ın azli ve katli için el altından bir plan yapar. Ancak işin boyutu büyüyerek padişahın halline kadar uzanır. Padişah II. Mustafa yerine III. Ahmed tahta çıkar.
Peki bütün bu gelişmelerden alacağımız ders nedir?
Osmanlı devleti iman ve inançla binlerce yıllık bir devlet geleneği üzerinden sağlam temeller üzerinde inşa edilerek, nesilden nesile geçen bir sorumluluk bilinci ile yükselmiştir. Bu sorumluluk terk edilmeye başlanmasıyla gücü ve etkisini yitirmiş, millet ovasını besleyen dini ve milli akarsuların başına da suyu kendi çarklarını çevirmek için yönlendirenler geçince devlet çökmüştür.
Biz Müslüman Türk evlatları olarak Osmanlı deyince sadece yeryüzünün zirvesinde olduğu dönemleri hatırımıza getirirsek aynı akıbetten devletimizin kaçınmasını sağlayamayız.
Bu bilgiler ışığında Osmanlı’nın kuruluşu ve yükselişi kadar çökmeye başladığı ve yıkıldığı süreleri içeren son iki asrını çok iyi öğrenip, benzer durumların yaşanmaması adına her birimiz milli ve manevi sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz.
Türk milletinin tarihini bilmeyenler Türk milletini hak ettiği gibi yönetemezler.
Bilmiyor olabiliriz, öğrenmenin yaşı ve zamanı yoktur.
Ben bu satırları yazarken, Türk milletinin varlığına vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne kasteden yapılara bir yıldırım gibi saplanmak üzere Fırat’ın doğusuna doğru yol çıkmış Türk ordusuna yüce Allah’tan muvaffakiyetler diliyorum.
Allah size yar olsun!
Düşmanlarınız kahrolsun!
Turan eller var olsun!