Bir padişah, duvarları altın yaldızlarla bezenmiş bir köşk yaptırdı, ona yüz binlerce para sarf etti. O cennete benzeyen köşk tamamlanınca iyice bir döşetti dayattı da. Herkes bir ülkeden geliyor, padişaha tabak tabak armağanlar sunuyordu. Padişah dostlarını ve uşaklarını tüm halkla birlikte çağırttı ve “Bu köşkün güzelliğinde, yüceliğinde bir noksan var mı?” dedi. Herkesin sarayı öve öve bitiremediği bir anda bir bilgin yerinden kalkıp şöyle dedi; “Bu köşkte bir delik var ki o da büyük bir noksan, eğer o kusur da olmasaydı, bu köşke cennet bahçesi bile gaybden armağan yollardı doğrusu!” Padişah; “Ben bile böyle bir delik görmediğim halde, sen şu bilgisizliğinle nasıl görüyorsun?” dedi. Bilgin; “Ey padişah Azrail’in gireceği delik tıkanmadı ki! Asıl o deliği, hem de adam akıllı tıkamak gerek. Yoksa ne köşk kalır, ne taç kalır, ne taht kalır! Başka bir kusuru yok, tam yaşanacak yer ama ne fayda ki, baki değil; buna çare nedir bilmem. Cennet gibi güzel, neşeli bir köşk; fakat ölüm nihayet gözüne çirkin gösterecek. Onun için bu köşke o kadar kurulma, dizginini çek, serkeşlik etme…” (Mantıku’t-Tayr) Gelelim 17-25’in sarayına; Ankara’nın yeşil kalan sayılı bölgelerinden birinde binlerce ağacın kesilmesi ile 150.000 metrekarelik bir alanda inşa edilmeye başlanan bu sarayın içinde yer aldığı alan 2011 yılında yani sarayın yapımından bir yıl önce 1.derece sit alanı iken birden mahkeme kararı ile 3.bölge sit alanına çevrilir. Sessiz sedasız inşaata başlanır. Ne yandaş ne de muhalif(!) basında kesinlikle yer almayan bu yapı tamamlanma aşamasına gelinceye kadar sessiz(!) sedasız(!) inşa edilmeye başlar. Ama öyle sessizlikle yapılacak gibi bir saray değildir bu, daha doğrusu Firavunların piramitleri yaptırması ne kadar sessiz (!) ve gizli(!) yapılabilirse bu saray da ancak o kadar sessiz yapılabilir. Zira bin odalı olan bu sarayın inşaatında 24 saat çalışmalar devam ediyor ve 9.000 insan 3 vardiyalı olarak gece gündüz çalışıyordu. Öyle bir saray ki aynı anda onlarca vinç çalışıyor, etrafındaki tüm yollar tamamen yenileniyor, her gün binlerce iş makinesi girip çıkıyor ama ne hikmetse saray bitmek üzere iken gündem edilmeye başlıyor. Yıllardan beri ülkenin tüm kaynaklarını sömüren ve bu halkın üzerine akbaba misali çöken süfyanilerin ülkeye ve bu halka verdiği zararların hesaplanamayacak kadar çok olduğunu, yapılan bu sarayın maliyetinin bu vurgunların yanında deve de kulak bile olamayacağını bilsek de çöpten ekmek toplayan insanların, bakkalda bayat ekmek dolabı soran insanların, madenlerde neredeyse karın tokluğuna çalışanların, asgari ücret gibi bir zulme maruz kalan milyonların olduğu bir ülkede süfyanilerin kendileri için neler yapabildiklerini görmek adına önemli bir olaydır. Toplam maliyeti şimdilik 1,1 milyar lira (1,1 katrilyon) olan sarayın Yeşil granitle kaplı çelik kolonlarının metrekaresi 250 dolar yani 16 maden işçisinin 1 günlük emeği karşılığında verilen miktarın tamamı. Yerin altında çalışanların yerin üstündekiler tarafından sömürüldüğü ülkede, 935 bin maden işçisinin 1 aylık maaşının tamamı ile kendilerine saraylar yapanlar, 2,5 milyon asgari ücrete denk gelen bu saraylarını yaparken bir de asgari ücreti bu halka çok görüp, simit ve çay hesabı yapar, karın tokluğuna çalışırken ölen/öldürülenleri işin fıtratı(!) ile açıklar ve firavunlara bir kez daha rahmet okuttururlar. Halkın ekmeğine göz dikenler ekmekler ile kaç köprü kaç okul kaç hastane yapılabileceğini(!) her yerde reklam ederken halktan çalınanlar ile halkın toprağı üzerine yine halk tarafından kendileri için yapılan sarayın parası ile neler yapılabileceğini reklam etmiyor nedense. Bu paranın 800.000 maden işçisinin hayatını kurtarabilecek 2.000 adet yaşam odasına denk geldiğini dile getirmiyor mesela. 150.000 metrekarelik alanın tamamını devasa demir korkuluklar ile kapatan, korkulukların hemen ardını da metrelerce kazıp beton ile dolduranlar, halktan ne denli korktuklarını bir kez daha itiraf etmektedirler. Sarayın yapımı sırasında mahkemenin durdurma(!) kararına karşılık; “Gücünüz yetiyorsa yıkın, tamamlayıp açılışını yapıp bir de içinde oturacağım” diyenler aslında bir anlamda ülkede kurdukları düzenin nasıl olduğunu itiraf etmektedir. Yasama yürütme yargı diye kitabına uydurdukları sistemin aslında tarihte olduğu gibi Firavun, maddi gücü ile sistemi koruyan Karun ve halkın gözünde sistemi ve efendilerini meşru gösteren Bel’am üçlüsü üzerine kurulu olduğunu her fırsatta ispat etmektedir. HANDAN ÖMER