Otoriterlik Sarkacında TÜRKİYE ve Seçimler

Handan ÖMER

 

Kasım 2012’de iktidara gelen Recep Tayyip Erdoğan, partisini ve dünya görüşünü her ne kadar “demokratik-özgürlükçü” olarak tanımlasa bile, esasen “Cumhuriyetin ve demokrasinin temel ilkeleri ile kavgalı-sorunlu” bir tutum sergilediğini Türk milleti, yaklaşık 13 yıllık ülke yönetiminde görmüş bulunmaktadır. Erdoğan, yaklaşık 13 yıllık iktidarı boyunca Makyevalist bir davranış sergilemiştir. Nasıl mı? Önce “tabiatında olan” otoriterliği, “tabiatında olmayan” sözde demokrasi ile kamufle etmiştir. Bu kamuflaj için iktidarının 2002-2011 döneminde güç ve meşruiyetini artıran “seçimlere” Makyevalist yöntemlerle asılmıştır. Güç ve meşruiyeti arttıkça “tabiatında olmayan” demokrasi, Makyevalist yöntemlerle kazanılan “seçimlerle” sınırlı kalırken, “tabiatında olan” otoriterlik, toplumu ve devleti baştanbaşa sarmış ve totaliter bir rejime doğru yol almaktadır.

Otorite, siyaset bilimi çevreleriyle tanıştığından bugüne çeşitli kereler açıklanmaya çalışılmış en son kertede üstün olana gönüllü rıza gösterme noktasında tanımlamalar yapılarak olgu halinde tarif edilmiştir. Kuşkusuz bu konuda Max Weber’in etkisi çok fazladır. Weber’in otoriteyi üç başlıkla tarif ettiği gibi “karizmatik, geleneksel ve yasal-ussal otoriteler”, bu konu hakkında detaylı tariflerin yapılmasına olanak sağlamıştı…

Gelelim yazımızın asıl konusuna…

AKP’nin kurduğu yeni paradigma, geçmişin yeniden yorumlanması veya kendi düşünce dünyasındaki geçmiş olarak tarif edilebilir. Osmanlı’dan kalma yapıların restorasyonunda aslına uygunluk yerine, kendi dünya algılayışları çerçevesinde yapılan değişiklikler ile Cumhuriyet döneminin uygulamalarına ilişkin getirilen sert eleştiriler, tarihi gerçeklikten kopuk yeni bir tarih algısını oluşturmayı amaçlamaktadır ki, AKP iktidarı tam bu noktada mitlere sarılmaktadır. Sarıldıkları mitler arasında en çok dikkat çeken noktalar ecdat, ümmet, dini şahsiyetlerde oluşmaktadır. Şiirler aracılığıyla efsanevi tarihe göndermeler yapan Erdoğan, tarihin “epik” yönünü polisin Gezi Parkı müdahalesinde “destan” metaforuyla ortaya koymuştur.

Erdoğan’ın mit yaratmasındaki bu ‘başarı’sı, kendi tabanı içerisinde de benzeri örneklerini yukarıda verdiğimiz şekliyle gösterse de genel olarak kendini geleceğe taşıma arzusundan ileri gelmektedir. Nitekim çeşitli vesilelerle kullandığı “anılarımı yazıyorum” cümlesi bize en son kertede mit olan Erdoğan figürünü hediye etmeye adaydır. Tarihi gerçekliği okumadan söyleneni doğru kabul eden geniş halk yığınları Erdoğan’ın bu ‘kutlu’ yürüyüşünde kişilik çatışması yaşayabilmektedir.

“Başkanlık sistemi” gibi hiçbir şekilde halkın bilgi sahibi olmadığı bir alanda kendi arzularını, ihtiraslarını onaylatmaya kalkan Erdoğan’ın otoritesinin, herkesin üzerine çıkmasını istemesi iktidar hastalığının göstergesidir. Bu iktidar hastalığının, Erdoğan’ın kişiliğinde toplanması “benim polisim, benim savcım, benim….” ile uzayan tamlamalarda görebilmekteyiz.

Erdoğan ‘otoriteryenizm’inin en somut göstergesi olmuştur.

Kendi mitini yaratan Erdoğan, ‘Gezi Parkı’ sürecinde de benzer yollara başvurmuştur. Faiz lobisi ile başlayıp, camide içki içtiler ile devam eden, parkta her şeyi yapıyorlar diyerek kamuoyuna, “Kabataş’ta bir hanım kardeşimizi dövüp üstüne işediler” ifadesi ile de kendi tabanına nefret tohumu eken ve halkı, ‘kin ve nefrete tahrik etmekten hüküm giyen’ Erdoğan’ın gücünü korumak için kurduğu bu mitleri, kitlelerce alay konusu olsa da kendi tabanının özellikle kendine sıkı sıkıya bağlı kitlelerce kabul gördüğü de mutlak bir gerçektir. Öyle ki, özellikle son zamanlarda Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik, “Son Osmanlı padişahı, ikinci Atatürk, kutsal ve mübarek insan, dünya lideri” gibi aşırı, radikal ve bağnaz söylem ve yakıştırmalar Erdoğan’ın totaliter yönetime doğru kayan otoriterliğinin, AKP tabanında ne denli yer bulduğunun da bir göstergesi olmuştur. Parti tabanı ile sınırlı kalmayıp, teşkilatlar bünyesinde de haddini aşan yakıştırmalar ve meşruiyet kazanmalar devam etmiştir. Mesela; AKP Düzce Milletvekili Fevai Arslan: “Dünya liderliği kabiliyetinde ve Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider var.” AKP Trabzon Of ilçesi Belediye başkanı Oktay Saral: Allah, başbakanımızı bizim başımıza nasip ettiği için her gün iki rekât şükür namazı kılmamız gerekir.” AKP Genel başkan yardımcısı Süleyman Soylu: “Allah’a yemin ederim ki, Erdoğan Türkiye’nin ilelebet, ezeli ve ebedi başkanıdır.” AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin: “Sayın Başbakan’a (Recep Tayyip Erdoğan) dokunmak bile inanın bence ibadettir. Kanımız ve Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a o kadar bağlıyız ve aşığız ki, bizim için adeta ikinci peygamberdir.” Bu tarz söylemler, mesnetsiz ve haddini aşan yakıştırmalar, uçuk/kaçık saplantılı yaklaşımlar Recep Tayyip Erdoğan’ı, adeta tarihten örnekler ile anarak ve kutsallaştırarak totaliter rejime giden otoriter-dikta yönetimini meşrulaştıran yarınlara hazırlamaktadır.

Son kertede, mitleri aracılığıyla kitleleri ikiye bölen Erdoğan’ın izinden giden kitleler satır, pala, biber gazı, jop, sopa gibi silahlarla bir diğer kitleye saldırabilme cesaretini göstermişlerdir.

Toplumu ihbarcılığa, ispiyonculuğa sevk eden Erdoğan bunu “tencere tava çalanları şikâyet edin diyerek “evdeki yüzde elliyi zor tutuyorum” sözünün farklı bir halini ortaya koymakta, kitleleri savaştırarak öteki yaratma rolünü devam ettirmektedir.

“17-25 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk” soruşturmalarını da kendi nüfuzu altındaki sosyal güçleri tahkim etmek için kullanmıştır. Bu yapılara çeşitli bildiriler yayımlatarak sosyal yapıları kutuplaştırıcı bir tavırla ayırmıştır. Kendilerinden olmayanları düşman ilan etmiştir. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “biz varsak cemaatler var, biz yoksak cemaatler yok” diyerek sosyal yapılara aba altından sopayı göstermiştir. “Nur hareketi” içinde yer alan diğer cemaatleri “Gülen Hareketinden” ayırarak nur hareketini bölmüştür. “Gülen Hareketini” İslam dışı ilan etmiş, “Haşhaşi” olarak nitelediği cemaati, devletin dört bir tarafını saran bir ur’a benzeterek, korku saldırmiştir. 28 Şubat Sürecinin “irtica” korkusu yerine “paralel” korkuyu ikame ederek “paralel yapı” 17 ve 25 Aralık soruşturmaları ile seçim ile gelen hükümete darbe yapmıştır.

Ayrıca Erdoğan, sosyal yapıları oğlu Bilal Erdoğan’ın başında olduğu “TÜRGEV” çatısı altında kendine bağlı hale getirmeye çalıştı. 17 ve 25 Aralık soruşturmaları, bu çatının devletin imkânları ile nasıl devasa hale geldiğini gösterdi. Sosyal yapılar için de Erdoğan “kendine bağlı” bir yapı ve “alternatifsizlik” yaratmaya çalışıyordu.

Erdoğan kendine alternatif olabilecek siyasal güçler için de “ödül ve ceza” formülünü devreye soktu. HAS Parti ve onun genel başkanı Numan Kurtulmuş’un AKP’ye katılması sağlandı. Demokrat Parti eski genel başkanı Süleyman Soylu AKP saflarına katıldı. Her iki isim de AKP’nin muhtemel alternatifleri idi. AKP hükümetleri döneminde, AKP alternatifi BBP’nin lideri, 2009 yerel seçimlerinde şüpheli bir helikopter kazasına kurban gitti. Kazaya ilişkin bilimsel raporlar BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünün “suikast” niteliğinde “oldukça şüpheli bir olay” olduğunu gösterse de, bu ölüme ilişkin dava, 17 ve 25 Aralık soruşturmalarından sonra bir “adi hırsızlık” olayı olarak soruşturulmaktadır.

 

Erdoğan’ın ve AKP’nin yarattığı tartışılmaz mitler, dediğim dedik tavırlar, kendinden olmayanı yok sayan algılar geldiğimiz bu noktada büyük bir halk isyanına dönüşmüştür. Bu halk isyanının meşruiyetini yine kendi mitleriyle ortadan kaldırmak isteyen Erdoğan, bu süreçte AKP’nin kurumsal kimliğinin, bir bütünlük algısının tamamıyla üzerine çıkmış ve kendi hırslarına, kendi mitleriyle partisini kurban etmiştir. Erdoğan’ın şahsında toplanan otorite, mitlerin de üstünde çıkarak yeni dönemin tek parti iktidarını tek kişilik iktidar elinde toplamıştır.

Erdoğan, kişilik olarak “Siyasal İslam” , siyasal bir figür olarak da “28 Şubat süreci” ile yoğrulmuştur. Hem “Siyasal İslam”, hem de “28 Şubat süreci” tabiatında demokrasi olmayan siyasal gerçeklerdir. Ancak Erdoğan, paradoksal bir şekilde, 2002 yılında demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve ekonomik refah arayışında olan Türk Halkının bu arayışlarını gerçekleştirmek üzere iktidara gelmiş ancak İktidara gelme sürecinde, Avrupa Birliği ülkelerine AKP lideri olarak yaptığı ziyaretlerde, “AB Değerlerini” arayan bir hareket ve onun lideri olduğunu sembolize etmeye çalışmıştır.

Erdoğan’ın bu uyumsuz tavrı, ileride Türkiye siyasal hayatında “parlamenter totaliterizm” başlığının atılmasına sebep olacaktır.

Sonuç itibari ile,

Devlet dediğimiz bütünlükte sınıfsal çıkarlar uzlaştırılamaz, bölünemez, paylaşılamaz, dolayısıyla devlet; yönetileni tek-bütün olarak görmek zorundadır ki bu da özellikle yeni yüzyıl çağında daha da zordur. Devlet olgusu doğu toplumlarında her zaman daha bir üst anlam kazanmıştır ve bölünmemesi gereken bir bütünlük, halkın refahının garantörü olarak yüceltilmiştir. Lenin'in bir sözünden hareketle: "Bir devlet'te aynı anda iki iktidar olamaz, bunlardan birinin yok olması gerekir." Yani aynı anda devlet, iki siyasi iktidarı taşıyamaz !!!

Ne de güzel günümüz Türkiye'si politikasıyla örtüşüyor değil mi? Öyle ki devlete tek başına sahip olmak isteyen ve halkını yok sayan bir ''diktatör'' ve önünde engel teşkil eden egemenliğin oluşturduğu hükümet.

Erdoğan’ın her şeyi elinde bulundurma ve her şeye hâkim olma hevesinin Türkiye’yi, yarınları karanlık, dipsiz kuyulara götürdüğünün bir delili olmaktadır. Hem tek başına hükümet olacaksın ve yasaları kendi elinde bulunduracaksın, hem de her türlü müzakereye kapalı, şiddet tekelini elinde bulunduran, yasa tanımaz bir idare şekli oluşturacaksın. Hem de, Badio'nun da dediği gibi: ''Her zaman aynı iktidara sahip, değişmez sisteme karşı, aynı coşkuyla sahiplenen bir kitle yaratacaksın.

Hegel, insanların tarihlerini kendilerinin yaptıklarını söylediğinde, bunu kendi seçtikleri parçalarla değil de önlerinde buldukları koşullarda oluşan verilerle yapma kolaylığına kaçtıklarını belirtir, yani tıpkı günümüz insanının şu anki koşulları tercih etme meselesi görmesi gibi. Öyle ki, genel irade şu anki siyasi iktidarın temeli ve “diktatörlük”, “Otoriter baskıcı totaliter rejim” ve “başkanlık sistemi” halka , seçmenlere, kitlelere doğru acık bir şekilde anlatılmalı ve bu seçimlerin aslında ''halk egemenliği yolunda belki de son seçim'' olacağı önemle vurgulanmalıdır ...

Netice olarak, her milletin hayatında çok önemli zaman dilimleri ve tarihi dönemeçler bulunmaktadır. Çok kısa bir zaman sonra yapılacak 7 Haziran 2015 milletvekili seçimlerini de hem son zamanlarda iktidar partisi AKP ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye’yi 12 yıllık ülke yönetimindeki-baskıcı-otoriter ve gittikçe de totaliter bir rejime doğru götürdüğünü de göz önünde bulundurarak değerlendirmemiz gerekmektedir.

Türk siyasi tarihi “tek adam-tek parti” dönemini yaşamış ve bu yönetimi ile çözüm olmadığını çok açık göstermiştir. Yılların devlet, siyaset gelenekleri, tecrübeleri ile demlenmiş hukuk düzenimizi, anayasamızı, Recep Tayyip Erdoğan’ın ihtirası, arzuları, hevesleri ve “Tek adam” olma uğruna feda edemeyeceğimiz gibi, Türk milletinin kaderini, Türkiye Büyük Millet Meclisi sisteminden alıp çok isimli “tek adam” olma heveslilerinin alev alev yanan ihtiraslarına ve otoriter tutumuna terk edemeyiz.

Handan Ömer
10/04/2015

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.