Cenab-ı Hakk, insanı kendisini tanıması, bilmesi, ibadet ve itaatle kulluk etmesi için (Zariyat, 51:56), en güzel biçimde (Tin,85: 4) yaratmış; şan ve şeref vermiş, yarattıklarının çoğundan üstün kılmış (İsra, 17:70), boş yere yaratmamış, başıboş bırakmamış (Mü’minun, 23:15, Kıyame 75:36), ona bir takım sorumluluklar vermiş, emanet yüklemiş (Ahzâb, 33: 72) ve yeryüzünde halifelik görevi vermiştir (Bakara, 2:30, Sad, 38:26). İman edenlere ve Allah’ın dinine ve peygambere yardımcı olmak, barış dini İslâmı dünyaya hâkim kılmak ve adaleti ayakta tutmakla (Saf, 61:14, Hadid, 57:25), yeryüzünü işlemek ve imar etmekle (Hud, 11:61), arzı ifsad etmemek, ekolojik dengeyi bozmamak, hayvanlara, bitkilere ve sulara zarar vermemekle (Bakara-2/205), Rahman, 55/7-8) görevlendirmiştir.
Yüce kitabımızda insanın boşuna ve başıboş yaratılmadığına ve ona bir takım görev ve sorumlulukların verildiğine dikkat çekilir:
“Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin artık huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun, 23:115); “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?”(Kıyame,75:36). “İnsanlar (dünyada Allah’a ibadet ve itaat etmeden, çeşitli çile ve güçlüklerle, bazen de verilen bol mal ve refah ile) imtihan edilmeden (sadece) “inandık” demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebut, 29:2) (bk. Bakara, 2:214; Enbiya, 21:35)
Dolayısıyla insan yapıp ettiklerinden sorumludur. Hatta görülen âlemde, sorumluluk bilincine sahip tek yaratık insandır. Nitekim bir Âyet-i kerime’de; “ Biz emaneti göklere, yer küreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir” (Ahzâb,33:72) buyrulmaktadır.
Emaneti çoğunlukla tefsirciler "yükümlülükler" ve "farzlar" diye tefsir etmişlerdir. Bunu şöyle anlamak gerekir. Allah'ın gerek kendi hakları ve gerek insanların hakları ile ilgili emirlerinin ve yasaklarının, hükümlerinin yerine getirilmesine Allah'ın emîn'i, inanç memuru olmak demek olan emanetini, yani Allah'ın diğer eşyada olduğu gibi zorlama ile cebren değil, hoşnutluk ve gönülden tercihle yaptırmak istediği serbest fiillerden emrine itaatle halifeliği demek olan görev ve yükümlülüğü o göklere ve yere ve dağlara, yukarıda ve aşağıda o ağır ve büyük varlıkların ve gök cisimlerinin hepsine teklif eyledik de onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve çekindiler, gerçi gökler ve yeryüzü, Allah Teâlâ'nın "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin," (Fussilet, 41:11) gibi kâinata yönelttiği emirlerini "İsteyerek geldik." (Fussilet, 41:11) diye isteyerek kabul ettiler. Öyle iken başkalarının haklarının yüklenmek mânâsını ifade eden emanet kendilerine teklif olunduğu zaman çekindiler ve ondan korktular. Emanet, böyle göklerin ve yeryüzünün ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor, sorumluluk getiren büyük ve korkunç bir yüktür. Burada "teklif" etmeyi ve "yüz çevirme"yi gerçek mânâsı üzere anlayan tefsir bilginleri varsa da, çokları emanetin büyüklüğünü beyan için "temsili istiare" (benzetme ve temsil yoluyla anlatım) biçiminde bir ifade olduğu kanaatine varmışlardır. Emanet ifa edildiği takdirde sonuçları çok büyük bir keramet olduğu gibi, yerine getirilmediği takdirde de hıyanet ve tazmin etmek cezası ile büyük bir rüsvaylıktır, rezalettir. İnsan ise onu yüklendi, (belâ/evet) dedi, teklifi ve halifeliği kabul etti. O insan çok zalim ve çok cahil bulunuyor (Elmalılı Hamdi, Kur’an Tefsiri, Ahzab, 33:72).
Müfessirlerin, “Halîfe” kavramının tanımlarken, Allah’ın hükümlerini uygulama ve başkalarını yönetme kaydını koymaları, Hz. Âdem’in bu sorumluluğu yüklenmesi sebebiyledir. “İnsanlar yeryüzünde ortaya çıkmadan önce Rabb'ın ezelî iradesini açıklayarak ve sonsuz kudretini göstererek meleklere: ben muhakkak yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim, demişti ki, meâli: Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı salahiyetler vereceğim, o bana bağlanarak, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde birtakım kullanma yetkilerine sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icra edecek ve yürütecek. O bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı adına asil olarak hükümleri icra edecek değil. Ancak benim bir vekilim, bir kalfam olacak. İradesiyle benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbik etmekle emredilmiş olacak, sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı görevi icra edecek olanlar bulunacak. "Sizi yeryüzünde halifeler yapan o’dur" (Fâtır, 39) sırrı belli olacak. Bu mânâ, Ashab-ı kiramdan ve Tâbiinden uzun uzadıya nakledilegelen tefsirlerin özeti ve sonucudur” (Elmalılı Tefsiri, Bakara, 30. Ayet).
Beğavî, halîfeliğin, kimin yerine, kimin için olduğunu izah bağlamında en sahih görüşün şu olduğunu açıklar: “Sahih olan O’nun (Âdem’in), Allah’ın arzında Onun ahkâm ve tavsiyelerini yürürlüğe koymak ve uygulamak için O’nun halîfesi olduğudur” (Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl, I, 79 (2/Bakara 31. Ayet).
Alûsî ise, halîfe kavramını “Allah’ın vekili, yeryüzünde O’nun hükümlerini yaşatan, dünyayı imar, insanları idâre ve terbiye eden, diğer bütün canlılardan üstün olan, onları emri altına alan” şeklinde tanımlamaktadır ( Alûsî, I. s. 220.).
Ahzab suresi 72. Ayette anlatıldığı gibi emanet ve hilafet görevi o kadar ağır ve önemlidir ki, insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı olan yer, gök ve dağlar bunu yüklenmekten kaçınmış ve bu büyük yük “emanet ve hilafet” insana yüklenmiştir. Çünkü insan Cenâb-ı Hakk tarafından bu yükü taşıyacak şekilde “yüceltilmiş, şan ve şeref sahibi olarak yaratılmıştır ve çeşitli ayrıcalıklarla donatılmıştır (İsra suresi, 17:70).
Yüce Allah, insana yüklediği halifelik vazifesini, Kur’an-ı Kerimin bir kaç âyetinde şöyle izah eder “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık. O halde, insanlar arasında adaletle hükmet…(Sad, 38/26). “Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. O, sizi yerden var etti ve size orayı mamur hale getirme görevi verdi. O halde O’ndan mağfiret isteyin; sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz rabbim yakındır, duaları kabul eder” (Hûd 11/61.). Yani sizi, yeryüzünü mamur hale getirmekle mükellef kıldı. “Hani rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti” (Bakara 2/30). Yani yeryüzünde mahlûkatın arasında benim yerime adalet dağıtacak bir halife. O halife Hz. Âdem ve mahlûkat arasında Allah’a itaat çerçevesinde hüküm ve adaleti icra edenlerdir. Ancak Kur’an, insanlara medeniyet kurma sorumluluğunu yüklemeyen bir din ve ibadet kitabı değildir ve olmamıştır. Kur’an’ın insana yüklediği vazife aslında kapsamlı ve genel manasıyla yeryüzünü imar etmektir. Bu vazife, muhtevası itibariyle sağlam bir İslam toplumu ikame etmeyi, şümullü bir insan medeniyeti kurmayı içine alır.
Yüce Allah, insanı yeryüzünde kendisine halife olarak yaratıp, birçok nimetleri onun emrine- idaresine vermiş ve bu bağlamda dünyasını mamur ve ahiret hayatı için de bir köprü olması için medeniyet kurma sorumluluğunu da yüklemiştir. Sorumluluklarımızı özetleyecek olursak; Yüce Allah insana dört türlü sorumluluk yüklemiştir: Allah’a, topluma yani içinde yaşadığı toplum olmak üzere bütün insanlığa, kişinin kendisine yani nefsine, yaşadığı çevre ve doğaya karşı insan sorumlu tutulmuştur (İpek,2013. s.439).
Hatta Kur’ân’da “Görmedin mi Allah yeryüzündekileri ve emriyle denizde akıp giden gemileri sizin emrinize verdi.” (Hacc, 22:65.)Ayetinde olduğu gibi, Allah’ın tabiatı insanın emrine âmâde kılmıştır. Fakat doğaya hâkim olmayı, onu işlemeyi de bir takım kurallara bağlı kılmıştır. Bu kuralların başında arzı ifsad etmemek, ekolojik dengeyi bozmamak, hayvanlara, bitkilere ve sulara zarar vermemek gibi insani değerler gelir (Bakara-2/205), Rahman, 55/7-8).
Elmalılı Hamdi Yazır Bakara suresi 30. Ayetin tefsirini yaparken “halife” sözünü şöyle açıklar:
“Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bâzı salâhiyetler vereceğim; o bana vekâleten mahlûkâtım üzerinde birtakım tasarruflara sâhip olacak; benim adıma ahkâmımı icrâ edecek; o bu hususta asıl değil, ancak benim bir vekîlim olacak. İrâdesiyle benim irâdelerimi, benim emirlerimi, benim kânunlarımı tatbîke memur bulunacak. Sonra arkadan gelenler ona halef olarak aynı vazîfeyi icrâ edecek ve “O (Yüce Allah) sizi yeryüzünde halîfeler kıldı.” (En’am, 165) âyetinin sırrı ortaya çıkacak” (Elmalılı, I, 299,300).
Seyyit Kutup Bakara suresi 30. Ayetin tefsirini yaparken insanın halife olarak yaratılışını şöyle açıklıyor:
Demek ki, Allah'ın yüce iradesi şu yeryüzünün dizginlerini kâinatın bu yeni varlığına teslim etmek, burayı onun eline vermek istiyor. Yani Yüce Allah, yaratıp, düzene koyduğu şu yeryüzüne kendi temsilcisi sıfatıyla gönderdiği insana; buradaki varlıklardan yararlanma, onların özelliklerini tanıyıp araştırma, onları değiştirme, gizli olan yönlerini bulup açığa çıkarma, çeşitli yeraltı kaynaklarını bulup günsüzüne çıkarma ve bütün bunları yaparken de Allah'ın halifeliği gibi son derece ağır bir görevi yerine getirirken yeryüzünün bütün imkânlarını onun hizmetine sunma kararındadır.
Yine demek ki yüce Allah kendi dileğini gerçekleştirme görevi verdiği ve "insan" unvanına layık gördüğü bu yeni varlığı, yaşamı boyunca karşı karşıya geleceği yeryüzünün çeşitli güç kaynaklarına (enerji, hammadde-doğa kanunları vs.) denk gelecek, onlarla baş edebilecek derecede gizli güçlerle donatmıştır. (Seyyit Kutup, Bakara suresi 30. Ayet tefsirinden)
Ayet-i kerimelerden ve İslâm âlimlerinin yapmış olduğu açıklamalardan anladığımıza göre Cenâb-ı Hakk insanı:
1. Mârifetullah; kendisini bilmesi ve tanıması;
2. İbâdetullah; kendisine ibadet ve tatla kulluk ve ibadet etmesi;
3. Halifetullh; kendi adına dünyayı adaletle idare etmesi,
4. İman edsenlere ve Allah’ın dinine ve peygambere yardımcı olmak, barış dini İslâm'ı dünyaya hâkim kılması ve adaleti ayakta tutması (Saf, 61: 14, Hadid, 57:25)
5. İmâretü’l arz; arzı yani yeryüzünü işlemesi ve ekolojik dengeyi bozmadan imar etmesi için yaratmıştır.
Yüce Allah âlemde nasıl ki adalete dayanan ve tıkır tıkır işleyen bir düzen kurduysa, Allah’ın halifesi olan insanoğlu da yeryüzünde hakka ve adalete dayanan ve saat gibi tıkır tıkır işleyen bir düzen kurmakla ve yeryüzünü imar etmekle işlemekle yükümlüdür.
İmam-ı Gazalî döneminde yaşamış ve hicrî 6.yy’da vefat eden Müslüman âlim Ragıb El-İsfehani “Mutluluğun kazanılması” adlı kitabında insanın yaratılış amacını şöyle açıklar:
İnsanın yaratılmasındaki amaç, Yüce Allah’ın hikmeti gereğince Kur’an’ın farklı yerlerinde geçen ayetlerde zikredildiği üzere; O’nun kulu ve halifesi, dininin ve peygamberlerinin yardımcısı olması, yeryüzünü bayındır hale getirmesidir.
Nitekim Yüce Allah bu konuda,
“insanları ve cinleri (sizin tarafınızdan görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen her şeyi) sadece kendisine kul olsunlar, başkalarına kulluk yapmasınlar diye yaratan..”(Zariyat, 51:56)
“Yeryüzünde bir halife (bireyde huzuru, toplumda adaleti sağlayan bir insan) yaratan…” (Bakara, 2:30).
“Mü’minlere yeryüzüne hükümran olma imkânını…” (Nûr, 24:55).
“Görmeden iman ettiği halde Allah’ın dinine ve peygamberine kimlerin yardım etmek için gayret edeceğini ortaya çıkarmak için, adaleti ayakta tutmaları için..” (Hadid, 57:25).
“İman edenlere Allah’ın dinine yardımcı olmayı, barış dini olan İslam'ı hayata hâkim kılmayı emretti !” (Saf, 61:14)
“Yaşadığınız yerleri, dünyayı imar etmeyi, bayındır hâle getirmenizi ...” (Hud, 11:61.).
Zikredilen ayetlerin işaret ettiği üzere, bütün bu görevler ancak insan tarafından hakkıyla yerine getirilebilir. Nitekim Yüce Allah meleklerine, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” (Bakara, 2: 30) buyurduğu ayetiyle buna temas etmiştir (İsfehâni, 2018, s.69-70).
Önce Anadolu’yu daha sonra da devletin ulaştığı sınırlar dâhilindeki diğer vatan topraklarını İslâmiyetin ilkelerini gönülden sevdirmek suretiyle mayalayan sûfîlere göre insan Allah’ın yarattığı en şerefli varlıktır. Kâinatta halifelik ona verilmiştir. Bu ilâhî görev siyasetçide olması gereken insan odaklı ufku çizmiştir. Bu da "insanı yaşat ki devlet yaşasın" anlayışıdır. Bu yüzden insanın halifelik görevini yapabilmesi için kulluk için yaratıldığının farkında olması lazımdır. Dünya ve içindekiler mâsivâ olduğundan kalpte sevgisi olmamalıdır. O ancak Allah aşkıyla huzur bulur. Onun için şan, şeref, debdebe ve kuru kavgaya gerek yoktur. Dünyalık ve makam geçici, Ahiret bakidir. Allah’ın rızası ve ihlâs amellerde olmazsa olmaz şarttır. Yaratılanı Yaratıcısı dolayısıyla sevmek gerekir. Halka hizmet Hakk'â hizmettir. Allah’ın adı gönüllere ve yeryüzünde her tarafa yayılmalıdır. Bunun için insan önce nefsiyle küçük cihad etmeli, onu tezkiye ve terbiye etmeli, daha sonra Allah’ın adını yüceltmek (i’lây-ı kelimetullah) için şartlar oluştuğu zaman gaza etmelidir (Özsaray, 2018. s. 82).
Yüce Allah’ın bir anne ve babadan türeyen insanları milletler haline getirmesinde de nice hikmetleri vardır. Bu hikmetlere yüce kitabımız Kur’an-ı kerim’de şöyle dikkat çekilir:
“Ey insanlar, biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık ve bir birinizle tanışasınız (bilişesiniz, iyi ilişkiler kurasınız, iyi işlerde bir birinizle yarışasınız) diye şubelere (milletlere) ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki Allah katında en şerifli olanınız takvada (Allah’tan sakınma, gönülden bağlanma, dine ve insanlara hizmetteve ahlakta) en ileri olanınızdır (Hucurat Suresi 49/13). “Ve levşâallâhu le cealehumummetenvâhıdeten: Eğer Allah dileseydi, onları mutlaka tek bir ümmet (yani ulus-millet) kılardı “ (Şura 42/ 8). “…Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde/hayırda yarışın” (Maide, 5/48) (Ayrıca bak Hud 11/118. ayet). “O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O’nun (Yani Allah’ın) ayetlerindendir.(varlığını, gücünü, kudretini gösteren delillerindendir.) Hakikat bunlarda düşünen insanlar için elbette ibretler vardır” (Rum Suresi 30/22).
Celal Yıldırım Hucurat Suresi 13. ayetin tefsirini yaparken millet Kavramını: ”Türkçede, ulus ve benzer özellikleri olan topluluk demektir” şeklinde açıklamaktadır. (Yıldırım, 1986, 11, 5760) Yine aynı sayfada “şuub-şa’b“ sözcüğünü açıklarken “yeryüzüne yayılıp üzerinde gruplar halinde yaşayan insan topluluklarının her birine Şa’b denir” demektedir. Bizim Türkçemizde kullandığımız Millet sözcüğü işte bu “Şuub“ sözcüğünün yerine ve onun taşıdığı anlamı karşılamak üzere kullanılmaktadır. (Şu’but-Türk:Türk Milleti, Şu’bul- Arap: Arap Milleti gibi...)
İstiklal Marşımızın yazarı M. Akif Ersoy’un “Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal” derken kastettiği anlam da bizim bu gün kullandığımız anlamdır.
Kur’an’ı kerimdeki bu ayetlerde de görüldüğü gibi Allah insanları çeşitli ümmetler/milletler halinde yaratmış, her birine ayrı dil, kültür ve özellikler vermiştir. İnsanların bu şekilde farklı milletler ve özellikler halinde yaratılmış olması ayet-i kerimelerde de belirtildiği gibi, Allah’ın halifesi olmak anlayışıyla, kulluk etmek, hayırlı işlerde, medeniyetin oluşmasında, bilimde, teknikte ve Allah’ın dinine hizmette yarışmak, dünyayı adaletle yönetmek ve bir barış yurdu haline getirmek ve imtihan olmak içindir. Öyleyse her millete düşen görev yaratılış gayelerine hizmet etmek, yani yeryüzünde barışın, hakkın, adaletin tesisi için çaba göstermek, yeryüzünü ifsad etmeden, ekolojik dengeyi bozmadan işlemek, imar etmek ortak bir medeniyetin kurulmasında yarış etmektir.
Kaynaklar:
Elmalılı M. Hamdi Yazır Hak Dini Kur'an Dili İstanbul 1992 Heyet
Yıldırım, C. (1986). İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri cilt: 11 Anadolu Yayıncılık.
Özsaray, M. (2018), Arşiv Belgeleri Işığında Osmanlı'da Devlet-Tekke İlişkileri (XIX. Yüzyıl). İstanbul: Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Temel İslam Bilimleri Programı, Doktora Tezi, Erişim: info:eu-repo/semantics/openAccess
İsfehanî, R. el. (2018). Mutluluğun Kazanılması, çeviri: Mustafa Solmaz. İstanbul, Sûfi Kitap.
Seyyit Kutup, Fizilal'il Kur'an, Bakara suresi
İpek, M. (Güz 2013), s.439, Kur’an’a Göre İnsanın Yaratılış Hikmeti Ve Sorumluluğu, EKEV Akademi Dergisi Yıl: 17 Sayı: 57