Ehli kıble ve ehli salât tabiri Kâbe’ye doğru yönelerek namaz kılmanın farz olduğuna inanan değişik mezheplere bağlı bütün Müslümanları ifade etmek üzere kullanılan bir tâbiridr. Ehl-i salât (ehlü’s-sala) tamlaması sözlükte “namaz kılanlar” anlamına gelmektedir. İslâm literatüründe, inanç esaslarını değişik şekillerde yorumlayan farklı mezheplere bağlı bütün Müslümanları ifade etmek üzere kullanılan tabirlerden biridir. Ehl-i sünnet âlimleri bir insanın Müslüman sayılabilmesi için Allah’tan başka tanrı bulunmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanmanın yanında “zarurat-ı diniye” adı verilen temel İslâmi hükümleri kabul etmeyi de gerekli görmüşlerdir. Ehlisünnet âlimlerince Kâbe’ye yönelerek kılınan namaz, çeşitli hadislerde de vurgulandığı gibi en faziletli ibadet olarak kabul edilmiş ve bu temel hükmü benimsediğini sözleriyle, bazılarına göre ise fiilleriyle ortaya koyan kimseler İslâm çerçevesi içinde kabul edilmişlerdir. (Bkz. Diyanet, İslâm Ansiklopedisi, ‘ehli salât’ ve ‘ahl-i kıble’ md.) Tekfir, Müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, inkâr özelliği taşıyan inanç, söz veya davranışından ötürü kâfir saymak demektir. Bir Müslüman’ın kâfir olduğuna hükmedilmesi onu pek ağır dünyevi sonuçlara, müeyyide ve mahrumiyetlere mahkûm etmek anlamına geldiğinden ve tekfirle suçlanan şahıs açısından çok ağır sonuçlar doğuracağından tekfir konusunda çok titiz davranmak gerektiği açıktır. Çünkü birisi bir başkasını tekfirle suçlarsa o suç ortada kalmaz. Suçlanan kâfir değilse suçlayan kâfir olur. Yersiz yere yapılan tekfir, fert açısından ağır sonuçlar doğurmasının yanında toplum hayatında kapatılamayacak yaraların açılmasına, birlik ve bütünlüğün zedelenmesine ve parçalanmaya sebep olur. Çünkü bu durumdaki bir kimse, gerçek durumunu Allah bilmekle birlikte, toplumda Müslüman muamelesi görmez, selamı alınmaz, kendisine selam verilmez, kestikleri yenilmez. Müslüman bir kadınla evlenmesine müsaade edilmez. Öldüğünde cenaze namazı kılınmaz. Müslüman kabristanına gömülmez. Tekfir bu denli ağır sonuçlar doğurduğu içindir ki, Hz. Peygamber Medine toplumunda, münafıkların varlığını bildiği halde onları küfürle itham etmemiş, temelleri hoşgörüye bağlı bir İslâmlaştırma siyaseti izlemiş, pek çok hadiste de “Ben Müslüman’ım” diyeni küfürle suçlamaktan sakınmayı tavsiye etmiştir. Bir hadiste “Kim bir insanı kâfir diye çağırırsa yahut öyle olmadığı halde ey Allah düşmanı derse söylediği söz kendisine döner” (Buhari, “Feraiz”, 29; Müslim, “İman”, 27) buyrulurken, bir başka hadiste de şöyle denilmiştir: “Bir insan Müslüman kardeşine ey kâfir diye hitap ettiği zaman, ikisinden biri bu sözü üzerine almış olur. Şayet söylediği gibi ise küfür onda kalır, değilse söyleyene döner” (Buhari, “Edeb”, 73; Müslim, “İman”, 26). Hadislerden de anlaşılacağı gibi bir kimseyi küfürle itham ederken göz önünde bulundurulması gereken husus, o kimsenin küfür olan bir inancı gönülden benimsediğinin iyi tespit edilmesidir. Muhatap küfrü açıkça benimsemiyorsa, onun inanç, söz veya davranışı ile küfre girdiğini söyleme konusunda temkinli olmak gerekir. Hz. Peygamber'in anılan tavsiyelerini göz önünde bulunduran bilginler “ehl-i kıbleden olup da günah işlemiş bulunan bir kimseyi bundan dolayı tekfir etmemeyi” Ehl-i sünnet'in temel prensipleri arasında zikretmişlerdir. (Diyanet İlmihal, I/ 79-80) (Ayrıca Tekfir ve tekfirle suçlama için Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Ankara: TDV, 2011. 40. c. s. 350 ve devamına bakınız) İman ve amel, bir bütünü oluşturan parçalar değil, ayrı ayrı şeylerdir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de: “İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.” (Bakara 2/ 277.) buyrulmuş, amel, iman üzerine atfedilmiştir. Arapça gramer kuralına göre ancak ayrı ayrı manada olan şeyler birbirine atfedilebilirler. Daha açık bir ifade ile eğer amel imanın bir parçası olsaydı “İman edenler” ifadesinden sonra “iyi iş yapanlar” denmesine gerek kalmazdı. İman ettiği halde amel etmeyen, iyi ameli az fakat kötü ameli çok olan Müslüman Kâfir olmaz, sadece günah işlemiş olur. Bu konuda farklı görüşler olmakla beraber Ehl-i Sünnetin görüşü, farz olan ibadetleri yapmamak ve büyük günah işlemek insanı dinden çıkarmaz, günahkâr yapar. Dinden çıkmak başka, günahkâr olmak başkadır. Nitekim Ashab-ı Kiram'dan Ebû zer (r.a.) şöyle demiştir: “Peygamberimize geldim. Üzerinde beyaz bir elbise olduğu halde uyuyordu. Döndüm, sonra yine geldim, uyanmıştı şöyle buyurdu: -Lâilâhe illallah-Allah'tan başka ilâh yoktur- diyen (Allah’a eş ve ortak koşmadan) ve bu ikrar üzerine ölen hiç bir kul yoktur ki, cennete girmesin, buyurdu. Ben: -Zina etse de hırsızlık etse de mi? dedim. Peygamberimiz: Evet, zina etse de hırsızlık etse de girer, buyurdu. Ben: Zina etse de hırsızlık etse de mi? dedim. Peygamberimiz: -Evet, hırsızlık etse de zina etse de girer, buyurdu. Ben takrar: Ey Allah'ın Resûlü, zina etse de hırsızlık etse de mi? dedim. Peygamberimiz: Evet, Ebû Zerr'in burnu toprağa sürülse ve böylece zelil ve hakir olsa da muhakkak cennete girer, buyurdu. (Buhari, Tevhid, 33, Rikak, 16; Müslim, İman, 4 0.) Ehlisünnet âlimlerine göre de bir Müslüman Ya affa uğrayarak, ya da cehennem de cezasını çektikten sonra mutlaka cennete girer. Özellikle Ehlisünnet mezhepleri dışındaki Cebriye, Mutezile, Kaderiye ve Selefiye mezhebi mensupları başta olmak üzere bazı fırka mensupları sudan bahanelerle ve özellikle kendilerinden olmayan Müslümanları tekfirle suçlamakta ve kendilerinden olmayan Müslümanlara müşrik/kâfir muamelesi yapmaktadırlar. Bunlar İslam’ın özüne uymayan yanlış davranışlardır. Muharrem Günay SIDDIKOĞLU