Babası ve devrin en büyük âlimleri tarafından çok büyük işler başarmak için yetiştirilen Fatih Sultan Mehmet, çok akıllı, iradeli, sabırlı, âlimlere, sanatkârlara karşı son derece saygılı, âdil, insan hak ve hürriyetlerine son derece bağlı, büyük hedefler ve düşünceleri olan ülkücü bir insandı.
“Tarihçi D. De Lamartine Fatih için şöyle der: “Venedikli ve Cenevizli tarihçiler II. Mehmet’in Manisa ve Bursa’daki devirlerinde en ileri görüşlü fikirlere açık bir eğitimi desteklediğini ittifakla yazarlar. Arapça, Farsça, Kaldece, İbranice, Latince ve Rumca’yı o dillere ait konuları tartışabilecek kadar iyi bilirdi. Venedikli ve Cenevizlilerin kendi şerefine kaleme aldıkları Latince şiirleri okur, âlicenaplık örneği göstererek sarayına çağırdığı İtalyan ressam ve müzisyenleri ile samimiyet kurardı. Dini hoşgörülüğünün taassuptan ziyade dinsizliğe karşı olduğunda herkes görüş birliğine varmıştır…” (A. de Lamartine, İmparatorluk Yolu, 2. cilt s.431)
Bu gün Türk milleti aleyhine bir takım faaliyetlerde bulunan Fener Rum Ortodoks Patrikhânesi, Katolik Avrupa’nın baskısından ve zulmünden Fatih sayesinde kurtulmuş ve muhtariyet kazanmıştır.
Bu gün “Yeni Roma-Yeni Bizans” hayaliyle yaşayan ve İstanbul’da Vatikan benzeri bir din devleti kurmak isteyen ve kendisini “Ekümenik Patrik” (Dünya Patriği) olarak ilan eden, Fener Rum Patrikhanesi’nin ve Patriği’nin bu tür faaliyetleri başta ABD ve AB olmak üzere batılı devletlerden destek görmektedir. Patrikhâne bu tür faaliyetleri icra ederken Türkiye’yi idare edenlerin gafletinden ve batılılarla iş birliği içerisinde olan bir kısım çevrelerden de destek görmektedir. Patrikhâne’nin bu tür faaliyetleri dini olmaktan uzak olup siyasidir ve Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne yöneliktir. Türk milleti bu konularda uyanık olmalı ve Patrikhâne’nin bu tür siyasi faaliyetlerine asla fırsat vermemelidir.
Ataları gibi dünya nizamını kurmakla görevlendirildiğine inanan Fatih, kendisini “Dünya İmparatoru” olarak görüyor ve Dünya nizamı-Dünya barışı dâvasını (Nizâm-ı âlemi) benimsiyordu. Tarihçi Kritovulus eserini Fatih’e ithaf ederken ona:
“Allah’ın iradesiyle muzaffer, galip, yenilmez, deniz ve karaların efendisi, hükümdarların hükümdarı, imparatorların en büyüğü Mehmed’e“ ifadesini kullanıyordu. Diğer bir Rum müellifi de ona: “Senin Romalılar imparatoru olduğundan kimse şüphe etmesin. Zira Roma imparatorluğunun merkezi İstanbul’dur ve bu şehri elinde tutan kimse de imparatordur” diyordu. Fatih, İtalyan Langusto’ya Roma ve diğer kavimlerin tarihini okutuyordu. Bu müellif genç sultanın, İstanbul’un fethinden birkaç yıl sonra, 1456’da 26 yaşında iken, Avrupa hakkında bilgi edinmeye çalıştığını ve Garp-Batı ülkelerinin haritasını önünde tuttuktan sonra Fatih’in:
“Dünyada tek bir imparatorluk, tek bir iman, tek bir hükümdarın olması gerektiğini ve birleşmiş bir dünya için de İstanbul’dan daha münasip bir payitaht mevcut bulunmadığını, Hıristiyanlara hâkimiyetin bu şehir sayesinde gerçekleşeceğini” söylediğini belirtir. (O. Turan, T.C.H.M. 2. cilt, s.65)
Dünyanın bir nizama, barışa ihtiyacı olduğuna ve bu barışın Türkler tarafından sağlandığına inanan tarihçi Lamartine de:
“Dünyanın bilinen üç kıtası üzerinde Asya, Afrika ve Avrupa’da nizamı sağlayacak bir güce ihtiyaç olduğunu, halkın kurtuluşu için tabiatın Osmanlılara yardım ettiğini belirtir” ve yukarıdaki görüşlere uyar. (M. Doğan, Kur’an-ın Gölgesinde ve Tarih Önünde Türk, s. 145)
Yine Sultan Fatih’in Allah’ın adını cihana hâkim kılmak ve İslâm dini ile âleme nizam vermek dâvası için Trabzon üzerine giderken “valide” diye hitap ettiği Uzun Hasan’ın annesi Sâra Hatun’a verdiği cevap çok mânidardır. Sarp yollarda bir çok zahmete katlanan, zaman zaman atından inerek yürümek zorunda kalan Fatih’e Sâra Hatun’un, “Oğul, ufacık Trabzon için tatlı canına bu kadar eziyet değer mi?” sözlerine Fatih, “Vâlide, İslâm’ın kılıcı bizim elimizde; Cihad sevabına nail olup Allah’ın rızasını tahsilden başka gayemiz yoktur” sözleriyle (Abdülkadir Özcan, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Mayıs 1994) cevap vererek “Nizâm-ı Âlem” ve “İ’lâ-yı Kelimetullah” ülkülerinin takipçisi olduğunu ifade etmiştir.
Fatih’in “Nizâm-ı Âlem Ülküsü” nü hazırlatmış olduğu “Kânunnâmesi”nde de görmekteyiz. Kânunnâmenin en önemli kısımlarından birisi, “Her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların Nizâm-ı Âlem için katletmek münasiptir. Ekser-i ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar”(O.Turan, a.g.e. s.14) hükmüdür.
Fatih, kendisinin “Allah tarafından teyid edilmiş” olduğunu ifade eder, “Müslümanların rehberi, gâzi ve mücahitlerin efendisi, Rabbülâlemin’in teyidiyle müeyyed, Saltanat ve Hilâfet semâsının, dünya ve dinin güneşi Ebu’l-Feth Sultan Muhammed Han” unvanlarını kullanırdı… Nitekim fatih’in Uzun Hasan’a karşı kazandığı zafer münasebetiyle Hüseyin Baykara’ya gönderdiği bir fetih-nâmede “Allah teâla inâyeti ile Sultan Muhammed Han sözüm” ibaresiyle başlar.(O.Turan, a.g.e.s.61) Hiç şüphesiz başta Fatih olmak üzere diğer Osmanlı padişahlarının bu ve buna benzer ibâreleri kullanması, İslâm öncesi devirlerde Türk hakanlarının “Mengü Tanrı Gücinde” (Allah’ın gücü ve kudretiyle) ibaresini kullanma geleneğinin İslâmileşmiş bir şekilde kullanıldığını gösterir. Bu durum Osmanlı Padişahlarının eski Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsüne ne derece bağlı olduklarını göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Sevgili Peygamberimizin hedef gösterdiği ve fethini müjdelediği İstanbul,un Türkler tarafından fetholunmasından sonra, Artık Türk’ün yeni Kızılelması “Roma”’dır.
İstanbul'un fethinden sonra Türk milleti için Kızıl elma Roma'ya, St.Pierre'nin kubbesine taşınır. Burası Katolik dünyasının kalbidir. Türklerin hedefi artık Roma'dır. Zira Fatih döneminde yapılan Otranto (İtalya) seferinin sebebi de budur. Roma Kızıl elmasının düşürülmesidir. Atilla'dan sonra Roma'yı düşürmek Osmanlı Türklerinin büyük hedefleri arasındadır. Ne yazık ki bu Kızıl Elmayı koparmağa Fatih’in ömrü yetmeyecektir.
İstanbul’u fethederek ehl-i salibin son kal’asını yıkan, Hz. Peygamberin övgüsüne nail olan Fatih Sultan Mehmed’i ortadan kaldırabilmek için Venediklilerin on dört defa suikast girişiminde bulunduğu bilinmektedir. Venedikliler bu on dört suikast girişiminde de başarılı olamamışlar, ancak on beşincisinde bu büyük Türk hakanını bir Yahudi’ye zehirlettirerek öldürtmüşlerdir.
Maestro Jacopa adlı Venedikli bir Yahudi, sözde Müslüman olarak “Yakup” adını almış, daha sonra paşa unvanını da alarak “Yakup Paşa” olan bu Yahudi dönmesi bu dönemde Fatih’in özel hekimliği mevkiine kadar yükselmiştir. Venedikliler bu dönme Yakup Paşa ile iki yüz elli bin düka altın karşılığında Fatih’i zehirlemesi için anlaşmışlardır.
Cennetmekân Fatih Sultan Mehmed Han, 27 Nisan 1481 günü, emrindeki üç yüz bin kişilik bir ordu ile İtalya üzerine yürümek maksadıyla İstanbul’dan hareket etmiştir. İşte o gün Yakup Paşa adlı bu Yahudi dönmesi Fatih’i zehirlemeye başlamıştır. Yahudi hekimin zehirin miktarını giderek artırması sonucunda, Fatih’in ciğerleri parçalanmaya başlamıştır. Daha sonra padişah kan kusmaya başlamış ve 3 Mayıs 1481 Perşembe günü, Üsküdar’la Gebze arasındaki Hünkar Çayırı (Maltepe) denen yerde vefat etmiştir. Padişaha suikast yapıldığı hemen duyulmuş ve Yahudi dönmesi Yakup Paşa altınlarına kavuşamadan askerler tarafından paramparça edilmiştir.
Fatih’in vefat haberi üzerine Avrupa’da büyük şenlikler yapılmış ve papanın emriyle kiliselerde üç gün boyunca çanlar çalınmıştır.
“Avni” mahlasıyla şiirler yazan ve yazdığı şiirleri küçük bir divanda toplayan Fatih, zamanın usta şairleri arasında gösterilir. Aşağıdaki şiir O’nun din ve dünya görüşünü göstermesi açısından dikkate değerdir.
“İmtisal-i “câhidü fillah” olupdur; niyyitüm
Din-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm.
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile
Ehl-i küfri ser-te-ser kahr eylemekdür niyyetüm
Enbiyâ vü evliyâya istinâdüm var benim
Lûtf-i Hakk’dandur hemân ümmîd-i Feth ü nusretüm
Nefs ü mâl ile no’la kalsam cihanda ictihad
Hamdü-lillah var gazâya sâd hezârân rağbetüm
İy Muhammed mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile
Umarım gaalib ola a’dâ-yı dîne devletüm.
(Niyetim Allah yolunda cihad etmektir. Bütün gayretim sadece İslâm içindir.
Niyetim, Allah’ın inâyeti, mâneviyat erlerinin himmeti ile, dinsizleri baştan başa kahr eylemektir.
Ben, Peygamberlere ve evliyalara dayanırım. Fetih ve başarı ümidim, sadece Allah’ın lütfuna bağlıdır.
Dünyada nefsim için çalışsam ve mal çokluğu ile güç kazansam ne önemi var. Allah’a hamd olsun, benim rağbetim gazayadır.
Ey Muhammed (s.a.v.) umarım ki, senin mucizelerinle, davletim din düşmanlarına galip gelecektir.)
Fatih’in İlmi Şahsiyeti ve Fatih Medreseleri
Osmanlı devleti pek çok konuda olduğu gibi bilim, kültür ve sanat hayatı açısından da Türk-İslâm geleneği temelleri üzerine oturmuştur. Devletin kuruluşundan itibaren Osmanlı padişahları bilime ve bilim adamlarına çok büyük bir değer vermişler, bilim adamlarını danışman, müessese kurucusu ve devlet yöneticisi olarak yanlarından ayırmamışlardır. Bu amaçla bilimsel çalışmaları teşvik etmişler, bir taraftan da bilimsel kuruluşları tesis etmeyi devlet politikası haline getirmişlerdir.
Kendisini “Dünya İmparatoru” olarak gören ve Nizâm-ı Âlem Ülküsünün takipçisi olan Fatih, devrin en büyük bilim, kültür ve sanat adamlarını etrafında toplayarak, İstanbul’u devrin en büyük bilim ve medeniyet merkezi haline getirdi. Molla Gürani, Hoca Zâde, Molla Hüsrev, Molla İlyas, Siraceddin Halebi, Hasan Samsuni, Akşemseddin, Hızır Bey, Ali Kuşci gibi bilim adamlarını etrafına toplayan Fatih, onların sohbetlerinden ve bilgilerinden istifade ediyor, onların ilmi münakaşalarına katılıyordu. Fatih Sultan Mehmed, sadece Türk-İslâm âlimlerine değil, Rum ve İtalyan bilim adamlarına da büyük bir değer veriyor, onları himayesine alarak büyük bir kültür ve bilim merkezi kurmaya çalışıyordu.
Fatih, İslâm rönasansının yaşandığı Ortaçağ’da, Gazali ile İbn Rüşd arasında geçen çok seviyeli tartışmalarla fikir hayatının fevkalâde canlanmasına sebep olan Yunan ve İslâm felsefesi münakaşasını kendi çağının âlimleri tarafından yeniden değerlendirilmesini istemişti. Hoca zâde ile Ali Tusi tarafından büyük bir topluluk huzurunda yeniden değerlendirilen ve günlerce süren Gazâli İbn Rüşd tartışmalarına kendisi de bizzat katılmış, sonunda Hoca zâde, Gazali’nin fikir ve delillerinin daha sağlam olduğunu bir eser (tehâfut adlı eser) ile ortaya koymuştu. (Prof. Dr. Mehmet İpşirli, Tarih ve Medeniyet Dergisi, s. 27, Mayıs 1994, O.Turan, T.C.H.M. 2. cilt, s.66) Fatih, bilimin dayanağı olarak kabul ettiği kitap ve kütüphane konusuna da büyük bir önem vermiş ve büyük kütüphaneler kurmuştur.
II. Murat zamanında Edirne sarayında yüksek seviyeli ve kaliteli idareciler ve askeri personel yetiştirmek amacıyla kurulan Enderun teşkilatı asıl hüviyetine Fatih zamanında kavuşmuştur. Bu nedenle Enderun teşkilatının gerçek kurucusu olarak Fatih kabul edilir.
Ülkemizdeki en eski ilim kuruluşu olan İstanbul Üniversitesi’nin temelini oluşturan Fatih Medreseleri, o zamana kadar İslâm dünyasında görülmeyen farklı bir mimari üslup ve programla Fatih tarafından yaptırılmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra ilk olarak sekiz kilise medreseye çevrilmiş, arkasından Ayasofya medresesi teşkil edilmiştir. Bu medreselerde eğitim öğretim devam ederken, 1463-1470 yılları arasında Fatih’in kendi adını taşıyan külliye tamamlanmıştır. Ders programları Türk-İslâm dünyası astronomi ve matematik âlimleri arasında, ortaya koyduğu eserleriyle haklı bir şöhrete sahip olan Ali Kuşçu tarafından hazırlanmıştır. “Batı ve Doğu bilim dünyası onu 15. yüz yılda yetişen müstesnâ bir âlim olarak tanır. Öyle ki, müsteşrik Barthold, Ali Kuşçu’yu ‘On beşinci yüz yıl Batlamyos’u olarak adlandırmıştır.” Lütfi Göker, Fen Bilimleri Tarihi, s. 307)
Külliyeye Fatih Camii merkez olmak üzere, dördü Akdeniz (Marmara), dördü de Karadeniz tarafına simetrik olmak üzere sekiz adet “Sahn” medresesi yapılmıştır. Bunlara paralel olarak arka tarafa da sekiz adet “Tetimme” medresesi yapılmıştır. Dârüş-şifa, İmaret, Misafirhâne, Tabhane medresesi, Dârüt-ta’lim ve Fatih’in eşi Gülbahar Sultan türbesi külliyeyi oluşturan diğer birimlerdir.
Sahn medreselerine öğrenci yetiştiren Tetimme medreselerinde de 120 oda bulunmaktaydı.
Sahn-ı Semân ve Medaris-i Semâniye adlarıyla anılan medreselerin her birinde kubbeli 19 oda ve birer dershâne bulunmaktadır. Odaların dördü müderris, asistan ve diğer görevlilere, 15 tanesi de öğrencilere tahsis edilmiştir. Külliyede 120 öğrenci ders görmekte ve her öğrenciye günde iki akçe burs verilmekte idi.
Medresedeki öğrenci sayısının az tutulması, kalitenin yüksek olmasına yöneliktir. 17. yüz yılda öğrenci sayısı artmış fakat eğitimin kalitesi azalmıştır.
Her medresede birer kütüphâne bulunmakla beraber, esas büyük kütüphane Fatih camii içinde yer almıştır. Fatih, Sahn medreselerine çok sayıda kitap vakfetmiştir.
Fatih medreselerinde sekiz müderris ders vermekte, onlara da sekiz muid (asistan) yardım etmektedir.(M. İbşirli, a.g.e. s. 28) Bir profesöre 15 öğrenci düşmektedir. Yine 15 öğrenciye bir asistan düşmektedir. Bu rakamlar medreselerde kaliteli bir eğitimin verildiğini göstermektedir.
Fatih’in bilim ve bilim adamlarına verdiği büyük değer ve bunu devlet politikası haline getirmesi sonucunda İstanbul devrin en büyük bilim ve sanat merkezi haline gelmiştir. Bu şekilde devrin en büyük Dünya Devleti vücuda getirilmiştir.