İslâm’da, Mümin, birçok hak ve görevlerle yükümlüdür. Onları gereği üzere gözetmekle sorumludur. Müslüman, bir yönden yüce yaratıcısına karşı yerine getirmesi gereken kulluk görevleri, ibadetleri, öteki yönden anne ve babasına, yakınlarına, yoksullara, yetimlere ve bütün insanlara karşı yaptığı davranışları açısından sorumludur. Müslüman başta dinin direği namaz olmak üzere yapılması gereken ibadetlerden sınava çekileceği gibi, anasına, babasına, çocuklarına, akrabalarına, komşularına, yoksulara, yetimlere, hayvanlara, bitkilere, çevresine ve tüm insanlara karşı davranış ve tutumlarından dolayı da hesaba çekilecektir. Görüldüğü gibi bu anlam içinde, insan hakları ve görevleri Müslüman’ın sorumluluğuna verilmiş, onun kulluğunun gereği olmuştur.
"Temel insan hakları" diye adlandırılan ve zamanımızda da büyük bir önem verildiği görülen insan haklarının, 19. Yüzyılla birlikte ortaya çıktığını iddia etmek ve savunmak yanlış ve yanıltıcıdır. Temel insan hakları diye bilinen haklar, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem zamanından beri var olup, gönderilmiş olan tüm peygamberler insan hak ve hürriyetlerinin savunucusu olmuşlardır.
Yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de, hadislerde ve tüm İslâmî kaynaklarda hak kavramı, "doğru, hakikat, gerçek, görev, sorumluluk, borç" gibi anlamların yanında "korunması, gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gerekli olan maddî ve mânevî imkân, değer, pay, eşya ve menfaatler" için de kullanılmıştır.
Zenginin malında fakirin ve ihtiyaç sahiplerinin hakkı bulunduğunu bildiren âyetlerle (Zâriyât suresi, 51/19; Meâric suresi, 70/24), akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını vermeyi emreden âyetler (İsrâ suresi, 17/26; Rûm suresi, 30/38) insanların geçimlerinin teminat altına alınmasını öngörür. Hadislerde de benzer ifadeler yanında "fakirin hakkı, isteyenin hakkı, din kardeşliği hakkı, arkadaşlık hakkı, dostluk hakkı, Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı, akraba hakkı, komşuluk hakkı, kocanın hakkı, zevcenin hakkı, çocukların hakkı, misafir hakkı, yolculuk hakkı, yetimin hakkı" gibi ifadeler ile hayvan haklarına ilişkin açıklamalar (Müslim, "Libâs", 107; "Birr", 61; "Sayd", 59; Ebû Dâvûd, "Cihâd", 51; Tirmizî, "Kıyâmet", 2; Nesâî, "Dahâyâ", 42), hak kavramının kapsamı, genişliğini ve önemini ortaya koyması bakımından çok önemlidir.
Yaşamak, her varlığın, her insanın doğal bir hakkı olduğundan canlının ilk işi, varlığını devam ettirmek için bütün gücüyle çalışmasıdır. Yaşayışı güven içinde bulunmayan bir insanın daima üzüntülü olması bundandır. İnsanlığın yaratılışına ve tabiatına uygun olan İslâm, fertler için tabii olan bu hakkı önemle korumuştur. Dinimize göre hayat, şânı yüce Allah’ın insana ihsanıdır, hiç kimse, Allah’ın iradesi dışında ona sahip olamaz. Bu konuda Yüce Allah (c.): “Doğrusu dirilten ve öldüren Biziz.” (Hicr, 15/ 23. diğer bir âyet-i kerîmede ise: “Doğrusu Biz diriltiriz, Biz öldürürüz, dönüş bizedir.” ( Kaf, 50/ 43) buyuruyor. Haksız yere bir insanın hayatına saldırmak, bütün insanlığa yapılmış bir saldırmadır. Bir insanın hakkını vererek, onu ölümden kurtarmak, bütün insanlığı hayata kavuşturmak gibidir. Yüce Allah (c.) bu konuda şöyle buyuruyor:
“Kim bir canı, başka bir cana veya yeryüzünde fesat çıkarmasına karşılık olmaksızın (şer’an/ hukûken ölümü hak etmeksizin) öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onun hayatını (meşru bir imkânla) kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Maide, 5/32)
Yüce dinimize göre, kişinin yaşama hakkına saldıran bir adam, bunun cezasını kendi hakkından yoksun bırakılmak suretiyle görecektir. İslâm’da hayata tecavüz, nasıl en kötü bir cürüm, büyük bir günah ise hayat ile ilgili olan haklara saldırmak da böyledir. Her insanın maddî hayatı gibi mânevî hayatı olan ırz, namus, şeref, haysiyeti de her türlü saldırıdan korunmuş birer mukaddes haktır.
İslâm yaşama hakkının korunmasında ve onunla ilgili hususlarda birçok esaslar koymuştur. Bunların başında haksız yere insan öldürmek gelir. Bu kesin surette yasaklanmıştır, haramdır, büyük günahlardandır.