Adem'in oğulları Rablerine bir kurban takdim etmişler, birinin sunduğu kurban kabul edilmiş, ötekisininki ise kabul edilmemişti. Çünkü birisi ihsan ehliydi. Hz. Hâbil Allah’ı görüyormuşçasına bir hayat yaşıyor, O’nun verdiği nimetleri yine O’nun emrettiği şekilde kullanmanın bilincine ermiş; O’na kulluk şuuru içindeydi. Malının en güzelini, en çok sevdiği koçunu Allah’a lâyık görmüş ve kurban etmiş, ötekisi de en değersizini kurban etmişti. Habil mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunun bilincinde olarak kurbanda bulunmuş, en iyisini sunmuştu. Kabil ise mülkü kendisinin zannederek, mülkün sahibine karşı bir güvensizlik duygusu içinde, malının en kötüsünün seçerek kurban takdim etmişti. Onun içindir ki görünüşte birbirine benzeyen ama niyet olarak birbirinden çok farklı olan bu amelden birisini kabul eden Allah, ötekisini kabul etmemişti. Doğal olarak kurbanının kabul edilmeyişini gören Kabil’in hemen hatasını anlayıp tövbe etmesi gerekirken öyle yapmamış kardeşini kıskanmış haset etmiştir. Yâni Allah’ın takdirine karşı gelmiş ve tıpkı Allah’ın emrine kafa tutan, Âdem’e secde etmeyen şeytan gibi asilerden olmuştur.. Evet, bildiğimiz kadarıyla tarihte ilk hasit-haset eden şeytandır, ikincisi de Kabil’dir.
Hz Adem, 1 kız 1 erkek doğan ikiz çocuklarını çaprazlama evlendiriyordu. Yani bir sonraki kardeşiyle. Böylece ikiz kardeşleriyle evlenmemiş oluyorlardı. Bu düzende, Kâbil'in ikiz kardeşi olan İklimya ile Hâbil evlenecekti. Fakat Kâbil bu duruma itiraz etti. İklimya ile kendisi evlenmek istiyordu. Bu yüzden babasına isyan etti. Baba olmanın yanında bir de peygamber olan Hz Âdem, kendisine başkaldırılınca hakemliği Yüce Allah'a bırakmayı teklif etti evlatlarına. Mâdem ki kendi görüşü kabul görmüyordu, o halde yapılacak şey Allah'a kurban sunmalarıydı. Kimin kurbanı kabul olunursa İklimya ile o evlenecekti. Teklif, her iki evlat tarafından da kabul edildi.
O zamanlar kurban, mutlaka bir hayvanın boğazlanması şeklinde değil de, çok sevdiği bir şeyden fedâkarlık yapıp onu Allah'a sunmak üzere bir dağın tepesine bırakmak şeklindeydi. Ertesi gün gelip bakarlar, kimin kurbanı yok olduysa, o kurbanın gökyüzüne kaldırıldığına ve kabul olduğuna inanılırdı. Kabil ziraatçi, Habil ise hayvancılıkla uğraştığı için her ikisi de kendilerine uygun kurbanlar sundular. Hâbil, kurban olması için en güzel koçu süsleyip getirdi. Kâbil ise çürük meyveleri seçmişti. Sonuçta Kabil’in kurbanı kabul edilmemiş, malınım en güzelini seçen Habil’in kurbanı kabul edilmişti.
Bu durumda iyice deliren Kâbil, peygamber babasından sonra Allahü Teâlâ'nın da hakemliğine râzı olmadı ve kardeşini öldürmeye karar verdi.
Kardeşini kıskanan Kabil Habil’e; “Andolsun ki seni öldüreceğim” der. Kardeşi ona sorar: Beni niye öldüreceksin? O der ki senin kurbanın kabul edildi, benimki kabul edilmedi. Bunun üzerine Habil der ki, Allah ancak muttakilerin (Allah’tan sakınanların ve Allah’a olan sevgilerinden dolayı), kendisine karşı kulluğunun bilincinde olanların kurbanını kabul eder. Yâni bu konuda benim bir suçum yoktur, yetkim de yoktur. Sen bunu kendin istedin, kendin hak ettin. Bu konuda beni suçlayacağına tövbe istiğfar et. Allah tövbeleri kabul edendir, tevvâbürrahimdir.
Görülüyor ki, kurban kesenlerden birisinin kurbanı iyi niyeti ve Allah'tan sakınması ve O’nun rızasını kazanmak düşüncesi sebebiyle kurbanını sunduğu için kabul görmüş, diğerinin ise kötü niyeti sebebiyle kurbanı kabul edilmemiştir.
Sevgili Peygamberimiz de bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Âmellerin kıymeti ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise eline geçecek olan ancak odur." (Buhari, Bed'ü'I-Vahy, 1.) Bunun içindir ki kesilecek kurbanlarda sadece Allah rızasını gözetmek ve kurbanı İslâmi usullere göre kesmek ve etini yine İslami usullere göre dağıtmak gerekir.