Devletimizin kurucusu Atatürk, cumhuriyetin kuruluşundan sonra hem yurtta hem de dünyada barış istiyordu. Bu düşüncesini “Yurtta barış, dünyada barış” sözleri ile özetlemiştir. “Biz hiç kimsenin düşmanı değiliz, sadece insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız” diyen Atatürk’ün en önemli ilkelerinden birisi de “Barışçılık"tır. Aslında: “Kan ve gözyaşının akmadığı ve hak sahibinin hakkını aldığı, barışın hâkim olduğu bir dünya“ Türklerin mitolojik çağlardan beri hedeflediği Milli bir ülküdür. Eski Türk Düşüncesine göre: “Nasıl ki gökte, yerde ve kâinatta tıkır tıkır saat gibi işleyen bir düzen varsa, yeryüzünde de aynı şekilde tıkır tıkır işleyen bir düzen olmalı ve bu düzen içerisinde insanlar, barış içerisinde yaşamalıydılar. “Türk Cihan Hâkimiyeti“ adı verilen bu ülkünün hedefi: “Dünyaya Türk Töresi ile nizam vermek ve Dünya Barışı’nı sağlamaktı.” Eski Türklere göre “İL“ yani devlet, sulh ve barış içerisinde olmalıydı. Nitekim Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-i Lügat-it Türk“ adlı eserinde “İl“sözcüğü “sulh-barış“ anlamlarında gösterilmiştir. (Divanü Lügat-it Türk, Kaşgarlı Mahmud, Besim Atalay Tercümesi TDK yayını cilt 1/ 48, 106,168. ) Eski Türk düşüncesine göre bir devlet her bakımdan hem kendi içinde hem de başka devletlerle tam bir anlaşma içinde olmalıydı. Orhun Abidelerinde bu durum “Tüz Olmak-Düz Olmak“ deyimi ile açıklanmaktadır. Devletin “Düz-Tüz olması“, devlette sosyal barışın hâkim kılınması ve “Dünya Barışı“ ve “Dünya Nizamı”nın sağlanması, tarihte ilk Türk devleti olarak bilinen Hunlar zamanından beri bütün Türklüğün milli ve insani bir ülküsü olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte Mustafa Kemal Atatürk’te yurtta ve dünyada barışı hedeflemişti. Atatürk’ün barışçılık ilkesi kendisini “Yurtta barış, dünyada barış” sözlerinde bulmuştu. Atatürk’ün Türk Milliyetçiliği ülküsü de, milli olduğu kadar aynı zamanda insani bir ülkü ile el eledir. Atatürk’ün Türk milliyetçiliği anlayışı, saldırgan değil, barışçıdır. Bütün milletlere ve onların milliyetçilik anlayışlarına saygıyı esas alır. Atatürk’e göre Türk milliyetçiliği:
- “Türk toplumunun kendine özgü karakterini ve bağımsız kimliğini koruma amacına yönelik olmakla beraber, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletler arası ilişkilerde “bütün çağdaş milletlerle paralel ve onlarla uyum içinde“ yürür. “Türk milleti, milli hissi, insani hisle yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında milli hissin yanında insani hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekten iftihar duyar. Çünkü Türk milleti bilir ki, bu gün medeniyetin yolunda bağımsız ve fakat kendileriyle paralel yürüdüğü bütün medeni milletlerle karşılıklı insani ve medeni ilişki, elbette gelişmemize devam için lazımdır. Ve yine malumdur ki, Türk milleti, her medeni millet gibi, geçmişin bütün devirlerinde keşifleriyle, buluşlarıyla medeniyet âlemine hizmet etmiş insanların kıymetini takdir ve hatıralarını hürmetle muhafaza eder. Türk milleti, insaniyet âleminin samimi bir ailesidir.” (Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi 11, A.Mumcu ve arkd./52)
TÜRKÜM VE DÜŞMANIM SANA KALSAM DA BİR KİŞİ Atatürk barışçıdır, fakat teslimiyetçilik ve çevremizde olan bitenlere seyirci kalmanın Atatürk’ün “Barışçılık“ ilkesi ile uzaktan yakından bir alakası yoktur. Atatürk’ün zamanında Türkiye, bölgesindeki ve dünyadaki gelişmeleri yakından izleyen, yön veren bir “Dünya Devleti“ idi. Atatürk: “Milli benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin avı olur. Milli varlığımıza düşmanlık güdenlerle dost olmayalım. Böylelerine karşı, bir Türk şairinin dediği gibi: ‘Türk’üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi’ diyelim” der. MİLLETİM TÜRK, VATANIM TÜRKİYE, ÜLKÜM TÜRKLÜKTÜR Atatürkçülük, Milli kültür ve Milli devletleri inkâr ederek Komünizm ve Siyonizm gibi kozmopolit bir dünya kurma peşinde olanların da bu anlamda “Milli Devletleri” ortadan kaldırmayı hedefleyen küreselleşme çabalarının da karşısında olmayı gerektirir. Atatürk Türkiye’de bu alanda faaliyet gösteren Mason teşkilatlarını bizzat kendisi kapattırmış, komünist faaliyetlere de asla izin vermemiştir. Atatürk bu tür fikirleri savunup “Milletim nev-i beşer, vatanım ruy-i zemin" diyenlere karşı. “Milletim Türk, vatanım Türkiye, Ülküm Türklüktür” diyerek cevap vermiştir.(H.Tanyu, Atatürk ve Türk Milliyetçiliği/12) UNESCO Genel Konferansı 1978’deki yirminci toplantısında Atatürk’ün yüzüncü doğum yılının kutlanmasıyla ilgili bir karar almıştır. “Bu karar Atatürk’ten UNESCO’nun yetki çerçevesine giren bütün alanlarda olağanüstü bir reformcu, sömürgecilik ve emperyalizme karşı girişilmiş ilk kurtuluş mücadelelerinden birinin lideri, halklar arasında sürekli barış ruhunun geliştirilmesinde en önde gelen bir örnek” olarak söz etmektedir. Atatürk’e göre bir milletin mutluluğu, diğer milletlerin de mutluluğuna ve dünya barışının da korunmasına bağlıdır. Çünkü dünyanın bir köşesinde patlak verebilecek bir bunalım, sonuçta, ondan çok uzaktaki milletleri de etkileyebilir. Atatürk, Türkiye’yi ziyaret eden Romanya Dışişleri Bakanı Antonoscu’ya 17 Mart 1937 tarihinde söylediği şu sözlerle bu gerçeği güzel bir şekilde ifade etmiştir: “Bu gün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hizmet etmeye elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünya ve dünya milletleri arasında sükûn, açıklık ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur. Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim: “Milletleri yönetenler, tabii evvela ve evvela kendi milletinin varlık ve saadetinin gerçekleştiricisi olmak isterler. Fakat aynı zamanda da bütün milletler için aynı şeyi istemek lazımdır. En uzakta zannettiğimiz bir hadisenin bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için beşeriyetin hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu addetmek icap eder. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar müteessir olur.” (S.D.11,28) Henüz 1938 yılında iken, bu günkü Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın ilk öncü kuruluşu sayılan “Milletler Cemiyeti“ (Cemiyet-i Akvam), Atatürk hakkında: “Barışın Dahi Hâdimi-Hizmetçisi“ deyimini kullanmıştır. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere birçok batılı devletin “Demokrasi ve barış getirmek, kimyasal silahlarla ve terörle mücadele etmek” adı altında diğer ülkelere saldırdığı, o ülkeleri sömürdüğü Irak örneğinde olduğu gibi ve bu amaçla işgal ettikleri bir dönemde Atatürk’ün şu sözleri daha da önem kazanmaktadır: “İnsanları mutlu etmenin yolu, onları birbirine yaklaştırmak, onları birbirine sevdirmektir. Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı barış isteniyorsa, kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek milletlerarası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütünün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir. (A.Mumcu/148) Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi Atatürk, dünyada kalıcı bir barışın hâkim olması için emperyalizmin ortadan kalkması ve milletler arası işbirliğinin ve yardımlaşmanın gelişmesinin gereği üzerinde önemle durmuştur. Her türlü emperyalizme karşı çıkan Atatürk, mazlum milletlerin de önderi olmuştur. Onun bu konudaki önderliğini Anakara’daki Mısır Büyükelçisine söylediği şu sözlerden anlamaktayız: “Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bu gün, günün nasıl ağardığını görüyorsam, uzaktan, bütün Doğu Milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Bu milletler, bütün güçlükler ve engellere rağmen, manileri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini, milletler arasında hiç bir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı alacaktır.” Tarih boyunca birçok savaşlar yapmış ve nice zaferlere imza atmış bir insan olarak Atatürk, savaşı hiç sevmezdi. O’na göre: “Harp zaruri ve hayati olmalı. Öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye harbe girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye uğramadıkça harp bir cinayettir.”, Atatürk,“Ben harpçi olamam. Çünkü harbin acıklı hallerini herkesten iyi bilirim” demiştir. Ne yazık ki dünyada hâlâ daha güçlünün zayıfı ezdiği bir haydut kanunu hüküm sürmektedir. Haklı olmak, hakkımızı korumak için güçlü olmak gerekmektedir. Atatürk bir milletin barış içinde yaşayabilmesi ve dünya barışına katkıda bulunabilmesi için güçlü olmasının gereğine işaret etmiştir: “Bugün vardığımız barışın ebedi barış olacağına inanmak safdillik olur. Bu o kadar önemli bir gerçektir ki, ondan bir an bile gaflet, millet hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz, hukukumuza, şeref ve haysiyetimize saygı gösterildikçe mukabil saygıda asla kusur etmeyeceğiz. Fakat ne çare ki, zayıf olanların hukukuna saygının noksan olduğu veya hiç saygı gösterilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için her türlü ihtimallerin gerektireceği hazırlıkları yapmakta asla gecikmeyeceğiz.” İnsanın insanı öldürdüğü, güçlünün zayıfı ezdiği ve insanın henüz gelişmemiş ilkel bir tür görüntüsü verdiği dünyada Atatürk: “Âlemde bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir” dedikten sonra, hemen şunu ekliyordu: “Şu kadar ki, milletin, haklarını anlayıp onları savunmak ve korumak uğruna her türlü fedakârlığa hazır olduğuna dair dünyaya bir kanaat vermesi lazımdır.” (A. Mumcu / 147) Atatürk’ün “Barışçılık“ ilkesi asla pasiflik ve yakın çevresinde olanlara karşı duyarsızlık olarak algılanamaz. Böyle bir anlayış Atatürkçülüğe ve Türklüğün tarihi misyonuna ters düşer. Başta Kıbrıs ve Ortadoğu olmak üzere Osmanlının mirası olan bölgelerdeki olan bitenlere asla seyirci kalamayız. Gerek bölgenin, gerekse ülkemizin menfaatleri, bölgede ve dünyada kalıcı bir barışın sağlanabilmesi için pekâlâ olaylara müdahil olabiliriz. Evet, biz hiç kimsenin düşmanı değiliz. Atatürk’ün ifadesiyle sadece “İnsanlığın düşmanı olanların ve milli varlığımıza düşman olanların sonuna kadar düşmanıyız.” Muharrem Günay SIDDIKOĞLU