OSMANLI DEVLETİNİN KURULUŞU-KURULUŞTA TASAVVUF VE TARİKATLARIN ROLÜ

Muharrem Günay SIDDIKOĞLU

Moğollar Orta Asya Türklüğü ve medeniyetini ve Abbâsi İslâm hilafetini tahrip ederken onların kılıçlarından ve zulümlerinden kaçan Türkmenler akın akın Anadolu’ya yığılıyorlar, özellikle bu akınlar ve Selçuklu’nun Türk nüfusunu Bizans’a yakın yerlere yerleştirmek siyaseti uçlardaki Türk nüfusunu yoğunlaştırıyordu. Bu göçebe Türkmenlerle birlikte Anadolu’ya halkımız tarafından “Horasan Erleri” olarak bilinen, şeyhler, dervişler ve gâziler de gelmekte idiler. Anadolu’ya akın akın gelen bu şeyhler ve derviş gâziler Hoca Ahmet YesevÎ hazretlerinin müridleri olarak kabul edilirler. Rivayete göre. Pîri Türkistan olarak bilinen Hoca Ahmed Yesevi'nin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe uygun olarak hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı (TDV. Ansiklopedisi: 161; Köprülü, F. (1993): 34).

Ahmed Yesevî dervişleri ve Horasan Erenleri içinden çıkan Ahîler, bilinçli bir şekilde hareket ederek Anadolu’nun İslâmlaşmasında önemli rol oynamışlardır (Kara, 1977: 105). Barkan’a göre; Orta Asya, Kırım, İran ve Horasan’daki medrese hocaları ve tasavvûf şeyhleri dervişlerini Anadolu’ya yönlendirmişlerdir. Bunlar, “Gâziyân-ı Rûm, Ahîyân-i Rûm, Bâciyân-i Rûm ve Abdalân-ı Rûm” veya “Horasan Erenleri” gibi çeşitli isimlerle, üstelik organize olmuş topluluklar halinde Diyâr-ı Rûm’u (Anadolu’yu) Müslüman Türk yurdu yapmışlardır (Barkan, Ö.L. , (tarihsiz.) :11-12).

Horasan Erleri olarak bilinen bu aydınlar ve münevverler kadrosunun Anadolu’ya gelişi ileride kurulacak olan bir cihan devletinin habercisiydi.

Eski İran geleneklerini göğsünde saklayan Horasan, İslâmiyet’ten sonra tasavvuf cereyanının başlıca merkezlerinden biri ve belki birincisi idi. Bu yüzdem Maverâünnehir (Aşağı Türkistan) İslâmlaştıktan sonra, bu cereyanın (akımın), İslâmiyet’in evvelce takip ettiği yollardan Türkistan’a gireceği pek tabii bir hadise idi. Hakikaten öyle oldu. Herat, Nişabur, Merv (Hicrî) III. Asırda mutasavvıflarla nasıl dolmaya başladıysa, IV. Asırda Buhâra’da, Fergana’da da şeyhlere tesadüf edilmeğe başlandı; hatta Fergana’da Türkler kendi şeyhlerine “Bab” yâni “Baba” nâmını veriyorlardı. Horasan’a herhangi bir sebeple gidip gelen Türkler arasında da mutasavvıflar yetişiyordu. Meşhur sûfi Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın pek ziyade hürmet ettiği Muhammed Mâşuk Tûsi ile Emir Ali Abû Hâlis Türk idiler. İşte bu gibi çeşitli sebeplerin etkisiyle Türkler arasında tasavvuf cereyanı yavaş yavaş kuvvetleniyor, Buhara, Semerkand gibi büyük İslâm merkezlerinden içerilere yayılıyor, din aşkı ile donanmış birçok dervişler tarafından göçebe Türkler arasına yeni inanç esasları götürülüyordu (Köprülü, 1993:18).

Esaslarını Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali vasıtasıyla Hz. Peygambere kadar eriştiren sûfiliğin yayılması, tekkelerin siyâsi kuvvetler tarafından âdeta resmen tanınması, birçok büyükler, devlet adamları ve hattâ sultanların şeyhlere saygı göstermeleri (ve bağlanmaları), onlara yüksek bir mânevi nüfuz (üstünlük) kazandırıyordu….Bizim kanaatimize göre,  Ahmed Yesevi ortaya çıktığı zaman, Türk âlemi epeyi uzun bir zamandan beri –her halde hicî IV. Asırdan beri – tasavvuf fikirlerine alışmış, mutasavvıfların menkâbe/hikaye ve kerâmetleri yalnız şehirlerde değil, göçebe Türkler arasında bile az çok yayılmıştı. İlâhiler, şiirler okuyan Allah rızası için halka birçok iyiliklerde bulunan, onlara cennet ve saâdet yollarını gösteren devrişleri, Türkler eskiden dinî bir kudsiyet verdikleri ozanlara benzeterek harâretle kabul ediyorlar,  dediklerine inanıyorlardı. Bu surette eski ozanların yerini, ata, veya bab ünvanlı birtakım dervişler almıştı. Hz. Peygamberin sahâbelerinden olarak gösterilen Arslan Bab ile menkâbeye göre İslâm dînini anlamak maksadıyla Türkistan’dan Ceziret’ül-Arab’a gelmiş ve Hz. Ebû Bekr’le görüşerek İslâmiyet’i kabul eylemiş olan ozanlar pîri meşhur Korkut Ata (Dede Korkut), Çoban Ata, (Bir başka rivayete göre Dede Korkut Peygamber Efendimiz döneminde Medine’ye gelmiştir. M.G.) işte bunlardan kalmış birer hâtırayı yaşatıyor; herhalde, Ahmed Yesevi’nin ortaya çıkması zamanında, göçebe Türkler arasında, yâni Sir-Deya (Seyhun nehri) kenarlarında ve bozkırlarda, anladıkları bir dille –yâni basit Türkçe ile- halka seslenerek İslâm akidelerini (inanç esaslarını) ve geleneklerini onlar arasında yaymaya çalışan dervişlerin bulunduğu bizce kesindir. Ahmed Yesevî’nin, kendisinden önce gelen dervişlere göre daha üstün, daha kuvvetli bir şahsiyeti olduğunu kabul etmemek mümkün değildir; ancak, eğer kendisinden evvel gelen nesiller (dervişler, babalar) zemin hazırlamamış olsalardı, O’nun başarısı bu kadar büyük olamazdı (Köprülü, F. , (1993):19, 20).

Eski Türk Devlet Felsefesi’ni, Türk Töresi’ni, Türklerdeki devletçilik, teşkilatçılık, adâlet anlayışını en güzel şekilde anlatan Kutadgu Bilig adlı eser aynı zamanda Tasavvufî düşüncenin Türkler arasındaki etkisini ortaya koyan ilk eser olarak görülür.

Yusuf Has Hacib tarafından Türkçe olarak XI. asırda kaleme alınan ve Karahanlı hükümdarına sunulmak üzere nasihatname tarzında yazılan bu manzum eserde devlet adamlarına iyi yönetimin ipuçları verilir. Bu öğütlerin (aynı zamanda) tasavvufî bakış açısıyla yorumlanan İslâmî ilkeler olduğu daha ilk bakışta ortaya çıkar. Bu eser halk arasında da epey rağbet kazanmış olmalı ki birkaç beyti Ural nehri mansabındaki (kaynağındaki, bölgesindeki) Saraycık’da XIV. asra ait bir toprak vazonun üzerinde yazılı bulunmuştur (Özsaray, M. , (2018):77).

Bir başka önemli eser Hoca Ahmed-i Yesevi’nin  Dîvân-ı Hikmet’idir. Türkistan’ın Seyram şehrinde doğan, buraya gelen Baba Arslan’dan ilk terbiyesini gören, sonra Arslan Baba’nın işâretiyle Yesi ve Buhara’ya seyahat eden ve burada Hoca Yusuf Hemedanî’ye intisab eden, onun vefatından sonra Buhara’da bir müddet irşad ettiği müridlerini Hoca Abdülhalik Gücdüvânî’ye ısmarlayıp manevi bir işaretle Yesi’ye dönen Hoca Ahmed-i Yesevî’nin (Köprülü,1993: 31) elli yaşında bu eseri yazdığı bildirilmiştir. Özellikle Türkistan, Maverâünnehir, Horasan, Harezm bölgesinden gelenlerle irfan dairesine girenlerin arttığı, hatta müridlerinin doksan dokuz bine ulaştığı ve bunlardan on iki bin kadarının kâmil oldukları aktarılır. Hoca Ahmed Yesevî’den etkilenip onun görüşlerinin Anadolu’da yayılmasını sağlayan dervişler arasında Avşar Baba, Pîr Dede, Kademli Baba Sultan, Geyikli Baba, Abdal Musa ve Unkapanı’nda medfun bulunan Horoz Dede sayılabilir (Vassâf,C.1:482-483).  Vassâf, menakıbnamelerde Hoca Ahmed'in pîr derecesinde addedilip Yesevî tarikatının kurucusu sayıldığını, ancak Şâh-ı Nakşibend’in ortaya çıkmasıyla Yeseviliğin tabiatıyla Nakşibendiliğe iltihak ettiğini ve onun Sünni mezhep ve Hanefî meşrep olduğunu söyler (Vassâf, O. H. , (2015), C. 1: 484-785). Reşehât’ta adından övgüyle söz edilmesi (Mevlânâ Ali b. Hüseyin es-Safî, Reşehât: 43) Nakşibendîlerin kendisine çok değer verdiğini gösterir.

Hoca Ahmed Yesevî bu günkü Kazakistan’ın Çimkent yakınlarında yer alan Sayram kasabasında doğmuştur. Ahmed Yesevî’nin hangi tarihte doğduğu kesin olarak bilinmemekle beraber, genel kanaate göre tahmini 1093 yılında dünyaya gelmiştir. Ahmed’in babası Şeyh İbrahim, Sayram’ın en ünlü şeyhlerindendi, Şeyh İbrahim, halifelerinden Mûsa şeyhin kızı Ayşe Hatun’la evlenmiş ve bundan Gevher-şehnaz adlı bir kızla ondan yaşça küçük Ahmed dünyaya gelmişti (Köprülü, F. , (1993): 62). Hz. Ali’nin soyundan geldiği bilinen Şeyh İbrahim’in ölümü üzerine küçük Ahmed 7 yaşında Yesi şehrine gelmiş ve burada Arslan Baba ile buluşmuştur.

Hz. Peygamber Efendimizin Türklerle ilgili hadislerin bir bölümü “Kanturaoğulları” adı ile geçer. Rivayetlere göre Kantura Hz. İbrahim’le evlenen bir Türk prensesidir. Rivayetlere göre Arslan Baba, Oğuz Han’ın güvendiği akil kişilerden Atabeği Arslan Bey’in soyundan gelir.

Türk soyundan gelme Kanturalıoğlu Arslan Bey, Peygamber efendimiz ile müşerref olmak üzere Hendek savaşı sıralarında Medine’ye gelir. Kanturalıoğlu, Hz. Peygamberle müşerref olduktan sonra “Baba” unvanını alır (Sepetçioğlu, M. N., (2014 a): 76).

Medine’ye gelerek İslam’la şereflenen bir başka Türk ise Dede Korkut’tur.  Dede korkut da Arslan Baba ile birlikte Hz. Peygamberimizin yanına gelmiştir. (Sepetçioğlu, M. N., (2014 c): 390).

Arslan Baba’nın Getirdiği Hurma

Hoca Ahmed Yesevî’yi Arslan Baba küçük yaşta himâyesine almış ve terbiye etmiştir. Peygamber (s.a.v.) in gazvelerinden birinde, ashab acıkır; Peygamberimizin duası ile Cebrâil (a.s.) bir tabak hurma getirir ve bir hurma yere düşer. Cebrâil (a.s.) düşen hurmayı göstererek; “Bu hurma sizin ümmetinizden Ahmed Yesevî adlı birinin kısmetidir” der. Peygamber Efendimiz ashâbı Arslan Baba’ya hurmayı verir ve O’nu Yesevî’nin terbiyesi için Türkistan’a gönderir (Eraydın, S. (!997): 331).

Rivayete göre Peygamber Efendimiz Arslan Baba’yaAl bu emaneti Arslan Baba, vakti gelince emanetin sahibi size gelecek, sende benim bir hurmam var, vermelisin artık! Diyecek, isteyecek, al sakla. Nasıl saklanacağını sen daha iyi bilirsin” (Sepetçioğlu, M. N. , (2014a): 83) demiş ve hurmayı emanet olarak kendisine vermiş ve Türkistan’a göndermiştir.

Arslan Baba Türkistan’ın Yesi şehrine gelip kücük Ahmedi bulur ve emaneti kendisine verip hurmayı ona yedirir ve küçük Ahmed’i himayesine alır ve O’na mânevî babalık eder. Ahmed Arslan Baba’nın vefatı ve işâreti üzerine tahsilini tamamlamak üzere büyük İslâm merkezi Buhara’ya geldi.

M. XII. Asırda Buhâra şehri Karahanlıların hâkimiyeti altında bulunuyordu. Buhara medreseleri İslâm âleminin, bilhassa Türkistan’ın, dört bir tarafından gelen talebelerle doluydu.

Ahmed Yesevî, böyle bir zamanda Buhara’ya gelmiş, devrin en ileri gelen âlim ve mutasavvıf Yusuf Hemedâni’ye intisap ederek (bağlanarak) onun yanında ve onun koruması ve gözetimi altında yetişmiştir ( Eraydın, S. (1997): 326).

Rivayete göre. Pîri Türkistan olarak bilinen Hoca Ahmed Yesevi'nin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe uygun olarak hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı. (TDV. Ansiklopedisi: 161 ve Köprülü, F., (1993): 34)

Yesevî’nin İlk halifesi Aslan Babanın oğlu Mansur Ata'dır. Mansur Ata 1197 yılında vefat edince yerine oğlu Abdu'l-melik Ata geçer. Abdu'l-melik Ata'nın vefatından sonra sırasıyla oğlu Tac Hace, ondan sonra da oğlu Zengi Ata irşat mevkiine geçti. İkinci halifesi 1218 yılında vefat eden Harzemli Sait Ata'dır. Yesevî'nin üçüncü halifesi, Yesevî tarzındaki hikmetleri ve menkıbeleri ile Türkler arasında yaygın şöhreti bulunan Süleyman Hakim Ata'dır Harzemde yerleşip irşada başlayan Hakim Ata, 1186 yılında vefat edince Akkurgan'a defnedildi. Hakim Ata'nın en meşhur müridi Zengi Ata'dır. Zengi Ata'nın başlıca müritleri Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata'dır. Yesevî’yye silsilesi Seyyid Ata ile Sadr Ata'dan devam etmiştir.

Ahmed Yesevî, hocası Yusuf Hemedâni gibi Hanefî mezhebine bağlıydı. Şeriatle tarikatı kaynaştırmış, dinin emirlerine karşı olan kayıtsızlığın tarikat âdabıyla uyuşmayacağını telkine çalışmıştır… Beş vakit namaz kılmayanın domuzdan farkı olmayacağını söyleyecek derecede şer’î hükümlere fazla bağlılık gösteren Hoca Ahmed, her manzûmesinde günahlardan bahsederek, tevbe ve istiğfar eyler. Yâhut cennet ve cehennem hallerinden, sûfiyâne mekıbelerden bahsederek, neticede tevâzü (Alçakgönüllülük) ile Tanrı’dan mağfiret dilerdi. (Köprülü, F. (1993): 76 ve  Eraydın, S. (1997): 327)

Pîri Türkistan olarak biline Hoca Ahmed Yesevi çok iyi derecede Arapça ve Farsça bilmesine ve Arap ve Fars edebiyatına hâkim olmasına rağmen Türkçeyi tercih etmiş müritlerine Türkçe hitap etmiş ve Divâni Hikmetini Türkçe yazmıştır.

Etrafında bu kadar çok müridin toplanmış olmasını ve Pîri Türkistan olarak nam salması şeriat hükümlerine sıkı sıkıya bağlı olması, şer-î ilimlerdeki derinliği, halkın seviyesine inmesi ve halkın anlayabileceği bir dil ile konuşması, Türkçe yazması ve yakarması sebebiyledir.

Yesevi tarikatı, önce Seyhun çevresinde, Taşkent ve civarında tutulduktan sonra, Harezm dolaylarına yayılmış ve Mâverâünnehir (Seyhun ve Ceyhun Nehirleri arasında, Aşağı Türkistan)de kuvvetlenmeye başlamıştır. Daha sonraları Yeseviye dervişleri aracılığıyla Horasan, Azerbaycan, Anadolu’ya yayılmıştır. (Eraydın, S., (1997): 333)

Yusuf Hamedâni Hazretlerinin Vefatı ve Vasiyeti

504 Ramazan’ının on birinci Çarşamba (25 Marrt, 110) günü Selçuklu Sultanı Sultan Sencer Semerkand’de bulunan Kâsım Cogi’ye bir mektupla birlikte 50.000 altın gönderip “Ashabı kiramın yolundan ayrılmayan bu büyük şeyh Yusuf Hemedâni’nin hayat/yaşayış tarzını bildirmelerini ve Şeyhten kendisi için Fatiha niyâz etmelerini, okumalarını istemişti. Şeyh Yusuf Hemedâni bu sırada müridleriyle görüşmek üzere Hoca Abdullah Berkî’nin hücresine gelmişti. Hoca Hasan Andâki, Hoca Ahmed Yesevî, Hoca Abdu’l –Hâlık Gücdüvânî ve daha başkaları orada hazır idiler. Müridler Sultan Sencer’in isteğini bildirdiler. O da Sultan Sencer için bir Fâtiha okudu. Sonra Sultan Sencer’e gönderecek yanlışlık ve hatadan başka bir şey olmadığını söyledi. Dervişlerin ricası üzerine “Şer’î Nebeviye (peygamberin şeriatine) uygun bizde ne gördüyseniz yazınız!” dedi. Bu izne dayanarak dervişler onun siretini/ahlakını, yaşantısını yazıp gönderdiler. Daha hayatında Abdu’l-Halık Gucduvânî  ondan halifelerini sormuş ve şu cevabı almıştı: “Benim halîfem Hoca Abdullah Berkî olacak, ondan sonra Hoca Hasan Andakî, ondan sonra da Ahmed Yesevî olacaktır. Hilafet nevbeti Ahmed Yesevî’ye erişince, Türkistan vilayeti’ne sefer edecek ve halife sen olacaksın!” Hakikaten de öyle oldu. Vefat edeceği gün, arkasını mihraba verdi, ashâbına su ısıtmalarını emretti; sonra yüzünü dört halifesine ve orada hazır bulunanlara dönerek, “Makâmımıza Abdullah erkî’yi bıraktık. O’na uynuz. Karşı gelmeyiniz. Sultan Sencer için yazdığınız âdabı, mürîdlere ve ashâbınıza söyleyiniz!” dedi ve Ahmed Yesevî’ye dönerek , Sûre-i Fatır’ı, Yâsin sûresi’ni Ve’nnâzi’at Sûresini okunmasını emretti.Hatm bitince, bir feryâd koptu. (Köprülü, F.,  (!993):70-71)

İlk iki halîfe Hoca Abdullah Berkî,(vefatı: H. 555/M.1160-61) ve Hoca Hasan Andâki (H. 466/552/M.1073-1157)’nin vefatından sonra bir müddet Buhara’da tekkenin reisi olarak bulundu; lâkin – ne kadar sürdüğünü bilmemekle beraber, herhâlde pek uzun olmadığını tahmin edebildiğimiz bu devirden sonra- bütün müridlerini dördüncü halife Hoca Abdu’l-Hâlık Guvduvâni’ye bırakarak (şeyhinin vasiyetini yerine getirmek üzere) doğru Türkistan’a, Yesi’ye geldi. (Köprülü, F., (1993):72)

Rivayete göre altmış üç yaşından sonra Resulullah’ın yaşadığından fazla yaşamayı uygun bulmayarak tekkesinin bahçesinde yaptırdığı bir yer altı odasında ibadet ve tefekkür ile meşgul olmuş; bir yandan da öğrenci yetiştirme işini sürdürmüştür. Türkçe olarak söylediği Hikmet adı verilen şiirler daha sonra Divan-ı Hikmet başlığıyla toplanmıştır. Kaynaklarda ölüm tarihi tahmini olarak1166 yılı gösterilmekle beraber Hoca Ahmed Yesevî’nin 120-130 sene yaşadığını belirten rivayetlerde vardır. Köprülü , Yesevî’nin h. 562, m. 1166-67’de vefat ettiğinin kuvvetle muhtemel olduğunu belirtir  (Köprülü, F. , (1993):74 )Vefatından iki yüzyıl kadar sonra Timur tarafından yaptırılan kabri, bugün Kazakistan’ın Türkistan/Yesi şehrinde bulunmakta ve çok önemli bir dinî ziyaret mekânı olarak kabul edilmektedir.

Yusuf el-Hemedanî, Abdullah Berkî, Hasan Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlik-ı Gucdüvanî gibi dört büyük halife yetiştirmiştir. Yeseviyye tarikatını kurarak Türkler arasında İslâm’ı yayan Ahmed Yesevî, Haydarîlik ve Bektaşilik üzerinde de etkili olmuştur. Abdülhâlik-ı Gucdüvânî'nin kurduğu Hâcegân tarikatı XIV. yüzyıldan sonra Bahâeddin Nakşibend’e nisbet edilerek Nakşibendiyye adını almış, Türkler arasında en yaygın tarikat haline gelmiştir.

Vassâf, menakıbnamelerde Hoca Ahmed'in pîr derecesinde addedilip Yesevî tarikatının kurucusu sayıldığını, ancak Şâh-ı Nakşibend’in ortaya çıkmasıyla Yeseviliğin tabiatıyla Nakşibendiliğe iltihak ettiğini ve onun Sünni mezhep ve Hanefî meşrep olduğunu söyler. (Vassâf, (2015): C. I, s. 484-785) Reşehât’ta adından övgüyle söz edilmesi (Mevlânâ Ali b. Hüseyin es-Safî, (2005):45)  Nakşibendîlerin kendisine çok değer verdiğini gösterir.

Nakşibendiye Târikatı’nın, Abdü’l-Hâlık Gücduvânî’nin manevi terbiyesiyle yetişen Bahâeddin Nakşibend (Doğumu M. 1318) tarafından kurulması ve bu târikatın Yesevî nüfuz/etki sahasında yayılması, âdab ve rekanının da o tarikata çok benzediği göz önünde bulundurulursa, Ahmed Yesevî’nin Nakşî Târikatı’na uygun bir görüşe sahip olduğu anlaşılır.  (Eraydın, S., (1997): 326)

Ahmed Yesevî’nin, Yusuf Hamedâni’ye intisab etmesi (bağlanması), onun da, hocası gibi İslâmi ilimlerde büyük bir vukuf/derinlik kazanması, ilmiyle, zühd ve takvasıyla temâyüz etmesi/kendini göstermesi, tarikatının (Yesevîliğin) geniş bir bölgeye yayılmasına neden olmuştur.

Yesevi’nin Müridleri Anadolu’da

Hoca Ahmed Yesevî, Arslan Baba’nın, hocası Yusuf Hemedâni’nin ve Peygamber Efendimizin mânevi işaretleriyle müridlerinin neredeyse tamamını batı’ya ileride Türk yurdu olacak Selçuklu devletinin ve Cihan imparatorluğu Osmanılı’nın kurulacağı Anadolu’ya ve Rumeli’ye yönlendirmiştir.

Çünkü Hoca Ahmed Yesevi’nin Hocası ve mânevi babası Arslan Baba Türklerle ilgili hadisleri ve İstanbul’un fethi ile ilgili hadisi şerifleri bizzat Peygamber Efendimizden duymuş ve bu fethin Türkler tarafından gerçekleştirileceğini keşfetmişti. Hoca Ahmed Yesevî’ ye de bu durumu anlatmıştı. Hoca Ahmed Yesevî Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın mânevî kurucuları olacak binlerce müridini bunun için hep batıya, Anadolu’ya göndermişti.

Ahmed Yesevî, on binlerce mürid yetiştirdikten bir müddet sonra yaklaşık olarak yedi-sekiz sene (veya on sene)sonra 562/1167 tarihinde Yesi’de vefat etti. (Eraydın, S., (1997): 326)

Bu örnekler bize Türklerin tasavvufî düşüncenin şekillendirdiği İslâmî anlayışa daha henüz Anadolu coğrafyasına gelmeden önce âşinâ ve yatkın olduklarını ve bu düşünceleri daha sonraki asırlarda Anadolu’da yaydıklarını göstermektedir. Bunun yanında Moğol istilası sonucunda oluşan göçler sırasında gelen sûfîler ve Selçuklu sultanlarının himayesiyle gelen isim yapmış meşayihi eklersek ilk dönemlerde Osmanlıya tesir eden Türkistan ve Maveraünnehir kaynaklı tasavvufî anlayışlar hakkında bir fikir elde edebiliriz.

Yesevî’nin düşünceleri ile birlikte Osmanlı’yı ilk etapda mayalayan diğer mütefekkir sûfîler olarak da en başta Yunus Emre, Mevlana Celaleddin-i Rumî ve Muhyiddin ibn Arabî’yi sayalayabiliriz. Daha sonraki zaman dilimlerinde bunlara diğer meşhur şeyhler de ilave olmuştur. (Özsaray, M. (2018): 78) Bu meşhur şeyhlerin en önemlileri Hacı Bektâşi Veli ve Hacı Bayrâmı Veli’dir.

Osmanlı Sünni uleması ve meşayihi üzerinde Gazzâlî’nin eserlerinin etkisi ise herkesçe bilinmektedir. Onun sayesinde tasavvufî düşünce ve hayat üzerindeki kuşkucu bakışlar izale olmuştur. Mevlana'nın Mesnevi'si ise tekke çevrelerinde devamlı rağbet gören bir eser olmuştur. Şeyh Sadî’nin Bostan ve Gülistan adlı eseri de rağbet gören diğer eserler arasındadır. Vassâf, Gülistan’ın Osmanlı’nın son zamanlarına kadar mekteplerde okutulan eserlerden olduğunu kaydederek Şeyh Sâdî’nin her ârife kendini sevdirdiğini, eserlerindeki sûfî hikmetlerinin tesiriyle irfan âleminin hakkıyla hürmetine mazhar olmuş büyük velilerden olduğunu söyler. (Vassâf, O. H. (2015), C. 1: 287-289)

Burada sadece Osmanlı’yı değil bütün İslâm dünyasını etkileyen İbn Arabî’nin vahdet-i vücûd anlayışından da bahsetmek gereklidir. Nakşibendiyye’nin Müceddidiyye kolu hariç Osmanlı’da bütün tarikatların bu görüşü benimsedikleri, bunun sebebi olarak da Malatya-Konya ekseninde sekiz seneye yakın faaliyet gösteren Muhyiddin-i Arabî’nin bu anlayışını Sadreddin Konevî, Müeyyidüddin Cündî, Abdurrezzak el-Kâşânî ve Davud-ı Kayserî vasıtasıyla Ekberiyye adıyla ayrı bir akım olarak Osmanlı’ya taşınması gösterilir. Ayrıca Füsûsü’l-hikem’in okutulması, şerhlerinin yapılması ve ilk müderrisin Davud-ı Kayseri olması dolayısıyla bu akımın Osmanlı’da resmen temsil edildiği belirtilir. İbn Arabî’nin Fütûhât-ı Mekkiyye’sinden yapılan alıntılar, kısmî şerh ve tercümeler yoluyla bu etkinin devam ettiği ve eserin Füsûs kadar olmasa da okutulduğu aktarılır. Bu iki eserin 1910’larda İstanbul’da kurulması düşünülen Medresetü’l-Meşayih’te okutulmasının tasarlandığı kaydedilir. İbn Arabî’nin tasavvufî düşüncesi kendi eserlerinin yanı sıra talebesi Sadreddin Konevî’nin onu şerh etmek üzere hazırladığı Miftâhü’l-gayb adlı eseri ve yine ona yapılan şerhler yoluyla da yayıldığı ifade edilir.

Selçuklu Devleti daha kurulmadan önce, Tuğrul ve Çağrı beylerin idaresindeki Türkmenler, Maveraünnehir'de Karahanlı ve Gazneli devletlerinin şiddetli baskıları altında bulunuyorlardı. Bu iki kardeş, kendilerine daha elverişli sahalar bulmak için bir keşif seferi yapmaya karar verdiler. Bu düşünce ile Çağrı Bey 3000 kişilik bir süvari kuvveti ile batıya, Anadolu'ya doğru hareket etti. Bu hareket baskı altında bunalan Türkmenlere sadece yeni bir yurt açmakla sonuçlanmıyor aynı zamanda Osmanlının öncüsü sayılan Selçuklulara Anadolu'nun İslâmlaşmasının mimarı olma onurunu da bahşediyordu. Türklerin bu akınlarından rahatsız olan ve Selçukluları Anadolu'dan atmak isteyen Bizans'ın, Romen Diyojen kumandasında hazırladığı ordu Malazgirt'te 26 Ağustos 1071'de Sultan Alparslan tarafından yenilince Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı. Bu tarihten itibaren akın akın Anadolu'ya gelen Türkler burayı ikinci anayurt yaptılar. Bu zaferden sonra 5-6 yıl içinde Anadolu'nun büyük kısmı Türklerin oldu. Bu dönemde birçok devlet kuruldu. Malazgirt zaferinden XIV. yüzyıla kadar başta Maverâünnehir olmak üzere Harizm, Horasan, Azerbaycan ve İran'dan Anadolu'ya büyük Türk göçleri gerçekleşti. (Osmanlı Arşivleri. C. I, s. 2-5.’ten nakil, Özsaray, M.(2005):27)

Anadolu'nun Selçuklu hâkimiyetine geçmesinden sonra gelen göçmenler arasında bulunan erenler Osmanlı dönemi de dâhil olmak üzere bu yeni topraklarda tarikatlarını yaymaya başladılar. Selçuklu döneminde başlayıp Osmanlı döneminde de devam eden göçmenler arasında bulunan tasavvuf erenleri Anadolu'ya üç merkezden gelmişlerdi. Bu merkezler Horasan, Erdebil ve Şirvan idi. Horasan Yesevîlik, Kübrevîlik ve Nakşibendîliğin, Erdebil Safevîliğin, Şirvan ise Halvetiliğin merkezi konumundaydı. (Özsaray, M. (2005): 28)

İşte bu erenler sayesinde Anadolu ve daha sonraki asırlarda Osmanlı devletinin fethettiği yeni coğrafyalar tasavvufî düşünce ile tanışmış oldu. Böylece bu dervişlerin yerleştiği yerlerde kendilerine bağlı göçmen grupların iskân edilip yerleşik hayata başlamaları da sağlanmış olmaktaydı. Müslüman bir yerleşkenin cami ile başladığı bilinen bir gerçektir ki bu uygulamayı önce Peygamber Efendimiz (s.a.v) başlatmıştı. Diğer Müslüman fâtihler gibi Selçuklular da bir yeri fethettikleri zaman oranın en büyük kilisesini kılıç hakkı olarak camiye çevirmişlerdir. Bu camilere fethiye camileri denilir. Bunlardan Anadolu'nun birçok şehir ve kasabasında mevcuttur. (Özsaray, M. (2005) :28) Bu camiler şehirlerin adeta kalbi durumundadır. Müslümanlar orada dînî ve sosyal her türlü ihtiyacını giderirler. Bu bakımdan olsa gerek şeyhler ve dervişler de tekke ve zaviyelerini henüz kurmadan önce camilerin çevresinde yerlerini almışlardır. (Özsaray, M. (2005) :28)  Nitekim günümüze kadar gelen birçok Selçuklu külliyesinde cami, medrese ve tekkenin bir arada bulunduğunu, hatta şifahane, imaret gibi sosyal kurumları da içine alan geniş mekânlar olduklarını biliyoruz. Bu müesseselerin etrafında oluşan çarşı ve mahalleler ise Müslüman şehrin diğer unsurları olmuştur. Böylelikle devlet ricali ve cemaat gerek ibadet için camiye geldiğinde, gerek beşerî ihtiyaçlarını karşılamak için külliyenin diğer bölümlerine uğradığında bir müderris veya bir şeyhle her zaman karşılaşma imkânına kavuşmakla ilmî ve rûhî meselelerine çözüm bulma imkânına kavuşmuş olmaktaydı. Bu külliyeler sayesinde toplumda havas denilen âlim ve ârifle avam denilen halk tabakası, zenginle fakir, sultanlar ve devlet adamlarıyla tebaa tanışması ve kaynaşması gerçekleşmekteydi. Şüphesiz müderrisler ve şeyhlere bütün bu imkânları verenler ise kendilerine son derece saygı duyan sultanlar ve diğer devlet ricali idi. Devletin verdiği bu imkânlar sayesinde onlar da faaliyetlerini rahatça yapmaktaydı.

Selçuklular döneminde şehirlerde dikkat çeken dînî yapılar arasında ziyaretgâhlar da bulunmaktaydı. Burada medfun bulunan zatlar Anadolu'ya gelen ve buraların Müslümanlaşmasını sağlayan Türkmen şeyhleriydi. Bu kişiler veli kabul edilir ve ziyaret edilirlerdi. Bu Türkmen şeyh ve babalarının ziyaretgâh olan mezarları Ortaçağ Türkiyesi'nin her tarafını doldurmuş ve Anadolu'yu âdeta bir evliya diyarı haline getirmişti. (Özsaray, M. (2005) :29 Bu durum gayet anlaşılabilir bir realitedir. Çünkü "Büyük Selçuklular dönemi tasavvufun en değerli eserlerinin verildiği ve büyük tarikat kurucusu pirlerin yetiştiği devirdir." (Yılmaz, H. K. (1999): 20 ve Özsaray, M. (2005):29) Bu pirler sayesinde Büyük Selçuklu toprakları tasavvufî düşüncenin tesiri altında kalmıştır. Bu sebeple Selçuklu'da sultan-sûfî ilişkilerinin dayanışma içinde seyrettiği rahatlıkla söylenebilir. Tarikatların bu dönemde ortaya çıkıp kurumsallaşması da bunun delilidir. Aksi takdirde sultanların desteği olmadan sûfîlerin kolayca kurumlaşmalarına imkân olmazdı.

Selçuklular, İslâm dünyasının siyasi liderliğini ele aldıktan sonra Kur’an ve sünnete dayalı tasavvuf anlayışını koruma ve gelişmesine yardım etme konusunda gayret göstermişlerdir. Tuğrul Bey’den itibaren Selçuklu sultanları mutasavvıflara karşı büyük saygı göstermiştir. Tuğrul Bey dönemin şeyhlerinden Baba Tâhir-i Uryân’ın nasihatlerini dinler, Melikşah âlimlere ve şeyhlere bol ikramlarda bulunur, onların gönüllerini hoş tutmayı severdi. Nizâmülmülk de ulemaya ve sûfîlere büyük itibar gösterirdi. Horasan sûfîliğinin görüşlerini temsil eden Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, hocası Nasrâbâdî’nin, “Tasavvufun aslı Kitap ve sünnete dört elle sarılmaktır” şeklindeki görüşünü devam ettirerek Selçuklular döneminin önemli âlim ve sûfîsi Abdülkerîm el-Kuşeyrî’yi etkilemiştir. Kuşeyrî önce Ebû Ali ed Dekkâk’tan, daha sonra Horasan’ın ünlü şeyhi Sülemî’den tasavvuf terbiyesi alarak yetişmiştir. Kuşeyrî’nin öğrencisi ve daha sonra Nakşibendiyye adıyla anılan Hâcegân silsilesinin önemli bir halkası olan Ebû Ali el-Fârmedî, Kuşeyrî ile Gazzâlî’yi birbirine bağlayan köprü vazifesi görmüştür. Nîşâbur’da iken Ebû Ali el Farmedî’nin sohbetlerine katılan Gazzâlî hayatının son zamanlarında tam manasıyla tasavvufa yönelmiştir. Tasavvuf onunla birlikte yeni bir döneme girmiş ve İslâm kültüründe âdeta resmî bir hüviyet kazanmıştır. Nizâmiye medreselerinin müderrisleri ve öğrencileri arasında sayıları çok az olmakla birlikte tasavvufa yönelenler de olmuştur. Bu müderrislerden biri olan Ahmed el-Gazzâlî tasavvufî yönü kardeşinden çok daha ileride önemli bir şahsiyettir. Bağdad Nizâmiye Medresesi’nde Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin talebesi olan Yûsuf el-Hemedânî, Ebû Ali el Farmedî’ye intisap edip onun müridi olmuş, Irak, Horasan ve Mâverâünnehir’de halkı irşad etmiştir. Yusuf el-Hemedanî, Abdullah Berkî, Hasan Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlik-ı Gucdüvanî gibi dört büyük halife yetiştirmiştir. Yeseviyye tarikatını kurarak Türkler arasında İslâm’ı yayan Ahmed Yesevî, Haydarîlik ve Bektaşilik üzerinde de etkili olmuştur. Abdülhâlik-ı Gucdüvânî'nin kurduğu Hâcegân tarikatı XIV. yüzyıldan sonra Bahâeddin Nakşibend’e nisbet edilerek Nakşibendiyye adını almış, Türkler arasında en yaygın tarikat haline gelmiştir. Kadiriyye tarikatının pîri Abdülkadir-i Geylanî, Selçuklular devrinde Bağdat’ta yaşamıştır. Kurduğu tarikat sonraki dönemlerde Kuzey Afrika’dan Çin’e ve Anadolu’ya kadar İslâm dünyasının hemen her tarafına yayılmıştır. Selçuklular devrinde ülkenin çeşitli yerlerinde zaviye ve hankahlar inşa edilerek sûfîlerin hizmetine verilmiştir. Aynı amaç için kullanılan ribatlar, sûfîlerin barınma ve eğitim merkezleri olmanın yanında seyahat eden âlimler ve talebeler için konaklama mekânları görevini de sürdürmüştür. Selçuklular döneminde inşa edilenlerle birlikte sûfîlere ait ribatların sayıları artmıştır. Sadece Sultan Melikşah devri ve sonrasında yapılan ribatların sayısı otuz beş civarındadır. (Özsaray, M. (2005): 29-30)

Selçuklunun egemen olduğu asırlara tasavvuf tarihi açısından bakıldığında tasavvufî düşüncenin sistemleştiği, ekolleştiği ve tarikatlaştığı görülmektedir. Yine günümüzde İslâm dünyasında yaygın olan tarikatların kurucularının bu zamanda yaşadığı bilinmektedir. Bu asırlarda bazı tarikatlar Anadolu dışında kurulup sonradan Anadolu’ya gelmişler, bazıları da Anadolu’da kurulup daha sonraki zamanlarda İslâm ülkelerine uzanmışlardır.(Özsaray, M. (2005):30)

Bilhassa Sultan Alaaddin zamanında Anadolu'da birçok şeyh ve veli vardı. Zira Sultan Alaaddin şeyhleri ve dervişleri severdi. Onları çok sevdiği için bütün şeyhler onun ülkesinde toplanırlardı. 80 Selçuklu sultanlarının Moğol istilasından kaçan Türkistanlı ve İranlı bilgin ve mutasavvıfları ülkelerine buyur etmeleriyle Konya, Kayseri, Aksaray ve Sivas gibi Selçuklu kentleri İslâm dünyasında tasavvufî düşüncenin en parlak merkezleri olmuştu. Anadolu’ya gelen şeyhlerden Şihâbüddin es-Sühreverdî’nin İşrakiyye felsefesiyle Nasırüddin et-Tûsî’nin düşünceleri şehirlerde kabul görürken İbn Arabî de aydın çevrelerde etkili olmuştu. Onun yorumcusu Sadreddin Konevî Türk düşüncesinde İbn Arabî sisteminin yerleşmesinde başlıca rol sahibi idi. Tasavvufî düşünce böylece Sünni ulema arasında yerleşmiş bir gelenek olmuştu. (İnalcık, H. (2019a):  207 ve  Özsaray, M. (2005):33)

Osmanlı Devleti kuruluş asrında İslâm medeniyetine has tekke kurumunu vakıf müessesesiyle bütünleştirerek kendi devletini üzerine oturttuğu temel sivil kurumlardan biri haline getirmiş ve son zamana kadar bu kurumu ve onun merkezinde olan “ulûm-ı şerʻîyyede mâhir ve maʻârif-i sûfiyyede ehliyeti zahir” (Basbakanlık Osmanlı Arşivleri. C. EV. 340/17265.)  yani şeriat ve marifet ilmini bilen şeyhleri himaye etmiştir. Osmanlı sultanları ve devlet ricali “şeyh-i mûmâ ileyh vücûh ile riâyet ve âtıfete şâyân daʻavât-ı hayriyyesi iğtinâm olunacak zevâttan olduğundan” (Basbakanlık Osmanlı Arşivleri C. EV. 340/17265) ibaresinde de görüldüğü üzere şeriat ilimlerinde mahir ve tarikat usûllerinde ehliyetli şeyhlere riayeti, onlara sevgi beslemeyi, kendilerine iyilikte bulunmayı ve hayır dualarını almayı ganimet bilen bir anlayışa sahiptir. Osmanlı hanedanı ve devlet ricalinin bu anlayışıyla üç kıtaya uzanan geniş ülkenin köy ve kasabalarına kadar her köşesinde teşkilatlanan tekke ve zaviyelerin ve onlara nezaret eden şeyh efendilerin devletle işbirliği ve hedef birliği içerisindeki faaliyetleri Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan yıkılışına kadar sürmüştür. .(Özsaray, M. (2005): 14)

Anadolu, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan önceki yüzyılda, Şihabeddin Sühreverdi, İbn Arabî, Şems-i Tebrizi, Ahi Evran, Mevlana Celaleddin Rumi, Sadreddin Konevi, Yunus Emre gibi dervişlerin öne çıktığı bir coğrafyadır. Bu dervişler Anadolu insanının duygu ve düşünce dünyasında derin izler bırakmıştır. (Erginli, Z. , (tarihsiz):194)

İslâm dünyasında on ikinci asırda kurumsallaşan tasavvuf düşüncesi, tarikatlar vasıtasıyla İslâm dünyasının geniş coğrafyasında varlık göstermiştir. Osmanlı devletinin kuruluşuyla Osmanlı toprakları pek çok tarîkatın ilgi odağı ve faaliyet alanı haline gelmiştir. (Uçman, A. , (1993):534)

Osmanlının kuruluş dönemde Anadolu’da Ahilik, Babailik ve Mevlevilik oldukça güçlüyken Osmanlı topraklarında da özellikle Ahiler yönetici zümre ve halk üzerinde oldukça güçlü bir nüfuza sahipti.

Tarîkat zümreleri için câzibe merkezi haline gelen Osmanlı coğrafyasında, devlet erkânının güçlü desteğiyle tarîkat mensupları himâye görmüştür. Orta Asya, Horasan, Kafkasya ve Orta Doğu başta olmak üzere İslâm dünya­sının çeşitli bölgelerinden pek çok sûfî Anadolu’ya gelerek tarîkatını orada yaymaya çalışmıştır. Dışarıdan gerçekleşen bu derviş güçleri gibi, Anadolu toprakları yeni tarîkatların doğuşuna da zemin hazırlamıştır. Osmanlı topraklarında yaygın tarîkatları, sırasıyla Halvetiyye, Nakşibendiyye. Mevleviyye, Bektaşiyye, Kâdiriyye, Bayramiyye ve Rifâiyye olarak zikredebiliriz. Dede Ömer Rȗşenî, Osmanlı devletinin ilk yıllarından itibaren Anadolu topraklarında görülen “tarîkat zenginliği”ni şiirinde şu şekilde dile getirmektedir:

Geh Cavlakîyiz gehî Kalender

Geh Hayderî geh post-bûşuz

Geh Halvetî-i tarab-nûmâyız

Geh Mevlevî-i safâ-hurûşuz, (Kara, M. (1977b): 163)

Öyle ki, Halvetiyye, Azerbaycan topraklarında doğup Anadolu’ya intikal ettikten sonra çok sayıda alt kollara ayrılmış ve bu özelliğinden dolayı “tarîkat kuluç­kası” olarak isimlendirilmiştir. Halvetiyye’den türeyen Rûşeniyye, Gülşeniyye, Sünbülivye, Şâbâniyye, Sinâniyye, Uşşâkivye, Cerrâhivye, Şemsiyye gibi birçok tarîkat zamanla müstakil tarikatlar olarak kabul edilmiştir. (Türer, O., (2005): 289, 291)

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ise dervişlerin rolü oldukça fazladır. Osmanlı Devleti kurulurken Anadolu’daki Ahi ve Babai tarikatları en faal devirlerini yaşıyorlar ve bu alanda mevcut beylikler üzerinde nüfuzlarını gösteriyorlardı; bundan dolayı bu tarikat zümrelerinin Osmanlı Beyliği çevresinde de faaliyetleri görülmekteydi. Osmanlı Devleti’nin temeli atılırken bu beylik Ahilikten ve Ahi reislerinin nüfuzlarından istifade etmişti. Gerçekten de Osman Gazi’nin kayınbabası Şeyh Edebali o tarihlerde Ahilerin ulularındandı. (Uzunçarşılı, İ. H. , (2016): 530)

Uclar, genellikle esir ve ganimetle zenginleşmiş bölgeler sayılıyor, Orta-Anadolu’dan, Konya’dan âlimler ve dervişler geçimleri için zaviye kurmak, sadaka toplamak için uçlara geliyorlardı.1240’larda Selçuklu Devleti’ne karşı Baba İlyas etrafındaki Türkmen ayaklanması şiddetle bastırıldı. Babai dervişleri, Uçların en uzak noktalarına dolayısıyla Osmanlı topraklarına kaçıp sığınmış görünmektedir. (İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet, s.38)  İlk döneme ait tahrir defterlerinde dağda kırda boş toprakları şenletip zaviye kuran, sonra bunu vakıf olarak sultanlara onaylatan Kalenderi, Babai dervişlerine ait birçok kayıtlar bulmaktayız. Yer açıp zaviye kuran ve vakfa bağlayan bu dervişleri, Ö. L. Barkan, yerleşim yerleri yaratan kolonizatör dervişler saymaktadır. Sultanlar bu vakıfları daima “ayende ve revendeye” (gelip geçen yolculara) hizmet koşuluyla verirler.

Derviş bir zaviye kurar, etrafındaki öbür dervişlerle toprağı işler, tarla açar, bahçe yapar, gelirleriyle kendileri geçinir ve yolculara üç gün kalmaları koşuluyla, barınma ve yeme içme sağlarlar. Fütüvvet kurallarını izleyen Ahi zaviyeleri, bu gibi zaviyelerin başında gelir. Misafirlik geleneği, yalnız Ahi zaviyeleri için değil, gelip geçen yolculara hizmet etme koşuluyla sultandan berat almış tüm zaviyeler için değişmez bir kuralıdır. Toprağı işlemede, hasat ve harcamada zaviye mensupları her şeyi ortaklaşa yaparlar, komünal bir hayat yaşarlar. Herkes çalışmak zorundadır. Fütüvvet yani centilmenlik ve kardeşlik disiplini ortaklaşa çalışma, yolcu ve fakirlere hizmet, dinî bir hayır işi sayılmaktadır ve bu nedenle vakfa bağlanmaktadır. Zaviye etrafına zamanla nüfus yerleşmekte, köyler meydana çıkmaktadır. Anadolu ve Rum-ili taponomisi, pek çok köyün menşeinde bu biçimde derviş zaviyeleriyle ilişkili olduğunu ortaya koymaktadır.(İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet, s.40) Sultanların bu gibi yeni yerleşmelere vakıf statüsü vermeleri, vergilerden affetmesi, Anadolu ve Rumilinde Türk yerleşme-kolonizasyon sürecini kolaylaştıran başlıca bir yöntem olarak önemlidir. (İnalcık, H. , (2016b): 41)

Haçlı Seferlerini ve onun acı sonuçlarını bizzât yaşamiş bulunan Anadolu Türk halkı, Batının arzettiği önemin farkındaydı. Türklerde zaten fıtraten var olan kahramanlık ve dini duygular ve benzeri mânevî faktörler, Batıya yönelişe olumlu biçimde etkide bulundular. Alp unvanıyla anılan ve efsânevî kahramanlık öykülerine konu olan sufîler, menkîbelere göre tahta kılıçlarıyla kâfirlere karşı cihad etmekte, beraberindeki bir avuç müridi ile yüz binlerce kişilik düşman ordularını hezimete uğratmakta, kaleler fethetmekte, İslâm’ı diyâr-ı küfürde yaymakta ve akıllara durgunluk veren kerâmetler göstermektedirler. İşte bu husus, mücâhid Türk sufî tiplerini, tekkelerinde sâkin ve donuk bir hayat tarzı sürdüren Arap ve Acem (İran) sufîlerinden farklı kılan bir özelliktir. (Cebecioğlu, E. , (1991):16)

 “Şanlı ecdâdımız da hikmet ehli âlim ve ârifleri dâimâ baş tâcı etmiş, onların duâ, himmet ve öğütlerinden istifadeye gayret göstermiştirler. Meselâ Osman Gâziʼnin etrafında bir Şeyh Edebali Hazretleri, Yıldırım Hânʼın yanında Emir Sultan Hazretleri, Fatih Sultan Mehmed Hânʼın yanında Akşemseddin Hazretleri, Sultan Ahmed Hânʼın yanında Hüdâyî Hazretleri ve daha niceleri; madde ile mânâ, dünyâ ile âhiret arasında muhteşem bir denge unsuru olmuş, onların kalplerine âdeta bir istikâmet (doğruluk)   aşısı yapmışlardır. (Topbaş, O. N. , (2017)

Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında evliyanın büyüklerinden birisi de Hacı Bektâşı Veli’dir. Asıl adı, Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata olan Hacı Bektaşı Velî 1281 (H.680)’de tarihî Türk şehirlerinden birisi olan Nişabur’da doğmuştur. Seyyid olup soyu Hz. Ali’ye dayanır. 1338 (H.738) tarihinde Kırşehir yakınlarında vefat etmiştir.

Bektaşı Velî küçük yaşta iken ilim öğrenmesi için, âilesi tarafından Ahmed Yesevî’nin halifesi Şeyh Lokman-ı Perende’ye teslim edilmiştir. Hacı Bektâşı Velî tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu’ya geldi. Halka doğru yolu göstermeye başlayıp, kıymetli öğrenciler yetiştirdi. Kısa zamanda herkes tarafından tanındı ve büyük iltifat/övgü ve rağbet/değer gördü… Bundan dolayı Osmanlı sultanları tarafından sayılıp, sevildi. Hacı Bektaşi Velî Orhan Gâzi ile sohbet etti. Yeniçeri ocağı kurulurken duada bulundu. Onlara İslâmiyet’ten ayrılmamalarını nasihat etti. Böylece Hacı Bektâşı Velî’yi kendilerine manevi pir olarak kabul eden bu ordu, manevi hayatını ve disiplinini O’na bağladı. Hacı Bektâşi Velî asırlarca Yeniçerilerin piri, üstadı ve manevi hamisi olarak bilindi. Büyük evliya Hacı Bektâşi Veli’nin derslerini dinleyen, sohbetlerine katılan ve ondan feyz alanlara tasavvuftaki usule uyularak “Bektâşi” bu yola da “Bektâşiyye” veya “Bektaşilik” adı verildi. Bektâşiler zamanla azaldı. İki üç asır sonra hakiki Bektâşilik unutuldu. Timur Han’ın önünden kaçan Hurufiler kendilerini kurtarmak için Bektâşi tekkelerine sığındılar. Kendilerini Bektâşi gibi göstererek bu tarikatı kendilerine siper olarak kullandılar. Haramlara helal, nefsin arzu ettiği kötü isteklere serbesttir demekle, bozuk ruhlu insanlar arasında yayıldılar. Halk arasında anlatılan Bektaşi fıkraları bu sahte Bektâşilere aittir. (Arif, H. , (2012):9,10)

Bektâşiliğin felsefesini “Eline, beline, diline sahip olmak” düşüncesi oluşturur ki, ele, bele ve dile sahip olmak aynı zamanda İslâm ahlakının temelini oluşturur.

Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında büyük etkileri olan tarikatların Rumeli’nin İslâmlaşması ve Türkleşmesinde de büyük tesirleri olmuştur. Hacı Bektâşı Velî’nin halifesi Sarı Saltuk’u, henüz Türk ordularının ulaşamadığı bir dönemde, Rumeli topraklarına, İslâm’ın sesini duyurmak üzere gönderişi, üzerinde çeşitli yorumlar yapılmaya değer katacak kadar büyük önem arz eder. Gürcistan beyini İslâmlaştırıp, O’na elini öptüren Sarı Saltuk Rumeli’de gerçekten, başarılı faaliyetlerde bulunmuştur.

Hacı Bektâs halifelerinin, İslâmlaştırma işini rastgele değil de, belli bir organizasyon ve mantıklı bir plana göre yaptıkları açıktır. Halifelerinden bir kısmını Rumeli’ye gönderen Sarı Saltuk, Kara Donlu, Barak Baba, Hoy Ata ve Can Baba gibi halifelerini de, Moğol zümrelerini İslâmlaştırmakla görevlendirmişti. Bu, programlı sıkı faaliyetlerin sonucu, çok sayıda Şamanist Moğol kabileleri İslâm’a girmişti.. (Cebecioğlu, E. , (1991):18)

Osmanlı devletinin büyümesinde ve gelişmesinde, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında önemli katkıları olan mutasavıflardan birisi de Hacı Bayram-ı Velî’dir.

Hacı Bayram-ı Veli asıl adı Ebû Hamîdüddin Aksarâyi olan Somuncu Babadan el almış ve O’nun yanında yetişmiştir.

Hacı Bayram-ı Velî, intisâb tarihi olarak tahmin ettiğimiz 1293-4 senesinden itibaren 1412 senesine kadar, yaklaşık olarak on sekiz sene, şeyhi Ebû Hamîdüddin Aksarâyî (Somuncu Baba)’ ya hizmet edip, yanında mânevî terbiye aldıktan sonra doğum yeri olan Ankara’ya dönmüştür. (Cebecioğlu, E. , (1991):47)

Bayramiyye tarikatının kurucusu olan Hacı Bayram-ı velî (ö.833/1430) XIV. Yüzyılın ilk yarısında Orhan Gâzi döneminde Ankara’da Solfasıl köyünde doğmuştur. Doğum tarihi ihtilaflıdır. Kaynaklarda milâdî 1352/53, 1339, 1257 tarihleri verilmektedir. Bu durumda Hacı Bayram-ı Velî’nin doğum tarihinin 1348-1350 seneleri dolaylarında olduğu düşünülebilir. . (Cebecioğlu, E. , (1991):27) Asıl adı Numan’dır. Şeyh Somuncu Baba ile Kurban Bayramı’nda tanışması ve çok mütevazı olması sebebiyle Bayram adını almış ve bu adla ün yapmıştır.

Haci Bayram Velî, Ebû Hamid (Somuncu Babaya)’e intisap ettikten/bağlandıktan sonra, üç sene kadar Mekke ve Medine’de ikâmet etti. Kamûsu’l-A’lam’da bu seyehatini şeyhiyle birlikte Şam’a yaptığı, hac farîzasını yerine getirip, tekrar Ankara’ya döndüğü rivayet edilir. (Eraydın, S. (1997):409)

Hacı Bayram’ın 30-35 yaşlarında müderrisliğe başladığı, 17-22 sene gibi uzun bir zaman müderrislik yaptığı bu sürenin üç yılını Bursa’da geçirdiği bilinmektedir. (Eraydın, S. (1997):408,409)

 Miladi XIV-XV. asırlarda yaşamış ve Hacı Bayram lakabıyla meşhur olmuş bir mutasavvıftır. O, Anadolu topraklarında doğup büyüyen ve kendi adına nispetle Bayrâmîlik olarak isimlendirilen Türk tasavvuf ekolünün kurucusudur. Vefatından sonra bu tasavvuf ekolü, onun yetiştirdiği otuz civarındaki halifeleri tarafından devam ettirilmiştir. Bayramîlik, kendisinde sesli ve sessiz (hafî ve cehrî) zikri toplamıştır. Sesli zikri Halvetîlikten, sessiz zikri de Nakşîlikten aldığı kabul edilir.

Bayramîlik, dünya hayatında kimseye yük olmamayı, alın teriyle kazancı esas alan bir tarikattır. Tasavvufî eğitimde birçok sûfî “El kârda gönül yârda” ilkesi çerçevesinde bir zühd hayatı yaşamıştır. Aynı şekilde Hacı Bayram-ı Velî de bu ilkeyi benimsemiş, müridleriyle beraber tarlada çalışmış ve Ankara’da geçimini ziraatla sağlamıştır. Bayramîlik ekolünde mürid sadece kendi geçimini temin etmekle yetinmez, aynı zamanda başkasının da geçim zorlukları karşısında yardımına koşmayı vazife olarak kabul eder. Bundan dolayı Hacı Bayram, mübarek üç aylarda halktan zekât toplayıp fukaraya yardım eder, onların derdiyle dertlenir, haliyle de hâllenirdi. (Demirdaş, Ö. , (2017: 223-233)

Elimizdeki en eski kaynaklardan biri durumunda olan Şakâyık’ın ifâdesine göre, Ankara zenginlerinden sadaka, zekât toplamak üzere davullu, nakkâreli ve bayraklı alaylar düzenlenirdi. (Cebecioğlu, E. , (1991):64)

Bu güzel adet 1970’li yıllarda Anadolu’da yaşatılırdı. Çocukluğumda civar köylerden câmi hayrı toplamak üzere gelen atlı arabaların üzerinde uzun bir sopaya bağlanmış olan renkli kumaş parçalarından oluşan bez bayrakları bizzat görmüşümdür.

Hacı Bayram-ı Velî zamanında Arapça ve Farsça eserler yazmak revaçta olmasına rağmen, Hoca Ahmed Yesevî geleneğine uygun olarak Türkçeyi tercih etmiş ve Türkçe şiirler yazmış; Anadolu’da dil ve kültür birliğinin sağlanmasına büyük katkılarda bulunmuştur. O’nun Türkçe eserleri vermesi müridlerini ve halifelerini de etkilemiş. Yazıcıoğlu Muhammed, Ahmet Bican, Eşrefoğlu Rumi gibi öğrencileri de Türkçe eserler yazmışlardır.

Müridlerini el emeği ile geçinmeye yani toprağı işlemeye ve el sanatlarına yönlendirmiştir. Kısacası herkese çalışma tavsiyesinde bulunmuş kendisi de buğday, arpa, burçak yetiştirerek onlara yaşayan örnek olmuştur. Bu şekilde müridlerini toprağa bağlı yaşamaya teşvik ederek Anadolu'ya Orta Asya'dan gelen Türk göçerlerin yerleşik hayata geçmesini sağlamış, Anadolu'da kalıcı Türk birliğinin sağlanmasında ve Osmanlı Devleti'nin medeniyet yolunda aşama kaydetmesinde önemli rol oynamıştır. Hacı Bayram-ı Veli'nin koyduğu imece usulü, yani hasadı bütün köylülerin katılımı ile ortaklaşa toplama yöntemi bugün bile hala Anadolu'da uygulanmaktadır. Anadolu'da ondan başka aynı etkiyi sağlamış bir mutasavvıf gösterilemez.

Hacı Bayram-ı Veli’nin kaynaklarda Osmanlı Sultanı II. Murad ile birkaç kez buluştuğu ve Sultan II. Murad’ın Hacı Bayram’a çok büyük bir değer verdiği, O’nun sohbetlerinde bulunduğu ve mürüdlerini vergiden muaf kıldığı; hatta II. Murad’ın Hacı Bayram-ı Velîye bağlandığı anlatılır. (Cebecioğlu, E. , (1991): 56, 58,59.61)

Hacı Bayram-ı Veli’nin müridlerinin sayısı o kadar artar ki bu durumdan rahatsız olan bâzı devlet erkânı Hacı Bayram’ı Sultan II. Murad’a şikâyet eder. Bunun üzerine II. Murad Hacı Bayram-ı Velî’yi tanımak üzere Edirne’ye davet eder. Edirne’ye gelen Hacı Bayrâmı Velî kısa zamanda II. Murad’ın sevgisini ve saygısını kazanır. Yaklaşık olarak iki aylık bir misafirlikten sonra Ankara’ya dönen Hacı Bayram’ın etrafı vergi vermekten kurtulmak isteyen yüz binlerce müridle dolar. Sonunda öyle olur ki devletin vergi memurları, Ankara civarında vergi toplayamaz hâle gelir.

Devlet yönetimi bu duruma engel olmak için bir mektupla şeyhten dervişlerinin listesini ister. Hacı Bayram-ı Velî bu mektup üzerine sahte ve gerçek müridleri ayırt etmek için dellallara “bizden bey’at eyleyen fukaraya ziyafetimiz vardır” diye ilânlar yaptırır. Kendisi Kanlıgöl mevkîinde, yüksek bir yerde çadır kurdurur. Bağlı dervişleri gelir, çadırın etrafında toplanırlar. Hacı Bayram-ı Velî, elinde büyük bir bıçakla çadırdın önüne çıkıp “dervişler! Bana irâdet götürenleri, bugün fî sebîlillah kurban eylesem gerektir” şeklinde bir konuşma yapar. Dervişleri şaşkınlık içinde kalır. Mutasavvıfımızın bu davetini, daha açık bir ifade ile imtihanını, bir kadın diğeri erkek iki mürid kabul eder. Bu iki derviş çadıra girdikten sonra, Hacı Bayram Velî, daha önceden hazırladığı bir koçu kurban eder. Kesilen hayvanın kanı çadırdan dışarı akınca, dışarıda bulunan müridler korkudan hemen orayı terk ederler. Çadırın etrafında kimse kalmaz. İşte bu olaydan sonra Hacı Bayram Velî, Sultan II. Murad’a mektup yazarak “hâlâ bir buçuk dervişim vardır, gayri yokdur” diye durumu açıklar. (Cebecioğlu, E. , (1991): 62)

Kaynaklarda Hacı Bayram-ı Veli’nin son Edirne ziyaretinde II. Murad’ın Hacı Bayram Velî'’den İstanbul’un fethi ile ilgili olarak bir müjde beklediğini, sultanın ısrarı üzerine Hacı Bayram Velî’nin sonradan Fatih adını alacak II. Mehmed’i ve yanındaki talebesi Akşemseddin’i işaret ederek ‘pâdişâhım, İstanbul sizlerin vaktinde, bizim duâmız ile husûl-pezîr olmayup, iş bu şehzâde-i cihân-bahtın vakit ve zamanında, şu köse (Akşemseddin)’in duâsıyla feth olup ve bunların yüzünden Husûl-pezîr olur’ buyurdular. (Cebecioğlu, E. , (1991): 62; Krıtovulos, (tarihsiz):226)

Sultan II. Murad yeni padişah olduğunda 1422 Haziranında elli gün süreyle İstanbul’un fethi için şehri kuşatmış olmasına rağmen,  1430 senesinde Hacı Bayram Velî’nin bu müjdeyi vermesinden sonra sonra 21 yıl süre ile saltanatta kalmasına rağmen –kısa bir süre hariç- İstanbul’u alma teşebbüsünde bulunmamıştır. (Cebecioğlu, E. , (1991): 62)

Sultan II. Murad’ın sağlığında iken 1444 yılında henüz 12 yaşındaki oğlu II. Mehmed’e tahtı kendi rızası ile terk etmiş olmasının Hacı Bayram-ı Velîden aldığı bu müjdenin bir an önce gerçekleşmesi arzusundan kaynaklandığı da söylenebilir.

Hacı Bayram-ı Velî her şeyden önce bilimle tasvvufu birleştiren bir sûfidir. O önce müderis, bilim adamı olmuş sonra sûfi olmuştur. Hacı Bayram-ı Veli’nin yetiştirdiği halifeleri Eşrefoğlu Rûmî, Akşemseddin, Ahmed Bîcan, Yazıcıoğlu Muhammed ve diğer halifeleri de tıpkı hocaları gibi önce birer bilim adamı sonra sûfi olmuşlar, Türkçe yazıp, halka Türkçe seslenmişler, daima halk içinde Hakk ile beraber olup, aynı zamanda çalışıp hem ilim, hem de mal ve hizmet üretmişler el kârda gönül yarda ilkesini hayata geçirmişlerdir.

Şu bir gerçek ki Osmanlı toplumu cami, medrese ve tekke üçlüsünden aldığı iman suyu ile büyümüş ve 600 sene hayâtiyetini devam ettirmiştir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti liyâkatli/yetenekli yöneticiler, ilmiyle âmil (amel eden) âlimler ve nümûne-i imtisâl (örnek/model) olan mürşitlerin birlikteliğiyle kuruluş, gelişim ve yükseliş seyrini gerçekleştirmiştir.

Öyle ki, Osmanlı sultanlarının her biri şehzâdeliklerinden itibaren daha çok tasavvuf kültürü ile yetiştirilmiş, bu terbiyenin tesirlerini kimi Osmanlı sultanları hayatlarının sonuna kadar korumuşlardır. Bir Osmanlı padişahının şu itirafı onların ne denli güçlü bir hâlet-i ruhiyyeye (ruh haline) sahip olduklarını göstermektedir:

Padişah-ı âlem olmak bir kuru da’vâ imiş,

Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş. (Kara, O. , (1990a): 167)

Osmanlı padişahlarından her biri bir evliyanın talebesidir. Tasavvuf, devletin kuruluşunda maya vazifesi görmüştür. Osmanlı saray terbiyesi ve kültürünün de esasını teşkil etmiştir. Şeyh Edebâlî ile Osman Gazi kıssası, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda aşkın rolünü gösterir. Padişahlardan her biri, aynı zamanda tasavvufla meşguldür. Sultan Ahmed gibi sıkı mürid olanları da vardır. Muhiblik, yani bir veliyi sevmekle iktifa edenler de vardır. En çok padişahın mensubu olduğu tarikat Halvetî, sonra Nakşî, sonra Mevlevîliktir. Tasavvuf, devletin kuruluşunda maya vazifesi görmüştür. Osmanlı saray terbiyesi ve kültürünün de esasını teşkil etmiştir.

Osmanlı’da tekkeler etrafında oluşan canlı tasavvuf atmosferini devlet açısından sağlayanlar kuşkusuz devleti kuran Osman Gazi’den başlamak üzere neredeyse hanedanın tamamına yakın üyeleriydi. Yine devlet ricali de sûfî çevrelerle önemli oranda bağlantılıydı. Hemen hemen her yörede mevcut olan tekkelerle halkın bağı elbette daha kuvvetli durumdaydı. Yabancı araştırmacılardan Hans Mayer’in tespitine göre, hanedandan ve devlet ricalinden pek çoğunun ehl-i tarîki destekleyen maddi yardımları yanında birçokları da bizzat intisap ederek intişarına yardımcı olmuşlardı. (Özsaray. M. , (2005):6)

Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri sultanların tasavvufa ve tekkelere olumlu bakışı sürdürmesi ve özellikle XIX. yüzyılda III. Selim, II. Mahmud, Abdülaziz ve II. Abdülhamid gibi dirayetli padişahların devletteki gerilemeyi durdurmak için devletin kurumlarıyla birlikte tekkenin de ıslahı için dönemin ileri gelen sûfîleriyle birlikte ortaklaşa çalışmalar yürütmeleri aradaki tarihî dayanışmanın ne derece köklü olduğunun bir göstergesidir. Ayrıca onların bu siyasetinin sebebi devletin kuruluş devri vizyon ve misyonuna bir vefa ve aynı zamanda vazgeçilmez sayılan bu geleneksel ilişkinin sürdürülmesidir. Buradan şu anlaşılmaktadır: İlk Osmanlı beyleri nasıl ki Beylikler dönemindeki kargaşadan etkin şeyhlerin maddi ve manevi dinamikleri muhtevî vizyonlarından da yararlanarak dağılan İslâm ümmetini i‘lâ-yı kelimetullah ve gaza şuuruyla toparlayıp yeni bir devlet kurmak suretiyle zaman içerisinde "İslâm Birliğini" başarmışsa, çöküşten de yine onların tüm toplumu kucaklayıcı düşünce yapılarının özü olan Şeyh Edebali'nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” özdeyişindeki vizyonlarına ve gerekli yenilikleri de yapmak suretiyle tekrar bu hedefe dönülmekle çıkılabilir görüşünde olmalarıdır. Bu yüzden XIX. yüzyıl içindeki genel ıslahat hareketleri içinde tekkelerin ve tarikatların ıslahına ve tarihî fonksiyonel yapılarına kavuşmalarına da ayrıca önem verilmiştir. Bilhassa II. Abdülhamid döneminde İslâm birliği gayesine dönük faaliyetler içerisinde bu niyet daha da belirginleşmiştir. XIX. yüzyıl bu bakımdan oldukça dikkat çekicidir.

XIX. yüzyılda selatin-meşayih ilişkileri ve tekkelerle devletin dayanışması her dönemde olduğundan daha önemli hale gelmiştir. Bunun sebebi toplumun ve devletin çöküşten kurtarılmasıdır. Bunun için kâmil mürşidlere kuruluş ve gelişme devirlerinde olduğu gibi çöküşten kurtulmak için de yeniden görev düşmüştür. Çünkü tekkeler halkla iç içedir, halkın da devletin ortaya koyduğu hedefe uygun şekilde bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Buna karşın devletin kurtuluşunu Batılı düşüncelerin ve değerlerin topluma aynen adaptesinde görenler tarafından üstü kapalı tekkeyi hedefe koyanlar ve bunların ortadan kaldırılmasına dair fikirler ileri sürenler var olsa da kadim geleneğe bağlı padişahların temsil ettiği devlet aklının bunlara itibar etmeyip özellikle tekkeyi diri tutma çabasına giriştikleri görülmektedir. Ancak II. Abdülhamid devrinde bu kadim anlayış yerine Batı'dan devşirilmiş düşünce ve değerleri kurtuluş çaresi olarak görenlerin zamanla iktidara taşıdığı İttihat ve Terakki Partisi devleti çökertmek isteyen küresel oyunları göremeyip maceracı politikalara bel bağlayınca felaket beraberinde gelmiş ve devlet çökmüştür. Oysa dışarıdaki ve içerideki Batıcı zihniyet mensupları tarafından müştereken her zaman ötekileştirilen ulema ve meşayihin bunlara aldırmadan vatanın selameti için kuvâ-yı milliye hareketleri içerisinde bulunmaları ve Kurtuluş Savaşı döneminde istiklal mücadelesinde gönüllü olarak yer almaları bu zatların her zaman devlet ve milletle dayanışma içerisinde olduğunun ve geçmişte İttihatçıların devirdiği II. Abdülhamid'in medrese ve tekkeyi de devreye sokarak çöküşten kurtulma tercihinin ne kadar isabetli bulunduğunun ileriki yıllarda ortaya çıkan bir başka delilidir. (Özsaray, M. (2005):7-8)

Kaynaklarda Osmanlı padişahlarının ilişki içerisinde bulunduğu İslâm büyükleri ve bağlı bulundukları tarikatlarla ilgili çok sayıda bilgi vardır.

Osman Gazi, kayınpederi ve Vefâiyye tarikatinden âhi şeyhi Edebâlî’ye bağlıdır. Oğulları Orhan Gazi ve Alâaddin Paşa da öyledir.

Sultan I. Murad’ın, Şeyh Postinpûş adıyla bilinen Tebrizli Seyyid Mehmed Hammârî’ye bağlı olduğu söylenir. Şeyhi için Bursa Yenişehir’de tekke yaptırmıştır. Bu şeyhin, Melâmî olması muhtemeldir.

Yıldırım Sultan Bayezid’in, sonradan kızını verdiği Nurbahşiyye Şeyhi Emir Sultan diye meşhur Emir Ahmed Şemseddin Buhârî’ye hüsnü zannı vardı.

Çelebi Sultan Mehmed, muhtemelen Zeyniyye şeyhi Molla Fenari’nin muhibbiydi. Gençliğinde Bayramiyye tarikatından Şeyhî ile sohbet ederdi.

Sultan II. MuradMevlevî Emir Âdil Çelebi’nin müridiydi. Hayatında sıkı bir derviş gibi yaşamıştır. Tahttan üstelik iki defa feragat eden tek padişahtır. Rahmet-i ilahiyenin yağması için kabrinin üzerinin açık olmasını vasiyet etmiştir.

Fatih Sultan MehmedBayramî idi. Hacı Bayram halifesi ve İstanbul’un fethinin manevî mimarı Akşemseddin’e bağlıydı. Gençliğinde babası ile beraber Mevlevî Âdil Çelebi’ye intisap ettiği söylenir. Şeyh Vefâ’nın sohbetinde bulunmayı çok istemiş ise de şeyh “Sohbetin lezzetini alırsa, devlet işlerini ihmal ederek” diyerek padişahla görüşmeyi reddetmiş; ama padişahın cenaze namazını kıldırmıştı.

Sultan II. Bayezid, tasavvufa en düşkün padişahlardandır. Velî diye meşhurdur. Hal ve kerâmetleri anlatılır. Şehzadeliğinde Halvetî şeyhi Çelebi Halife’ye mürid olmuştu. Ebussuud Efendi’nin babası ve Halvetî şeyhi Muhammed İskilibî (Şeyh Yavsî) ve Bayramî şeyhi Baba Yusuf Seferhisârî ile de sohbet ederdi.

Yavuz Sultan SelimZeyniyye şeyhi Halimî Çelebi’ye mensuptu. Babası gibi hal ve kerâmetleri çokça anlatılır. Fevkalâde mütevazı ve sâde yaşantısı ile tam bir derviş idi. Şam’da Nakşî şeyhi Muhammed Bedahşî ile sohbetleri meşhurdur.

Kanuni Sultan Süleyman, sütkardeşi Üveysî şeyhi Yahya Efendi ile irtibatlıydı. Ama gençliğinde Emir Buhârî halifelerinden Abdüllatif Mahdumî veya Mehmed Nurullah (Yorgancı Emir) Efendi’ye bağlanmıştır. Ubeydullah Ahrâr halifesi Eyüplü Baba Haydar Semerkandî ve Halvetî şeyhi Nureddinzâde ile sohbeti vardır. İlk Nakşî padişahtır.

Sultan II. Selim, 1574’de vefat eden Halvetî şeyhi Diyarbekirli Süleymân Âmidî’nin müridiydi.

Sultan III. Murad, önceleri Halvetî şeyhi Hüsameddin Uşşâkî’nin muhibbiydi. Sonra Mâverâünnehr’den İstanbul’a gelen Nakşibendî şeyhi ve Hâcegî Emkenegî’nin halifesi Hâce Ahmed Sâdık Kâbilî’ye intisap etti.

Sultan III. MehmedHalvetiyye’den Abdülmecid Sivâsî’ye mensuptu. Sonra Halvetiyye-i Celvetiyye’den Aziz Mahmud Hüdâî’nin de sohbetlerinde bulundu. Öyle ki Hüdâî, hanedanın şeyhi oldu. Sultan I. AhmedSultan I. MustafaSultan II. OsmanSultan IV. Murad ve muhtemelen Sultan İbrahim kendisine mensuptu. Sultan Mustafa’nın müridlikte ileri giderek cezbeye kapıldığı ve bu halde kaldığı rivayet olunur.

Sultan IV. MehmedHalvetî idi. Bir rüya üzerine Kilitbahir’e giderek Ahmed Câhidî’ye intisap etti. Onun için bir tekke yaptırdı. Abdülehad Nurî ve Karabaş Velî’den de istifade etmiş; Mevlevî Receb Enis Dede’nin sohbetinden zevk almıştır.

Sultan II. SüleymanHalvetiyye’den Atpazarlı Osman Fazlî Efendi’nin müridiydi.

Sultan II. AhmedSultan II. Mustafa ve Sultan III. AhmedMevlevî Şeyhi Receb Enis Dede’ye mensup idiler. 

Sultan I. Mahmud ve kardeşi Sultan III. Osman, 1755’de vefat eden Nakşibendî şeyhi Seyyid Muhammed Murâdî’ye intisaplıydı.

Sultan III. Mustafa da, Nakşî şeyhi Beyzâde Mustafa Efendi’den feyz almıştır.

Sultan I. AbdülhamidSa’diyye tarikatından Mehmed Ziyâd Efendi’nin müridiydi.

Sultan III. SelimMevlevî şeyhi Mehmed Emin Çelebi’ye intisap etmişti. Şeyh Gâlib ile de sohbetleri çoktur. Kaşgarî Tekkesi Nakşî şeyhi İsa Geylânî ile de sohbetleri çoktur. Yanına genç şehzâdeleri alıp, Ramazan ayında çoğu geceyi Eyüp'teki bu tekkede geçirirdi.
 Sultan IV. Mustafa’nın Fatih’de Nakşibendî Molla Murad tekkesi şeyhi mesnevîhân Abdülhalîm Efendi’den feyz aldığı rivayet olunur

Sultan II. Mahmud, Nakşibendî’dir. Yahya Efendi tekkesi şeyhi Mehmed Nuri Efendi’ye bağlıydı.

Sultan Abdülmecid de babası gibi Nakşibendî idi. Babasının şeyhine hüsnü zannı vardı. Hatta başı Nuri Efendi’nin dizinde, kelime-i tevhid söyleyerek can vermişti. Sultan Selim Câmii avlusundaki türbesinde, Yanyalı İsmet Efendi tekkesi müridlerinin her Cuma gecesi hatm-i hâcegân yapmalarını vasiyet etmişti.

Sultan AbdülazizMevlevî idi ve Sadreddin Çelebi’ye mensuptu.

Sultan II. Abdülhamid, önceleri Nakşibendiyye’den Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin sohbetlerinde bulundu. Sonra Şâzelî şeyhi Zâfir Efendi’ye mürid oldu. Bunun vefatından sonra Kâdiriyye’den Yahya Efendi postnişini Abdullah Efendi ve Ebulhüdâ Rifâî’den de feyz aldı.

Sultan ReşadMevlevî idi. 186'da vefat eden Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Salâhaddin Dede’ye bağlıydı. Sultan V. Murad için de böyle bir rivâyet vardır. Hatta oğluna şeyhinin ismini vermişti.

Sultan Vahîdeddin, baba ve dedesi gibi Nakşibendî idi. Gümüşhanevî tekkesi şeyhi Ziyaeddin Dağıstanî’nin muhibbiydi. Şeyhin vefatında asasını hatıra olarak almıştır. (Ekinci, E. B. , (2012)

Tarihçi Naîmâ’nın anlayışına göre Osmanlı Devleti ümmet birliği şuuruna sahiptir. Bu devlette Türk, Arap, Çerkes, Laz, Arnavut, Boşnak vs. milletler yok, Osmanlı vardır. Hâkim millet Türkler olmasına rağmen akla ilk gelen şey İslâm ümmeti ve Osmanlı Devleti’dir.(Coşkun, A. , (2004): 60) Devlet-i Aliyye, Osmanlı tarihçilerinin müşterek tavsiflerine göre daima yaşaması gereken bir devlettir. Naîmâ gibi Subhî de bu devleti, “dâimü’l-karar” (Subhî, M. E. , (2007):7) “ebediyyü’d-devâm”   (Subhî, M. E. , (2007):12), “dâimü’l-kıyâm”  (Subhî, M. E. , (2007):14)  ve “ebediyyü’n-nizâm” (Subhî, M. E. , (2007):44)  olarak vasıflandırır. Bu düşünce devletin son dönemlerine kadar hep var olagelmiştir. Fakat zamanla devletin temel ilkelerinin uygulanmasında görülen gevşeklik ve zamanın gereklerine göre yeni tedbirler almada gösterilen zaaflar sebebiyle gerileme ve çöküş başlayınca bu hâlden çıkış için çareler aranmaya başlanmıştır. Rusya üzerine tekrar cihad ve gaza için Sadrazam Yusuf Paşa’ya hitaben sâdır olan 16 Rebîülâhir 1224 (31 Mayıs 1809) tarihli fermanında da Osmanlı ülkesi için “Memâlîk-i İslâmiyye” ve Osmanlı Devleti için de “Devlet-i İslâmiyye” tabirleri kullanılmıştır. (Câbî, Ö. E. (2003): 453-454.)

Burada sadece Osmanlı’yı değil bütün İslâm dünyasını etkileyen İbn Arabî’nin vahdet-i vücûd anlayışından da söz etmek gereklidir. Nakşibendiyye’nin Müceddidiyye kolu hariç Osmanlı’da bütün tarikatların bu görüşü benimsedikleri, bunun sebebi olarak da Malatya-Konya ekseninde sekiz seneye yakın etkinliklerde Muhyiddin-i Arabî’nin bu anlayışını Sadreddin Konevî, Müeyyidüddin Cündî, Abdurrezzak el-Kâşânî ve Davud-ı Kayserî vasıtasıyla Ekberiyye adıyla ayrı bir akım olarak Osmanlı toplumuna taşınması gösterilir. Ayrıca Füsûsü’l-hikem’in okutulması, şerhlerinin yapılması ve ilk müderrisin Davud-ı Kayseri olması dolayısıyla bu tasavvufî akımın Osmanlı’da resmen temsil edildiği belirtilir. İbn Arabî’nin Fütûhât-ı Mekkiyye’sinden yapılan alıntılar, kısmî şerh ve tercümeler yoluyla bu etkinin devam ettiği ve eserin Füsûs kadar olmasa da okutulduğu aktarılır. Bu iki eserin 1910’larda İstanbul’da kurulması düşünülen Medresetü’l-Meşayih’te okutulmasının tasarlandığı kaydedilir. İbn Arabî’nin tasavvufî düşüncesi kendi eserlerinin yanı sıra öğrencisi Sadreddin Konevî’nin onu şerhetmek üzere hazırladığı Miftâhü’l-gayb adlı eseri ve yine ona yapılan şerhler yoluyla da yayıldığı ifade edilmiştir..

Mahmut Erol Kılıç'a göre, İbn Arabî'nin Selçuklu zamanında Malatya-Konya ekseninde bir süre ikamet edip ilim ve irfan meclisleri düzenlemesi, istidadı olanları talebeliğe kabul etmesi, Selçuklu sultanlarına nasihat etmesi ve onlardan hüsnükabul görmesi, Osmanlı Devleti'nin doğuşu ve çöküşünü kendisine izafe edilen eş-Şeceretü'n-Nu‘mâniyye adlı eserde önceden haber verdiğinin aktarılması ve böylece Osmanlı ile mistik bir irtibatının sağlanması, devletin manevi kurucusu Şeyh Edebali'nin Dımaşk'ta öğrenim görürken sohbetlerine katılıp müridi olduğunun nakledilmesi, Füsûs'u şerheden Davûd-ı Kayserî'nin ilk Osmanlı başmüderrisi olması, onun talebesi Molla Fenarî'nin ilk şeyhülislâm olması Ekberiyye mektebi ile Osmanlı Devleti arasında oluşan irtibatın ilginç delilleridir. Yavuz Sultan Selim'in Mısır dönüşünde Şam'da onun kabrini buldurup oraya mescid, medrese ve tekkeden oluşan külliyenin yapılmasını emretmesi de bu irtibatın önemli tezahürlerindendir. (Özsaray, M. , (2018) :80)

Muhyiddin-i Ârabî’nin Müjdesi

 Osmanlı Devleti’nin nın kuruluşundan yetmiş sene önce vefat etmiş olan ve Şeyh- Ekber/En büyük şeyh olarak bilinen tasavvuf, hadis ve fıkıh alanlarında büyük eserler veren Muhyiddin-i ârab’i (1165-1240)Osmanlı Devleti ve bu devletin kurucuları hakkında “Dâire-i Nu’maniyye fid-devlet’il Osmaniyye” adlı eserde bilgiler vermiş ve Osmanlı’nın kuruluşunu kuruluşundan 70 yıl önce müjdelemiştir. (Müneccimbaşı, A. D. (tarihsiz, 1.):46)

Müceccimbaşı Ahmed Dede kendi adını taşıyan eserinde Osmanlı’nın kuruluşu ile ilgili olarak şu bilgilere yer vermiştir:

Bil ki Osmanlı Devletini kuranlar, yeryüzünün en haşmetli  (gösterişli) ve en büyük hükümdarlarıdır. Onlar en kudretli saltanata, en geniş memlekete sahiptirler. Yüksek bir kudret ve akıl sahibidirler. Bahtları ve kısmetleri açıktır. Çok hayır yapar ve ihsanda bulunurlar. Onların saltanatları en şevketli, kılıçları en keskin, mızrakları en sivridir. Mal, at ve silah bakımından yeryüzünün en zenginleridir. Görüşleri en doğru yolları en güzeldir. Şiddetli bir kuvvet ve tesirleri/etkileri vardır.

Doğunun ve batının, karaların ve denizlerin hükümdarı, Mekke ve Medine’nin koruyucusudurlar. Allah onları, Süleyman peygamberden sonra hiçbir kimseye nasip olmayan hükümdarlıkla şereflendirmiştir…

Bununla birlikte, bu devletin hükümdarları, kendilerinden önceki hükümdarların birbirlerine yaptıkları gibi, selefleri (kendilerinden önceki)  olan hükümdarlara zulüm ve haksızlık etmemişlerdir.(Müneccimbaşı, A. D. (tarihsiz, 1): 43)

Osmanlı devleti, sahabe ve tabiinden olan-Allah onlardan razı osun- Selef-i Salihin’in (ilk çağ Müslümanları- Sahabe, Tabiun ve tebe-i tabiun)ortaya çıkışı gibi en güzel şekilde ortaya çıkmıştır. Bu devletin hükümdarları bütün gayretlerini İslâm’ın tevhid akidesini yüceltmek ve Müslümanlığı yaymak (İlây-ı kelimetullah) için sarf etmişlerdir. Kâfirleri, Müşrikleri ve dinsizleri (onların zulüm ve işkencelerini ve Müslümanlara olan eziyet ve zararlarını) ortadan kaldırmak için cihad etmişler/Allah yolunda cehd/gayret gösterip mücadele etmiş) dir. Allah onlara Süleyman peygamberden sonra hiçbir kimseye vermediği bir hükümdarlık lütfetmiştir. Bu hükümdarlığı ve mülkü yavaş yavaş (tedricen) ihsân eyleyerek lütfünü tekrarlamıştır. Ayrıca onlara, bu hükümdarlığın esaslarını kuvvetlendirebilmeleri, bu devleti kıyamet gününe kadar devam ettirebilmeleri için koymaları gereken güzel kanunları ilhâm etmiştir. Allah onlara bu mülkü ve hükümdarlığı Cengiz Han, Timur Han ve onlara benzeyen zalim ve azgın hükümdarlara, zulümleri artsın diye, bir defada vermeyip, yavaş yavaş ihsan eylemiştir.(Müneccimbaşı, A. D. (tarihsiz, 1): 44)

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili sahih rivayetlerden bir diğeri de şudur: Şeyh-i Ekber Muhyiddi-i Arabî (Şeyh-i Ekber En büyük şeyh demektir.) cifr ilmi yardımıyla ve ayetlerin gizli manalarından Osmanlı devletinin şânının yüceliğini ve kıyamete kadar süreceğini keşfetmiştir. Bunu “Dâire-i Nu’maniyye fid-devlet’il Osmaniyye” adlı eserinde zikretmişlerdir. Bu, cifr ilmini bilenlerin malumudur. Şeyh-i Ekber bunu (eserini) Osmanlı’nın ortaya çıkmasından 70 sene önce istihrac etmişlerdir. (yani bu kitabı Osmanlı’nın ortaya çıkmasından yetmiş yıl önce yazmıştır.) (Müneccimbaşı, A. D. (tarihsiz, 1): 46)

Bilhssa Muhyiddin-i Arabî hazretlerini “Sin Şin’a girince Mim’in kabri ortaya çıkar” ve ya “Sin Şına girince benin sırrım ortaya çıkar” sözleri ile dile getirdiği kerâmet Yavuz Sultan Selim’in Şam’a girmesiyle ortaya çıkmıştır.

Yavuz Sultan Selim, 24 Ağustos, 1516 tarihinde “Mercidâbık” savaşını kazandıktan sonra Haleb’e girmiş, iki hafta sonra da oradan ayrılıp Eylül ayı sonunda Şam’a ulaşmıştı. Buradan Mısır’a geçmeden önce de 15 Aralık’a kadar Şam’da kalmıştı. Yavuz Şam’da kaldığı sıralarda, Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin (638/1240) bir kitabında geçen “Sin Şin’a girince Mim’in kabri ortaya çıkar” şeklindeki bir ifadeyi, büyük âlim Kemal Paşazade ile birlikte incelemişlerdi. Burada “Sin”in Selim’e, “Şin”ın Şam’a, “Mim”in de Muhyiddin’e işaret olduğu kanatine varılmıştı. Yavuz Selim, Şam ve civarında bazı İslâm büyüklerinin kabirlerini ziyaret ediyordu. Çok saygı duyduğu Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin yeri ise hiç kimse tarafından bilinmiyordu. Çünkü asırlar önce, eserlerini yanlış anlayıp karşı çıkan bazı Suriye âlimlerinin de etkisiyle kabri harabeye çevrilip kaybolmuştu. Yavuz Selim, bir gece rüyasında Muhyiddin Arabî Hazretleri’ni kendisine şöyle derken görür: “Ya Selim! Senin gelmeni beklerdim. Safa geldin, hoş geldin. Mısır gazanı sana müjdelerim. Sabahleyin bir siyah ata bin. O seni bana götürür. Beni hâk-i mezelleten (horluk toprağından) kaldır. Bana bir türbe, bir cami ve imaret yapıver. Yürü işin rastgele, Mısır fethi müyesser ola!”Yavuz sabahleyin bir siyah ata biner. At gider, Salihiyye Mahallesi’nde bir çöplükte durup eşinmeye başlar. Orası açılınca büyükçe bir taş çıkar. Üzerinde Arapça olarak “bu Muhyiddin’in kabridir” yazısı görülür. Yavuz Selim orayı temizleterek kabri ortaya çıkarır. Yavuz, 22 Ocak 1517 tarihindeki Ridâniye Savaşı ve Mısır’ın fethinden dokuz ay kadar sonra, ekim ayında tekrar Şam’a gelir ve dört aydan fazla kalır. Bu süre içinde Şeyh’in kabrine türbe, yanına ise bir cami ve aşevi yaptırır. İlk cuma namazıyla da açılışını yapar. (5 Şubat 1518) (http://www.ehlisunnetbuyukleri.com)

Yavuz Sultan Selim ayrıca, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri'nin vefatından önce ayağını yere vurarak:

"Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır" buyurduğu yeri tesbit ettirip kazdırdı. Oradan küp içinde altın çıktı. Bundan Muhyiddin-i Arabî Hazretleri'nin: "Siz Allah Teâla'ya değil de paraya tapıyorsunuz" demek istediği anlaşıldı. Gerçekten de O’nun idamına sebep, hazretin bu sözleri olmuştu.

Osmanlıların yeni fethedilen yerlerde uyguladıkları sistemler arasında “Kolonizatör Türk Dervişleri” denilen şeyh, baba, abdal lakaplı ve sûfi kimlikli dinî grupların liderliğinde gerçekleştirilen iskân siyasetinin de önemli etkisi olmuştur. Anadolu’nun fethi ve İslamlaşmasında olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında da Türkleri harekete geçiren en önemli unsurların başında bu tasavvuf düşüncesi gelmektedir.  Abdalân-ı Rûm, Gâziyân-ı Rûm Ahiyân-ı Rûm ve Bacıyân-ı Rûm denilen bu gruplar Anadolu’da sürekli propaganda yaparak ve Anadolu devletlerinin savaşlarına katılarak fetihlerin kalıcılığını sağlamışlardır.. Baba İlyas, Hacı Bektâş-ı Velî, Abdal Mûsâ, Geyikli Baba ve Abdal Murad, Doğlu Baba gibi sȗfîler Osmanlının kuruluş aşamasında Anadolu’da tanınan abdalân zümresindendir.

Prof Dr. Ömer Lütfi Barkan “Kolonizatör Türk Dervişleri” adlı küçük bir kitap haline getirilmiş olan makalesinde Osmanlı’nın kuruluşunda yer alan bu âlimler, aydınlar, dervişler ve esnaf zanaatkârlar konusunda bilgiler verir. O’nun Prof. Dr. Fuad Köprlü’den nakline göre Osmanlı’nın kuruluşunda İslamlaşmış Rumların ve yerli ahâlinin hiçbir tesiri yoktur. Köprülü’ye göre:

Gibbons’un iddiasının tamamen aksine olarak bu asırda Anadolu ve Osmanlıların uç beylikleri ile diğer Türk ve Müslüman dünyası sıkı bir münasebet halinde bulunmakta idi. Bu devirde putperest Moğallara karşı islâmlaşmakta devam eden Anadolu’da tahrikâtta (bir takım hareketler de ve müdahalelerde) bulunan Altın Ordu devleti ile Suriye ve Mısır Memlükleri, velhâsıl İslâm ve Türk âleminin her tarafı, Anadolu ile sıkı bir münasebet halinde bulunmakta idi. Hudutlarda yalnız göçebe değil, Türk-İslâm dünyasının her tarafından gelmiş şehirli unsurları ve o meyanda ulemâ, şeyh ve zanaat sahibi her türlü muhacir kafilelerini cezp etmiş olması, bu noktai nazari teyid etmekte (ispatlamakta, kuvvetlendirmekte) idi”. (Barkan, Ö. L. (Tarihsiz):10)

Bu Konuya, Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) adlı eserinde dikkat çeker ve şöyle der:

Diğer taraftan Anadolu’da Hıristiyan halktan 1000 (bin) evlik de olsa kitle halinde her hangi bir İslâmlaşmanın vuku bulduğu üzerinde, Türk, Bizans, Ermeni ve Arap kaynaklarında bu güne değin her hangi bir habere rast gelinmediği gibi, en ehemmiyetsiz içtimai olaylardan dahi bahsedildiğini gördüğümüz pek zengin Osmanlı arşiv vesikalarında da bu hususta bir kayıt elde edilememiştir. Öte yandan eğer toplu halde dinden dönmeler olsa idi, Müslüman olan bu yerli toplulukları Bulgaristan’daki Pomaklar, Arnavutlar ve Boşnaklar gibi, kendi ana dillerini konuşur görecektik.” (Sümer, F. , (1992):5)

Osmanlı devletinin kuruluşunda kozmopolitleşmiş olma iddiası asılsız ve delilsizdir. Aksine Osmanlı devleti ve idare teşkilatı eski Türk Devlet sistemine, Türk Töresine, İslâmi ve Selçukî esaslara göre kurulmuştur ve kuruluşunda tamamen yukarıda adı gecen Türk asıllı aydınlar, şeyhler, dervişler ve zanaatkârlar yer almıştır.

Barkan “Kolonizatör Türk Dervişleri” adlı kitabında:

Osmanlı imparatorluğunun kurulmakta olduğu zamanda Anadolu’daki uç beylikleri, medenî bir hayatın kaynağı olan Türk ve İslâm dünyasının her tarafından gelmiş her sınıftan ve meslekten adamlarla doludur: İslâm şovelye ve misyonerleri diyebileceğimiz dervişler, bunlar arasında bilhassa Âşık Paşazâde tarihinde Gaziyan-ı Rum diğer tarihlerde Alpler veya Alperen nâmı altında zikredilen ve daha İslâmiyetten evvel bütün Türk dünyasında mevcut olan eski ve geniş bir teşkilata mensup, Türk şövalyeleri mevcuttu. Hakikatte; Osman Gâzi’nin arkadaşlarının birçoğunun ünvanı olan bu Alp tâbiri dikkate şâyandır. Bunlardan şehirlerde yerleşmiş ve İslâm dünyasına mensup bazı dinî tarikatların tesiri altında kalmış olanların ise ünvânı bilâhere “Gâzi” ye dönüşmüş gözükmektedir. Yine aynı kitapta ismi geçen Âhiyân-i Rûm yani Anadolu Âhileri ile Horasan Erenleri de denilen Abdalân-ı Rûm yani “abdal” ve “baba”  (ayrıca dede)ismini taşıyan ve bilhassa Türkmen kabileleri arasında telkinâtta bulunan (islâmı yayma faaliyetlerinde bulunan) ve genelde Osmanlı Pâdişahları ile bütün harplare katılmış bulunan delişmen tabiatlı ve garip tavırlı dervişler bulunmakta idi. (Bunlardan başka) Âşık Paşazâde tarihinin Bâcıyan-ı Rûm yani Anadolu kadınları...(Barkan, Ö. L. , (Tarihsiz) 11) bulunmakta idi.

Eski Türklerde yiğit kimselere “alp” denilmekteydi. Sözlükte alp için yiğit, bahadır, kahraman pehlivan anlamları verilmiştir.  (Şemseddin Sami, (1317): 496)

Eski Türkler cesaretin, yiğitliğin, kahramanlığın ve cömertliğin toplandığı insan tipine alp derlerdi.  Bu unvan Türk lehçelerinde mevcut olup İslâmiyet’e girişten sonra da kullanılmaya başlandı. Abbasîlerin Şam Valisi Alp Tegin, Gazneli Alp Tegin, Selçuklu Hükümdarı Alp Arslan, Karahanlı Emiri Alp Er Han, Anadolu Selçuklularında Nuh Alp ve Mahmud Alp bu unvanla anılan meşhur alplerdi. Yine Ertuğrul Gâzi ve Osman Gâzi’nin Turgut Alp, Gündüz Alp, Aykut Alp, Hasan Alp, Abdurrahman alp gibi alp adını taşıyan Alpleri vardı. İslâmiyetin Türkler arasında yayılmasından sonra Türk alplerine önce alpgazi denilmiş, tasavvuf cereyanının halk arasında yerleşmesiyle de alperenler, yani mücahid dervişler unvanıyla bunlar uç bölgelerde yaşamışlardı. Bunlar Osmanlı devletinin kuruluşunda büyük rol oynamışlardı. Âşıkpaşazade’nin bahsettiği Anadolu gazileri Müslüman alplerdi.

İngiliz yazar Fairfax Downey’in Kânunî Dultan Süleyman için yazdığı kitapta bu alperenlerin savaşa nasıl koştukları şöyle anlatılır:

“…Bunların ardınca, atları garip bir tarzda kürkler ve tüylerle süslenmiş olan suvâri alayları geliyordu; bunlar, böbür derisi külâhlarının altında perçemleri fışkıran, arslan, yahut ayı postundan (yazar kurt postunu arslana, ayıya benzetmiş) saltaları omuzlarında sallanan “Deliler” yâhut “Serdengeçtiler” di; gürzleri, hançerleri ve mızrakları olmakla beraber, bunlar da gönüllüler, fedâilerdi, öyle fedâiler ki “dini bir uğruna” taasubundan gözlerini duman bürümüş bir şeceatle (cesaretle) cenge atılıyorlardı. (Downey, F. , (1975):23)

Ertuğrul Gâzi, Osmân Gâzi ve onlardan sonra gelenler devletin kuruluşunda ve bir cihan devleti haline gelişinde bu kuvvetlerle bir ve beraber olmuşlardır. Osmanlı devleti bir gazâ devleti olarak doğmuş olup; Osmanlı hükümdarları, Orhan Gâzi’den itibaren gâziler ve mücahidler sultanı “Sultân’l-guzat va’l-mücâhidin” unvanını benimsemişlerdir.

Barkan’a göre:” Burada, yalnız bazı büyük şehirlerde ve burjuvalar muhitinde (bölgesinde) değil, uç beyliklerindeki köylerde de bilhassa şubeleri olan Ahi teşkilatının Anadolu’daki faaliyetlerinin Osmanlı imparatorluğunun kurulmasında büyük rol oynamış olduğunu kaydetmek gerekir. Prof. Fuad Köprülü’ye gör; “Gâzi” Osman’ın kayınpederi Şeyh Edebâli ile silâh arkadaşlarından birçoğunun hattâ Orhan’ın kardeşi Alâeddin’in bu târikate mensub bulunuş, ilk piyâde askerî üniformasının Ahi üniforması oluşu ve Yeniçeriler için Ahi başlığının kabul edilmiş olması, bu bakımdan son derece mânidardır. (Barkan, Ö. L. , (Tarihsiz):12)

Hatta bu kadrolara Osmanlıyı kuran asıl manevi kurucular, Osmanlı’nın yaptığı fetihlerin de gerçek sâhipleri ve mânevî fatihleri diyebiliriz. Bu kadrolar çoğu kez Osmanlı ordulardan önce fethedilecek beldelere gidip ocaklar, tekkeler, zâviyeler ve dergâhlar kurarak bu beldeleri mânen fethetmişlerdir. Hatta 1402 yılında Yıdırım Bayazid’in Ankara savaşında Timur’a yenilmesinden sonra başsız kalan devlet on yıl boyunca Çelebi Mehmed’ın başa geçmesine kadar başta Ahiler olmak üzere bu dervişler ve babalar ve bunların kurmuş oldukları loncalar/esnaf teşkilatları sayesinde ayakta kalmıştır.

Ahi kelimesinin kökeni hakkında ileri sürülen iki görüş vardır. Bunlardan birincisi Ahi Arapçadaki kardeş manasına gelen “ahî” kelimesinden gelmektedir. İkinci görüş ise kelimenin Divân-i Lügati’t- Türk ve Atabetü’l-Hakayık gibi kaynaklarda geçen ve Türkçemizin en eski sözcüklerinden birisi olan “eli açık, cömert” anlamlarına gelen “akı-akî” kelimesinden geldiği görüşüdür. Akı kelimesi Türkçede çok sık görülen bir ses olayı olan (k<h) değişmesiyle “ahı” şeklini almıştır.

Kavramsal çerçevede kelime olarak “ahi” kelimesinin kaynağı hakkında iki farklı görüş vardır. Divânü Lügati’t-Türk ve Atabetü’l-Hakâyık gibi kaynaklardan hareketle ileri sürülen görüşe göre “ahi” kelimesi, Türkçe “eli açık, cömert” anlamlarına gelen “akı” kelimesinden gelmektedir.8 Diğer bir görüşe göre ise kelimenin kaynağı, Arapça “kardeşim” anlamına gelen “ahî” kelimesidir.9 Neşet Çağatay, “Bir Türk Kurumu Olan Ahilik” adlı eserinde, “ahi” kelimesinin “akı”dan geldiği görüşünü benimserken daha önce kaleme aldığı “Fütüvvet-Ahi müessesesinin Menşei Meselesi” adlı makalesinde “ahi” kelimesinin Arapça erkek kardeş anlamına gelen “ahî” kelimesinden alındığını ifade ettikten sonra Fransız Türkolog Jean Deny’nin “ahi” kelimesinin “akı”dan geldiği görüşünü naklederek kendisinin de bu görüşe yakın olduğunu hissettirir.  Etimolojik olarak “ahi” kelimesinin Türkçe kökenli olduğunu ileri sürenlere göre, “akı” kelimesindeki “k” harfi Anadolu’da bir söyleyiş tarzı olarak “h” şeklinde telaffuz edilmesiyle kelime “ahı” şekline dönüşmüş ve kelime zamanla yerini Arapçadaki kardeşim anlamına gelen “ahî” kelimesine bırakmıştır. “Ahi” kelimesinin “akı” kelimesinden kaynaklandığını benimseyenlere göre, “ahi” sözcüğü “kardeş, kardeşim” anlamında olmuş olsaydı “Ahilik” de “cömertlik” değil “kardeşlik” anlamında kullanılması gerekirdi.  Neşet Çağatay’ın naklettiğine göre, “ahi” kelimesinin, zannedildiği gibi Arapça “ahî” kelimesinden değil, Türkçe “eli açık, cömert” anlamlarına gelen “akı” kelimesinden geldiği görüşünü ilk ortaya atan ise, Fransız Türkolog Jean Deny’dir. Diğer taraftan “ahi” kelimesinin “akı” kelimesinden kaynaklandığı görüşü üzerinde durulurken kelimenin Arapça’ya “akı” kelimesinden “ahî” olarak geçtiğini söyleyenler de vardır.

Ahi kelimesinin Arapça “kardeşim” anlamına gelen “ahî” kelimesinden kaynaklandığı görüşüne gelince, “ahî” kelimesi Arapçada neseben erkek kardeş, sıddîk (dost) ve sâhib (sohbet edilen)  gibi anlamlara gelmektedir. Kelimenin aslı bağlanacak ip demek olan “el-ehiyye” kelimesinden alınmıştır. Istılah olarak M. XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, kelimeye bir “y” ilavesiyle, Anadolu'daki fütüvvet birliklerine verilen bir isim olarak fütüvvet mukabili kullanılmıştır. Gölpınarlı’ya göre “ahi” kelimesi, Türkçe “akı” kelimesinden gelmiş olabileceği gibi, fütüvvetnâmelerde Ahi Ferec Zencânî (ö. h.457/1065) gibi daha erken dönemlerde “ahi” lakabıyla anılan şahısların isimlerinin geçmesi, fütüvvet ehlinin birbirlerini kardeş saymaları ve fütüvvet ehli hakkında “filanın ihvanından” sözünün kullanılması gibi hususlar, kelimenin Arapça “ahî” kelimesinden geldiği mülahazasını da kuvvetlendirmektedir.  (Çakmak, M.,  (2014/1): 145-146)

Ebu Abdurrahman es-Sülemî, fütüvvet konusunda yazılan ilk eser olarak bilinen Kitabü’l-Fütüvve adlı eserinde fütüvveti, Allah’ın emirlerine uyma, güzel ibadet, her kötülüğü bırakma, açık ve gizli ahlâkın en güzeline sarılma olarak tarif eder. Sülemî’nin, kitabında yer verdiği fütüvvet esaslarından bazıları ise; doğruluk, vefa, cömertlik, güzel huy, göz tokluğu, dostlarla şakalaşma, arkadaşlarla iyi geçinme, kötü söz dinlemekten kaçınma, iyilik yapmayı arzulama, güzel konuşma, ahde vefa, Allah'ın emaneti olan aile efradına ve hizmetçilere iyi muamele, çocukları terbiye etme, büyüklere karşı edepli davranma, kin, aldatma ve buğzdan uzaklaşma, Allah için dost ve Allah için düşman olma, malını ve varlığını dostlara açma, misafirlere hizmet etme, kötülüğü iyilikle karşılama, tevazua sarılma ve kibirden kaçınmadır. (Çakmak, M.,  (2014/1): 147-148)

Burada fütüvvet kavramının iki boyutu ortaya çıkmaktadır ki, birincisi, Allah’ın emirlerine uyma ve güzel ibadet; ikincisi ise, güzel ahlâktır.  Diğer bir ifadeyle bu, insan-Allah ilişkisi ve insan-insan ilişkisi boyutunda fütüvvettir ki, birincisi ubudiyet” (kulluk) bilinci olarak idealize edilen kemâle erme, ikincisi ise, buna bağlı olarak insanlığa dönük insani ilişkilerde mükemmelliği sergilemedir. Şu halde “fetâ” Allah’a karşı kulluk bilincinde olan ve Allah’ın yarattıklarına karşı da davranışlarında mükemmel ve erdemli kişidir. Fetâdan beklenen sadece mü’mine karşı cömertlik, iyilik ve yardımsever olması değil, bütün varlıklara karşı bu tavrını sürdürmesidir. (Çakmak, M. , (2014/1): 147-148)

Sülemî’nin kitabında fütüvvetin gereklerinden olarak bahsettiği şeyler, benzer değerler olarak Ahiliğin kaynağı olan Fütüvvetnamelerde ahilerin uyması gereken fütüvvet esaslarıdır. Fütüvvetnâmelerde Ahilerin neler giyip giyemeyeceği, giyeceği şeylerin şekli, rengi ve cinsi gibi birçok kurala varıncaya kadar “Ahi”de bulunması ve bulunmaması gereken hususlara yer verilir. Örneğin Ahinin üç şeyi açık, üç şeyi kapalı olmalıdır. Açık olanlar, eli açık olmalı (cömert olmalı), kapısı açık olmalı (konuk sever olmalı), sofrası açık olmalı (ikramı herkese) olmalıdır. Kapalı olanlar ise, gözü kapalı olmalı (kimseye kötü bakmamalı ve kimsenin ayıbını görmemeli), beli kapalı olmalı (kimsenin ırzına, namusuna, haysiyet ve şerefine göz dikmemeli), dili kapalı olmalı, yani kimseye kötü söz söylememelidir.(Çakmak, M. , (2014/1): 149)

Ahîlik mevcut fütüvvet geleneğinden büyük ölçüde etkilenmiş, eski Türk töre ve geleneklerinden beslenmiş ve kendine özgü yöntem ve kurallar geliştirerek Anadolu’da toplumsal, kültürel, ekonomik ve en önemlisi siyasî hayatı yönlendiren bir kurum olmuştur.

Moğol’a Meydan Okuyan Bir Alperen “Ahi Evran”

 Ahilikte şüphesiz din ve tasavvuf çok önemli iki konumundadır. Fakat kuruluş devresinde Ahilik, devlet ve siyaset işleriyle doğrudan ilişki içinde olan bir yapılanama olarak önümüze çıkmaktadır. Gerek Anadolu Selçukluları ve beylikler döneminde Moğollara karşı duruşları, gerekse Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda üstlendikleri rol, Ahilerin siyasi iddiâ ve tavır sahibi olduklarının açık delilleridir. Öncelikle dikkat çekmek isteriz ki, Ahiliğin Anadolu’daki kurucusu ve yayıcısı Ahi Evran, sadece esnafların pîri, bir öğretinin baş hocası ya da bir teşkilatın alelâde reisi değildir. O, şartlar gerektiğinde bir siyasetçi olmuş, bir asker olmuş ve milletin menfaatleri doğrultusunda hiçbir kuvvetten çekinmeden mücadelesini vermiştir. Bütün Anadolu, Moğol zulmü altında inlerken onlarla iyi geçinmek suretiyle yüksek makamlar elde etmeyi tercih etmek yerine “insan” olmanın gereğini uygulamış ve onlara karşı amansız bir mücadeleye girişmiştir. Hür ve müstakil yaşama isteği, baskı ve zulme tavır alma ve karşı çıkma düşüncesi aslında bir kahramanlık emaresi değil, insan olma şerefinin tabiî bir gereğidir. Dolayısıyla bir “insanlık biliminin” mensupları olan Ahilerin bu tavırları, insanlığın normal refleksinden başka bir şey değildir. İşte “Ahi yiğitliği”, başka bir deyişle “yiğit ahiler” bütün dünyaya “zulme, haksızlığa, cehâlete, yağma ve talana karşı başkaldırı, bir insanlık şerefidir” mesajını vermiştir ki, bu mesaj kendi çağına olduğu kadar bugüne de verilmiştir. (Akdağ, Ö. ve Kurtuluş. M. , (2016): 11)

Ahî Evrân, Azerbaycan’ın Hoy kentinde dünyaya gelmiş, oradan Anadolu’ya göç etmiş ve Kırşehir’de karar kılmıştır. Debbâğların/Dericilerin pîri sayılan Ahî Evrân, yılan derisine varıncaya kadar deri işlemeciliğinde bir usta, zehirli yılanlardan panzehir üreten ve insanlara şifa dağıtan bir tabip, nefis tezkiyesi öğütleyen bir mutasavvıf ve Moğol zulmüne başkaldıran bir direniş lideri olarak karşımıza çıkmıştır. O, Ahîliğin hem teorik hem pratik olarak kurucusu kabul edilmiştir. (Hatalmış, A. ,  (2019):324)

14. yüzyılda Anadolu’ya seyahat eden ünlü seyyah İbn Battûta’nın gözlemlerine dayanarak söylediği; “Anadolu sevgi ve merhamet diyarıdır” (İbn Battûta, M. ,  (2004/1):400)

Ahî Evran’ın eşi Fatma Bacı’ ise Bâcıyân-ı Rûm’un kurucusudur.  Bu teşkilatın Ahîlerin kadın kollarıdır.  Kadınların din ve meslek eğitimiyle ilgilenen ve gayrı müslim kadınlar arasında da İslâmlaşma faaliyetleriyle tanınan ve gerektiğinde savaşlarda erkeklerle birlikte gazâ eden Türk kadınlarından oluşan bu teşkilatın Baycu komutasındaki Moğol baskınından sonra toparlanamadıkları anlaşılmaktadır.

Fütüvvet ve ahilik âdabı yani belli, sosyal, ahlak ve davranış kuralları, yüzyıllar boyunca Anadolu Türk halkının millî karakterini belirlemiştir. Bugün sosyal antropologların Türk köy ve kasabalarında sıradan Türk insanının davranışları üzerinde tespit ettikleri özellikler, olağanüstü bir konukseverlik, güç durumda olanların yardımına koşma, özveri ve dayanışma, emece denilen tarlada hep birlikte ortak çalışma, büyüğe saygı, hırsızlıktan, cinsel tacizden ve başkası aleyhinde söz söylemekten dikkatle kaçınma, eline, beline, diline hâkim olma, yiğitlik ve civanmertlik hepsi fütüvvet namelerde telkin edilen ideal insan sıfatlarıdır. Köylerde gençler geceleri yâran veya konuk odasında toplanıp bu fütüvvet kurallarını öğrenirler. Bu yâran, misafir odları eski zâviyeleri anımsatır. Bu âdet bu güne kadar gelmiştir. Fütüvvet, ahilik, keza kasaba ve şehir nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan esnafın davranışlarını belirlemiştir. Ahi zâviyelerinde genç işçilere, alçakgönüllülük, sosyal dayanışma, özveri, ustaya itaat gibi esnaf lonca örgütünün gerektirdiği bir ahlak eğitimi verilirdi. Osmanlı zanaatları çırak-kalfa-usta eğitimiyle öğrenildiğinden, fütüvvet âdabı, sosyoekonomik yapının temel ahlaki işlevini yerine getirmekte idi.  (İnalcık, H. , (2016 b):519

Burgazî’nin Fütüvvetnâmesi’nde ahîliğin özellikleri şu şekilde anlatılmıştır:

“…İçki içen, zinâ eden, livâta eden, gammazlıkta bulunan, münafıklık yapan, sû-i zanda (kötü zanda) bulunan, hased (çekememezlik) eden, kin güden, sözünde durmayan, yalan söyleyen, hâinlik eden, insanlara kem gözle bakan, mütecessis olup herkesin gizli ayıplarını araştırıp ortaya atmaya çalışan, gıybet eden, iftirada bulunan, hırsızlık yapan, haram yiyen, kibirlenen kişi fütüvvetten düşer. (Eraydın, S. (1997):340)

Fütüvvet bir ağaç gibidir. Kökleri doğruluk gıdasıyla beslenir. Gövdesi ihsanda/iyilikte bulunmak, herkese iyilik yapmaktır. Budakları temizlik, yaprakları edeb ve hayâ, kökü vahdâniyet, yemişi velilerin sohbetleri, suyu rahmettir.

Ahî’nin cömert olması, dünyaya kalben bağlanmaması, kendi emeğiyle geçinip, yüzü ak, alnı açık olması, helâlinden kazanması, bir iş ve meslek sahibi olması esastır.

Ahî’nin onsekiz dirhem gümüşten fazla dünyalığı bulunmamalı (Bu ölçü o günde aslî ihtiyaçları karşılayan bir meblağdır) Fazlasını fakirlere infâk etmelidir. Herşeyin tuzu vardır; yiğitliğin, ahîliğin tuzu da ekmek kazanmak ve yoksulu doyurmaktır.

Ahî’nin bilgi sahibi olması, âlimleri sevmesi, beylerin devlet adamlarının, sultanların kapısına gitmemesi, aksine, hattâ padişahların bile onun kapısına gelmesi lâzımdır.(Selçuk Eraydın:341)

Anadolu’da Ahîli hakkında çok geniş bilgiler veren İbn Batuda’ya göre:

“Ahîler, Anadolu şehirlerinde oturan Türkmenlerin köylerine kadar nüfuz/etki etmişlerdir. Yabancıları korumak, misâfir etmek, ihtiyaçlarını gidermek, kötü ve fâsık kimseleri yok etmek, halka zulmeden şirretleri ortadan kaldırmak gibi davranışlarda eşleri yoktur.” (Eraydın, S. , (1997):339)

Osmanlı’nın kuruluş yıllarında Ahîlerin beylerin ve sultanların himayesi sayesinde bütün Anadolu sathına yayıldıklarını, birçok yerleşim biriminde zaviyeler açtıklarını, böylece idareciler ve halk nezdinde saygınlık kazandıklarını İbn Battuta’nın tespitlerinden de anlıyoruz. Sultan Orhan zamanında Anadolu’yu gezen İbn Battuta, Bilâd-ı Rûm’a (Anadolu’ya) yerleşmiş Türkmenlerin yaşadıkları her vilayette, her şehirde ve her köyde Ahîlerin bulunduğunu, bekâr ve sanat sahibi gençlerin oluşturduğu bu cemiyetin çok sıkı dayanışma içinde olduklarını, “dünyada eşi ve benzeri yoktur” ve “dünyada bunlardan daha güzel ve hayırlı işler yapan kimseler görmedim” diye övdüğü Ahîlerin misafirperverliğe büyük itina gösterdiklerini, kurdukları zaviyelerde ziyafet verip ibadet yaptıklarını ve kendisinin gittiği şehirlerde bunların zaviyelerinde konakladığını anlatır. (Özsaray, M. (2018):43)

 Günümüzde bile köylerimizde bulunan ve köylere gelen giden, yolcu,  ve satıcıların misafir edildiği “köy odaları” bu Ahîlik geleneğinin ve Türk’ün misâfirperverlik anlayışının hâlen devam eden en güzel örnekleridir.

İbni Batuda’nın verdiği bu bilgilere göre Ahîler, turizmin gelişmesine, Müslüman olmayan yabancıların İslâmiyet hakkında olumlu düşünmelerine ve İslamlaşmalarına ve kanunsuz hareketlerin yok edilmesine katkı vermektedirler. (Eraydın, S. (1997): 341)

Ahiler, Osmanlı Devleti’nde Sultan 1. Murad zamanından itibaren, devletin içtimai hayatında daha etkin şekilde yer almaya başlamışlardır. Sultan 1. Murad bizzat Ahilik kuşağı (şed) kuşandığı gibi Ahi Musa adında birisine de kendi eliyle kuşak kuşatmış ve Malkara’da bir arazi tahsis ederek buraya Ahi tayin etmiştir. Edebali’nin kardeşi Ahi Şemseddin, ilk vezirler arasında bulunan Âlâeddin Paşa, Şeyh Edebali’nin Ahi Mahmud namındaki oğlundan olan torunu Nizameddin Ahmet Paşa, Sînâneddîn Yusuf Paşa, Çandarlı Halil Hayrettin Paşa ve sonraki devirlerde Hacı İvaz Paşa gibi 15.yüzyılın başına kadar yetişmiş bulunan birçok vezir de Ahi geleneğinden gelmektedir. (Ahilik ve Meslek Ahlakı:84) Daha sonraki yıllarda ise Ahiler siyasi bir güç olmaktan çıkarak esnaf kuruluşlarının idâri ekonomik alanları başta olmak üzere çeşitli işlerini düzenleyen “Lonca” lar olarak klasik Osmanlı esnaf ve sanatkârlar teşkilatı şeklini almıştır.

Ahi Evrenin doğmuş olduğu Azarbeycan MÖ 665'li yıllardan beri bir Türk yurdudur. Türklerin Ön Asya'ya doğru yayılmaları Saka Türkleri ile başlar. Sakalar, Asur kitabelerinde adı Gogu yahut Gog diye yazılan hükümdarlarının idaresinde Kuzey Kafkasya'daki Kimmerler'i sürüp izleyerek şimdiki Kuzey Azerbaycan'a geçtiler. Bu hadise M.Ö. 665 yılında gerçekleşmiştir. Kür ırmağını geçen Sakalar, şimdiki Gence vilayeti batısında Gog'un adıyla ilgili olduğu ileri sürülen Gogoren denilen, Gence'nin doğusunda Sakasen denen yerlere yerleştiler. (Togan, Z. V. ,(1981):166)

Daha sonda bölgeye sırasıyla; Bulgar ve Vanand Türkleri, Udh ve Udhinler, Miladi 445 lerde Hunlar, 465' lerde Agaçeri uruğu ve Kaçarlar, miladi 305'lerde Sabir Türkleri gelip yerleşmişlerdir. Azerbaycan'a Türk göçleri Oğuzların kitlesel göçleri ile devam etmiştir. Azerbaycan Türkleri onuncu asırda Müslüman olmuşlardır. Oğuzlar bölgede çeşitli adlarda devletler ve hakanlıklar kurmuşlardır. (Günay, M., (2004):138)

“Ahi Evran’in künyesi Şeyh Nasîrü’d-din Ebü’l-Hakâyık Muhammed b. Ahmed el-Hoyî’dir. Bu kayıttan O’nun Azerbaycan’ın Hoy kasabasından olduğunu öğreniyoruz. Hoy ve çevresi, Sultan Tuğrul zamanından beri (Orta Asyadan gelen) Türkmen(lerin) yerleşim bölgesidir. Anadolu fethedilmeden önce bu bölge Selçukluların askerî yığınak merkeziydi. Anadolu Selçukluları zamanında Azerbaycan’dan Anadolu’ya gelip yerleşen Ahi Türk (Urmiyeli), Fakih Ahmed (Esbustlu), Abdal Musa (Hoylu) ve Geyikli Baba (Hoylu) gibi pek çok Türkmen derviş ve bilim adamı vardı.” ( Akdağ, Ö. ve Kurtuluş. M. , (2016):19)

Bir Bizans kaynağı Moğol baskısı sonucu Anadolu’ya ve özellikler uc bölgelere akın akın gelen Türk göçleri hakkında şu bilgileri verir:

 “Moğoların püskürttüğü Türkmenler vilayetleri işgal ediyor ve Rumları sıkıştırıyordu. Türkler Moğollar karşısında nasıl, kadın gibi kaçıyorlarsa Rumlar önünde öylece erkek oluyorlardı. Bu sebeple Moğol istilası onlar için felaket değil saadet getiriyor ve Roma (Bizans) topraklarını işgal ediyorlardı”   (Turan, O.,  (1969 b): 4)

İşte bu Türk akınları içerisinde Kayıların da bulunduğu 50 bin kişilik Göçebe Oğuz-Türkmen kitlesi batıya doğru hareket etmişti. Bu göçebe Türkmenlerin başında Süleyman Şah adlı bir bey vardı.

Âşık paşazade başta olmak üzere bazı tarihçilere göre Gündüz Alp olarak da bilinen Süleyman Şah Oğuz Han’ın 44. göbekten torunu olup bugün Suriye toprakları içerisinde yer alan Caber Kalesi yakınlarındaki Fırat Nehri’ni geçmeye çalışırken, boğularak şehit olmuş ve günümüzde “Türk Mezarı” diye bilinen yere gömülmüştür. (Neşrî, (1995): 61; 59; Aşıkoğlu, (1332) 3;  Jorga, (2005): 158)

Müneccimbaşı kendi adını taşıyan tarihinde Ertuğrul Gâzi’nin soyunu Yafes bin Nuh aleyhiselam’a a bağlar. Yâfes aleyhisselam, Hz. Nuh’un üç oğlundan birisi olup Türklerin atasıdır. Yâfes aleyhisselâmın peygamber olduğunu iddia edenler de vardır.

Bir başka görüşe göre ise, Ertuğrul Gazi’nin babasının Süleyman Şah olmayıp Gündüz Alp’tir. Bu görüşü ileri sürenlere göre Ertuğrul Bey, büyük oğlu Gündüz’e babası Gündüz Alp’ın adını koymuştur. Ayrıca Osman Gazi’nin kestirdiği sikkede/parada Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Alp kaydının bulunması da bunu gösterir. Gündüz Alp’in mezarı Beypazarı yakınlarında Kırgı isimli bir köydedir.

 Ertuğrul Gazi’nin soyu, kuruluştan 100-150 sene sonra yazılan bir kısım kaynaklardaki bilgilere göre, Oğuz Han’a, ondan da Nuh (a.s.)’a kadar ulaştırıldığı görülmektedir.
İlk Osmanlı tarihçilerinden Ahmedî, Enverî ve Karamanî Mehmet Pasa, Ertuğrul Gazi’nin babasını Gündüz Alp olarak kaydetmişlerdir. Oruç bin Abdil, Asık Paşazade ve Neşrî gibi tarihçiler ise, Süleyman Şah olarak bildirmişlerdir. Ancak bu ikinci kaynak grubunda verilen bilgilerin doğru olmadığı, bugün kesinleşmiş gibidir. Nitekim Osman Bey’e ait bir sikke (para) ve “Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Alp” ibaresinin bulunması, birinci kaynak grubunu güçlendirmektedir. (Hoca Sedettin Efendi, (1974): 1/26 ve Ahmet Cevdet Paşa (1977): 1/487)

Gündüz Alp’in veya Süleyman Şah’ın ölümü üzerine aşiret başsız kaldı. Gündüz Alp’in dört oğlu vardı. Bunlar; Sungur, Gündoğdu, Ertuğrul ve Dündar’dı. Günlerce süren münakaşalar ve görüşmelerden sonra Kayıların başına Ertuğrul Gâzi ‘Bey’ olarak seçildi. Bu yeni durum karşısında Ertuğrul Gâzi’nin iki kardeşi Sungur Tekin ve Gündoğdu geriye döndüler. Ertuğrul Gâzi’nin etrafında 400 çadırlık bir Kayı aşireti kalmıştı.

Ertuğrul ve Dündar Beyler ise, Erzurum civarındaki Pasin Ovası’nda Sürmeliçukur’a (Aras Vadisi) yerleştiler (İbn-i Kemal, (1970): 42-43; Aşıkoğlu, (1332): 3). Pasinler’e yerleşen Ertuğrul’un aşireti, buralarda yaklaşık 7 yıl (1219-1226) kaldıktan sonra, yazı çok kısa süren bu bölgede, hayvanlara yeterince otlak bulamadıklarından ve kışın çok soğuk geçmesinden dolayı iklimi daha müsait bir yer bulmak üzere, Erzincan’a doğru gittiler.

 Ertuğrul Gâzi ve aşireti Erzincan-Sivas arasındaki Yassı-çimen dağı eteklerinde Selçuklu ve Harzemşah ordularının karşılaştıkları Yassı-çimen Savaşı’na tanık oldular (Demir, 2000: 139). 10 Ağustos 1230’da Erzincan yakınlarındaki Yassı-çimen mevkiînde yapılan savaşta, Ertuğrul Gazi’nin başında bulunduğu Kayı Türkleri, Doğu Türk Hakanı Celâleddin Harzemşah’a karşı, Anadolu Selçuklu Sultan’ı I. Alâeddin Keykubat’ın yanında yer alarak, Selçukluların savaşı kazanmasını sağladılar (Özkan, (2005): 20). Bu olay, Kayı’ların geleceği konusunda önemli bir dönüm noktası teşkil ederken, kazanılan zaferden sonra, Sultan Alâeddin Keykubat, Ertuğrul Gazi’ye, yardımlarından dolayı iltifatlarda bulunarak hilat giydirdi. Ardından Ankara yakınlarındaki Karacadağ ve çevresini ona verdi (Neşrî, 1995: 63; Danişmend, 1971: 1-2). Belirli bir süre Karacadağ’da kalan Ertuğrul Gazi, oğlu Sarı Yatu’yı Alâeddin Keykubad’a göndererek yeni bir yerleşim alanı istedi. Alâeddin Keykubat, bu isteği geri çevirmedi ve Ankara çevresindeki Karacadağ’ı yurt olarak Ertuğrul’a verdi (Aşıkoğlu, s.4). Ertuğrul Gazi, Sultandan aldığı izin ile daha verimli topraklar elde etmek amacıyla Bizans sınırında Aşağı Sakarya havzasındaki Söğüt dolaylarına yerleşti.

Anadolu’daki bu başarılarının ardından önce Karacahisar ve sonrasında Söğüt üzerine yürüyen Ertuğrul Gazi ve ordusu her iki bölgeye de hâkim oldu (Neşrî, 1995: 67; İbn-i Kemal, 1970: 56). Ertuğrul Gazi’nin bu başarıları üzerine Selçuklu sultanı Osmanlı Beyliği’nin ilk başkenti olan Söğüt ve çevresini ona yurt olarak verdi. Bu şekilde Anadolu’da, Selçukluların Batı sınırındaki Söğüt ve Domaniç’e yerleşen Ertuğrul Bey’e, “uçbeyliği” sınır muhafızlığı verildi (Köprülü, 1984: 98).

Bundan sonra Söğüt ve çevresine yerleşen Ertuğrul Gazi, bir taraftan Bizans’a karşı diğer uç beyleriyle birlikte mücadele ederken, diğer yandan da komşu Rum tekfurlarıyla dostluk ve yakınlık kurdu. Bu dostluk ve iyi ilişkileri sayesinde kışları Söğüt’te yazları da Domaniç’te geçiren Ertuğrul Bey ve Kayı aşireti her geçen gün biraz daha büyüyerek kuvvetlendi.

“Ertuğrul Gâzi 1281 yılında ölünce Osmanlıların elinde beş bin kilometre karelik bir alan vardı. Bu toprakların bir kısmını da Bizanslılar ile savaşarak ele geçirmişlerdi. Osmanlılar dünya tarihinde ilk kez görüldüğü üzere, 300 yıl içinde bu toprakları yirmi bin kez büyüterek geniş bir imparatorluk sahibi oldular.” (Çeçen, A.(1986) :253)

Ertuğrul Gâzi 90 yaşında iken Hakkın rahmetine kavuşunca, beyliğin başına Cihan devletine adını verecek olan Osman Gâzi geçti. Osman Gâzi Türk Töresi gereğince bir ak keçeye oturtuldu. Dokuz defa havaya kaldırıldı. Beyler birer birer Osman Gâzi’nin önüne gelip, diz çökerek O’na itaat edeceklerini bildirdiler. Osman Gâzi’nin bir keçe üzerinde dokuz defa yukarı kaldırılıp, döndürülerek bey olarak ilan edilmesi, Türk Töresi’ne göre Osman Bey’in beyliğinin, dokuz kat göğün üstünde olan Yüce Allah tarafından onaylanması, kutlanması, Allah’tan kut alması, hakan olarak görevlendirilmesi anlamına gelir. “Yüce Tanrı kut verirse kişi hakan olur” ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, eski Türk hâkimiyet anlayışına göre hakanlar idare etme-hakan olma hakkını Yüce Tanrı’dan alırlardı. “Orada bulunan Ahi Evren, Osman Gâzi’ye kılıç kuşattı. Dursun Fakih dua okudu.” (Doğan, M. (1978):136)

Rivayetlere göre, Ertuğrul Gâzi, Osman Gâzi doğmadan, bir gece rüyasında, ocağından bir suyun kaynayıp, gittikçe çoğaldığını, büyük bir deniz haline gelerek bütün yeryüzünü doldurduğunu gördü. Uyanınca gördüğü rüyayı arif bir kimseye anlattı, tâbir etmesini istedi. O da Ertuğrul Gâzi’nin rüyasını:”Senin bir çocuğun olacak. O ve soyu bütün yeryüzüne yahut da büyük bir kısmına hükmedecekler” şeklinde tâbir eyledi. Bir veya birkaç gün sonra Osman Gâzi doğdu. Yine Ertuğrul Gâzi, bir gece ulemâdan bir kimseye misafir olup, bulunduğu odada bir kitap gördü. Sorunca ev sahibi, “Bu kitap, Allah sübhanehü ve teâlâ hazretlerinin, Resul-i Ekrem’ine inzal buyurdukları (indirdikleri) Kur’an-ı Kerim’dir” dedi. Sonra ev sahibi uyumak için gidip de Ertuğrul Gâzi mushafın bulunduğu odada yalnız kalınca, kalkıp, sabaha kadar Mushaf-ı şerifin huzurunda, hürmet ve tazim için ayakta durdu. Fakat bir ara uykuya varınca, rüyada kendisine, ”Sen kelamıma hürmet ve saygı gösterdin, ben de senin evladına kıyamet gününe kadar daim olacak ulu bir devlet ihsan eyledim” diye hitap edildi. (Müneccimbaşı A. D. (Tarihsiz). C:1: 44–45)

Moğolların geniş istila hareketlerine giriştiği ve Anadolu’ya akın akın Türkmen göçlerinin olduğu bir sırada Bizanslılar, Osman Gâzi adında bir akıncı ve Oğuzların Kayı boyundan Türkmenlerle tanıştılar. Bu devirde Anadolu’da kurulan birçok beylik yayılmak ve genişlemek mücadelesine girişmişlerdi. Bu beylikler arasında Söğüt’te kurulan Osmanlı Beyliği hem Bizans’a karşı, hem de beylikler arası mücadelede pek şanlı görünmüyordu. Fakat Türklerin savaşçılık ruhu ve Cihan Hâkimiyeti Ülküsü, İslâmiyet’in Allah yolunda cihadı kutsal ve mübarek sayan düşüncesiyle birleşmiş büyük bir volkan haline gelmişti. Bu sefer İslâm’ın bayraktarı ve kılıcı olmak sırası Osmanlılara gelmişti.

Anadolu Selçuklu devletinin dağıldığı ve Anadolu’da birçok beyliğin kurulduğu bir dönemde (1299’da) Osmanlı devletini kuran Osman Gazi, “Karacahisar’ı aldığı zaman, Müslüman Türk halkını oraya yerleştirirken, Türk-İslâm müesseselerini de kurmak istedi. Birkaç kiliseyi camiye çevirdiler, sonra şehre bir kadı tayin edilmesi ve Cuma namazı kılınmasını istediler. Osman Gazi, kayınpederi Şeyh Edebali’ye ve Tursun Fakı’ya “İstediğinizi yapın” dedi. Onlar da “Sultandan izin almak lazımdır” dediler. Gerçekten kadıyı sultanın tayin etmesi ve hutbenin de sultan adına okunması gerekiyordu, çünkü Osman Gazi’nin beyliği Konya sultanlığına bağlı idi. Osman Gazi bunun üzerine şöyle dedi:

Ben bu şehri kılıcımla aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki ondan izin alam? O’na sultanlık veren Allah bana dahi gazâ ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise, ben de sancak götürüp,  kâfirle savaştım. Eğer O, “Ben Selçuk oğluyum” derse, ben de “Gökalp oğluyum” derim” dedi. (Güngör, E., (1988):184) Osman Gazi Tursun Faki’yi Karaca Hisar’a kadı ve imam tayin etti.

 Karacahisar’ın fethi Osman Gâzi adına hutbe okunması ve Karacahisar’a kadı ve imam tayin edilmesi Osmanlı Devletinin kuruluşu olarak sayılmıştır

Mevlana Celâleddîni Rumi hazretleriyle ilgili bazı menkıbelerde hikâye olunduğuna göre, Ertuğrul Gazi, Konya’ya her gelişinde kendilerini ziyaret ederlerdi. Bir keresinde, henüz küçük bir çocuk olan Osman Gazi’yi beraberlerinde şeyhe getirip hayır dua rica ettiler. O sırada Selçuklu hükümdarı bulunan kimsenin kalenderi olan bir şahsa bağlandığını işiten Hz. MevlânaHoş şimdi hükümdar kendine bir baba bulduysa biz de kendimize bir oğul bulduk” diyerek Osman Gazi’nin elinden tutarak hayır dua eylediler. O’nu ulu ve devamlı olacak bir devletle müjdelediler. “Mademki bunun oğulları ve torunları benim neslime inanırlar ve bağlanırlar, devletleri daim olsun diye de dua buyurdular.” Müneccimbaşı A. D. (Tarihsiz  c:1, s:46)

Birçok yerli ve yabancı tarihçinin ittifakla naklettiklerine göre, bir gece Şeyh Edebalı’ya misafir olan Osman Gazi, bir gece rüyasında, şeyhin koynundan bir nur çıkıp kendi koynuna girdiğini gördü. Sonra göbeğinden bir ağaç çıkıp o kadar büyüdü ki bütün cihanı kapladı. Gölgesi bütün cihanı kaplayan bu ağacın gölgesinde bütün insanlar toplandılar. Uyandığında Osman Gazi gördüğü rüyayı Şeyh Edebalı’ya anlattı. Rüyanın tâbirini yapan Şeyh Edebalı, Osman Gazi’ye “Tanrı sana ulu bir devlet verecektir” dedi ve kızı Bala Hatun’u Osman Gazi ile nikâhladı. ( Müneccimbaşı A. D. (Tarihsiz c:1, s:46)

Bazı rivayetlerde ise bu rüyayı Ertuğrul Gâzi görmüş, Şeyh Edebâli rüyayı tabir etmiş kızı Râbia (Diğer tarihlerde Bâlâhun Mâlhu) hatunu Osman Beye vermiştir. (Barkan, Ö. L.,(Tarihsiz):19)

İdris-i Bitlisi’nin “Heşt Behişt” adlı tarihinde naklettiğine göre, o devirde Kumral Abdal adlı Salih bir kimse vardı. Yenişehir havalisinde oturur, zaman zaman dervişleriyle birlikte küffar köylerine gaza ederdi. Bir gün, Hz. Hızır aleyhisselam yahut evliyâullahtan bir kimse Kumral Abdal’la buluşup, “Allah Teâlâ Osman Gazi’ye kıyamet gününe kadar devam edecek ulu bir devlet ihsan eyledi, var müjdele” diye emretti. Kumral Abdal Osman Gazi’yi bilmezdi. O kimse, Osman Gazi’nin tanınmasına yarayacak bazı işaretleri bildirdi. Kumral Abdal, o işaretler yardımıyla Osman Gazi’yi bulup, müjdeyi verince, Osman Gazi çok sevindi ve “Şimdi bir kılıç ile maşrabam var, ikisini de sana veriyorum” dedi. Kumral Abdal, sadece maşrabayı uğur olarak aldı. (Müneccimbaşı A. D. (Tarihsiz c:1, s:47)

Bütün tarihçilerin ittifakla naklettiklerine göre eskiden Oğuz-Türkmen kabileleri arasında Korkut Ata bir diğer adıyla Dede Korkut adında keramet sahibi bir bilge kişi vardı. Dede Korkut bir gün buyurdu ki “Saltanat ve hanlık Oğuz Han’ın vasiyeti ve üzerine Kayı Han’ın oğullarına geçecek ve ahir zamana kadar onlarda kalacaktır.”

Peygamber Efendimiz zamanında veya o zamana çok yakın bir zamanda yaşayan ve Müslüman olan Korkut Ata hakkında Muharrem Ergin şu bilgileri verir:

Resul aleyhisselam zamanına yakın Bayat boyundan Korkut Ata dirler bir er kopdı. Oğuz’un ol kişi tamam bilicisiydi. Ne dir ise olur idi. Gayıptan türlü haber söyler idi. Korkut ata aytdı: “Ahir zamanda hanlık giru Kayı’ya değe, kimesne ellerinden almaya, ahir zaman olup Kıyamet kopunca, bu didüğü Osman neslidir” (Ergin, M. (1958): 73)

Yüce Allah’ın ve Sevgili Peygamberimizin övgüsüne mahzar olan Türk milleti bu ilâhi rüyalar ve sözlerde anlatıldığı gibi Allah yolunda cihat etmeğe başlamış ve Cihan Devleti Osmanlı’nın temelleri bu şekilde atılmıştır.

Kayı aşiretinin başına geçen Osman Gazi, kısa zamanda fetihlere başlamış ve sırasıyla Kulca Hisar, Karaca Hisar, Sorkun, Mudurnu, Göynük ve İnegöl’ü fethetti. Bu fetihlerin ardından Aydos Hisarı ele geçti ve İznik kuşatıldı. Fakat İznik kalesi çok muhkem olduğundan kalenin çevresi Osmanlı sınırlarına dâhil edilip kalenin fethi tehir edildi. Kısa bir zaman sonra, Kite tekfurunun tahrikleriyle Bursa, Evrenos, Ketsel ve Bedros tekfurlarının anlaşarak asker topladıkları haberi alındı. Osman Gazi, kısa bir zaman sonra ordusuyla birlikte Yenişehir’den çıkarak düşman askerlerini Koyun Hisarı yakınlarında karşıladı. Yapılan savaş Türklerin zaferiyle son buldu. Kestel Tekfuru öldürüldü. Diğer tekfurlar savaş meydanından kaçarak canlarını zor kurtardılar. Kite Tekfuru, Ulubat tekfuru’na sığındı. Osman Gazi, Ulubat Tekfuru’ndan Kite Tekfuru’nu teslim alıp; Kite Kalesi önünde astırdı ve kale Türklerin eline geçti. Bu zaferden sonra Aydos Hisarı alındı. 1308’de Marmara Denizi’ndeki İmralı adası feth edilip bir deniz üssüne sahip olundu.

Osmanlıların Bizans hududunda kurmuş oldukları adil idare, tekfurların ve Bizans’ın zulmünden, ağır vergilerinden bıkan ve usanan Hıristiyan halk ve Tekfurlar arasında takdir uyandırmıştı. Hıristiyan halk, Osman Gazi’nin idaresine ve himayesine sığınmaya başlamışlardı. 1313 yılında Harman Hisarı Tekfuru Köse Mihal, Müslüman olarak Osmanlı idaresine girdi. Köse Mihal Gazi adını alarak, pek çok savaşa katıldı ve Osmanlı devletine önemli hizmetlerde bulundu. 1313 yılında, Akhisar, Geyve, Lüblüce, Lefke, Hisarcık, Tekfur pınarı, Yeni kale, Karagöz ve Yanıkça Hisar kaleleri alınıp Bursa Osmanlı sınırları içerisinde bırakıldı. 1313 yılında Bursa Osman Gazi tarafından kuşatıldı. Bursa’nın savaş yoluyla fethi her iki taraftan çok can kaybına sebep olacağı düşüncesiyle kuşatma kaldırılıp, Kaplıca Uludağ istikametinde iki kale yapıldı.

Türk milletinin Cihan Hâkimiyetine giden yoldaki ara hedeflerinin genel adı olan Kızılelma, bu sefer Bursa’dır. Osman Gazi ölmeden önce bu Kızılelma’yı ele geçirmek istiyordu. Fakat hastalığı buna engel olacak bu şeref oğlu Orhan Gazi’ye nasip olacaktı.

Küfre karşı akınlarla yetişip, yiğitliği, cesareti, bilgisi ve İslâmiyet’e olan sadakati ile düşmanların korkusunu, Müslümanların takdirini ve şükranını kazanan Osman gazi, 1326 yılında 70 yaşında hastalanmış ve hasta yatağında Bursa’nın fethine giden oğlu Orhan Gazi’den müjde bekliyordu. Hasta yatağında Bursa’nın fetih müjdesini alan Koca Gazi, kendisinden sonra gelecek olan Osmanlı Padişahlarına da bir siyasi vasiyetnâme özelliğinde ve Türk Devlet Felsefesi’nin bir özeti olan şu tarihi vasiyetini oğlu Orhan Gazi’ye yapmıştır:

Allah’ın buyruğundan gayrı iş işlemeyesin, bilmediğini şeriat ulemasından sorup öğrenesin, iyice bilmeyince bir işe başlamayasın, sana itaat edenleri hoş tutasın ve askerine in’amı-ihsanı eksik etmeyesin (askerine bol nimet ve bahşiş veresin, iyilik edesin) ki insan ihsanın kulcağızıdır. Zalim olma, âlemi şenlendir ve cihadı terk etmeyerek beni şâd et. Ulemâya riayet eyle ki şeriat işleri nizam bulsun. Nerede bir ilim ehli duyarsan ona rağbet ikbal ve hilm göster. Askerine ve sahip olduğun mala güvenip gurur getirip şeriat ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir. Sana yakışan da budur. Daima herkese ihsanda, iyilikte bulun. Memleket işlerini noksansız gör, senin gibi bir evlat bıraktığım için ölümüme üzülmüyorum.

Osman Gazi'nin Orhan Gazi'ye yaptığı vasiyet ve nasihatleri inceleyen Hüseyin Algül kuruluş devri Osmanlı devlet düşüncesini 14 madde halinde tespit etmiştir. Bunlar özetle şöyledir; 1. Kur'an ve Sünnete bağlılık 2. Din işlerine önem vermek 3. Adalet ve insafı ön planda tutmak 4. Allah ve kul haklarına riâyet 5. Âlimler ve mutasavvıflarla samimi irtibat kurmak ve görüşlerine başvurmak 6. Devlete sadakatle hizmet eden devlet ricali ve askeri erkânla iyi ilişkiler kurmak 7. Beğler, silah arkadaşları, idârî kadro ve ilim adamlarıyla dayanışmak 8. Vatan ve milletin hukuku ve hürriyetlerin muhafazası için azim ve cesaretle gaza ve cihad etmek 9. Beytülmalı (devlet hazinesini)koruyup geliştirmek 10. Îsâr, ihsan ve feragat sahibi olmak 11. Teşkilat ve müesseseleşmekte planlı çalışmak 12. İmaret ve vakıflarla yoksul, yolcu ve garipleri gözetmek 13. Komşu beğlerle iyi ilişkiler kurmak 14. Gayrimüslim tebaaya şefkat ve adalet göstermek. (Algül, H., (tarihsiz ).533,538)

Anadolu’ya ayak bastıkları andan itibaren bütün Türk sultanlarının hedefi olan İstanbul’un fethi devletin kurucusu Osman Gazi’nin de millî ve dinî bir ülküsüydü. Hasta yatağında iken oğlu Orhan Gaziye söyle seslenir:

Gönül kerestesiyle bir/ Yeni şehir ile Pazar yap/ Zulmeyleme rençberlere/ Her ne istersen var yap/ Osman¸ Ertuğrul oğlusun/ Oğuz Karahan neslisin/ Allah'ın kemter kulusun/ İslambol'u aç¸ gülzâr yap” (.Ahmet Cevdet Pasa, (1977):  1/197)

Osman Ertuğrul oğlusun”

Oğuz, Karahan neslisin

Hakkın bir kemter kulusun

İstanbul’u aç gülzâr yap.”  (Necip Asım, Mehmed Arif, (1990) ve Sümer, F. (1992  ): 273 ve  Turan, O, (1969 b): 45 ve Kitapçı, Z.,  (1996) 2/137)

Orhan Gazi döneminde Osmanlı Devleti siyasal açıdan şekillenip genişlediği gibi ilmi alanda da kapsamlı bir teşkilatlanma ve tekâmülü gerçekleştirmekteydi. Bu bağlamda, Orhan Gazi’nin himayesinde ilk Osmanlı medresesi İznik’te kurulduğu gibi ilim adamlarına gösterilen ilgi ve himaye ile de Orta Asya, İran, Suriye, Mısır ve Anadolu beyliklerinden Osmanlı Devleti’ne bir hayli âlim ve mutasavvıf gelmekteydi.

Orhan Gazi döneminde dervişler ve ilim adamları hayatın her alanında etkin olmuş, toplumsal yaşamı ve düşünce hayatını derinden etkilemişlerdi. Söz konusu gerçeği daha iyi anlayabilmek için Orhan Gazi’nin doğup büyüdüğü zamanda yetişen, eserler veren, fikir ve sohbetleriyle insanlara ışık tutan âlim ve mutasavvıfların iyi bilinmesi gerekir. Orhan Gazi döneminde yaşamış, medreselerde eğitim veren âlim ve müderrislerden olan; Davud-i Kayserî, Taceddin-i Kürdî, Alâeddin Ali Esved, Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa, Muhsin-i Kayserî gibi âlimler ve Geyikli Baba, Abdal Mûsâ ve daha önce vefat etmiş olan Ahi Evran, gibi mutasavvıfların Orhan Gazi döneminin ilim ve kültür hayatına büyük tesirleri olmuştur.

İlk dönem Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazâde de, Osmanlı Devlet’inin kuruluşunda rol oynayan unsurları Ahiyân-ı Rum, Gaziyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum şeklinde tasnif eder. Abdalan-ı Rum’un öncüsü Hacı Bektaş Veli’dir. Onun manevi mirasçılarından birisi de manevi evladı Kadıncık Ana elinden alan Abdal Musa’ da abdallar arasında önemli bir yere sahiptir. (Karadeniz, H. B., (11 Mart 2018):66)

Abdal Musa’dan TDV İslam Ansiklopedisinde “Menkıbeleri Osmanlı Devleti'nin kuruluşu ile ilgili rivayetlere karışan ve Bektaşi an'anesinde önemli bir yeri olan Anadolu abdallarından biri” olarak söz edilir. Taşköprizade, Âlî ve Hoca Sadeddin gibi tarihçiler, onun Bursa'nın fethinde Sultan Orhan'la birlikte olduğuna ve Geyikli Baba ile aralarında yakın bir münasebetin bulunduğuna işaret ederler.

Abdal Musa'nın gerçek şahsiyeti, tarihi diye ileri sürülen rivayetlerin menkıbe ve şahsi yorumlara dayanması dolayısıyla çok müphemdir. Beliğ'in, Bursa'nın fethinden önce Buhara'dan gelen kırk abdaldan biri olarak gösterdiği Abdal Musa. Aşıkpaşazade'de Bektaşi olarak zikredilir. Taşköprizade, Ali ve Hoca Sadeddin gibi tarihçiler, onun Bursa'nın fethinde Sultan Orhan'la birlikte olduğuna ve Geyikli Baba ile aralarında yakın bir münasebetin bulunduğuna işaret ederler. (TDV, İslâm Ansiklopedisi:1/ 64)

1326 yılında Bursa’yı kuşatıp şehri savaşmadan teslim alan Orhan Gazi’nin içeridekilere, “Bunca servetiniz varmış neden teslim oldunuz?” şeklindeki sorusuna Bursa Rumlarının verdiği cevap dikkate değerdir. Bursa Rumları Orhan Gazi’ye:

“Servetin bize faydası olmadı. Senin baban nice zamandır Bursa’nın köylerini zapt edip bağladı, onlar rahat ve emniyet içinde yaşarlarmış. Biz de onların rahatlığına heves ettik.” demişlerdir.(Güngör, E., (1988):185)

Âşıkpaşazâde’nin de Orhan Gazi’nin ve oğullarının yaygın adaletinin hızlı fütûhattaki etkilerine dair tespiti şöyledir:

Vilayetlerin cemisi Orhan Gazi’nin adlin işitirlerdi. Ve hem her vilayet kim almışlardı, ona adl-ü dâd etmişlerdi ve alınmayan vilayetler dahi onların neylediğini bilmişlerdi. Süleyman Paşa Taraklı Yenice’sine geldi, ahd-ü emanla hisarı verdiler ve Göynüğü dahi. Süleyman Paşa ol kadar adl etti kim, ol vilayetin halkı eydürlerdi kim, “nolaydı, bunlar bize kadim zamandan bey olaydı ve çok köyler bu Müslümanları gördüler, Müslüman oldular.”

Yani, bütün yerleşim alanlarında yaşayanlar Orhan Gazi’nin adaletini duymuşlardı, çünkü o hangi şehri aldıysa adaletli davranmıştı, diğer vilâyetlerdeki ahali de Osmanlı yönetiminin gayrimüslimlere ne yapmak istediğini anlamışlardı. Süleyman Paşa Taraklı Yenice’sine varınca oranın sakinleri güvenlik dileyip anlaşma ile şehri teslim ettiler. Peşinden Göynük de aynı şartlarla teslim oldu. Süleyman Paşa, ahaliye o kadar adaletli davrandı ki, yerli halk, “Keşke bunlar çok daha önceleri bizim başımıza bey olsalardı!” diyorlardı. İlâveten bu adalete tanık olan birtakım insanlar, İslâm’a girmişlerdi. Neşri’nin tespitine göre de Orhan Gazi’nin gayrimüslimlere uyguladığı adalet ve gösterdiği şefkat o kadar ilgi uyandırdı ki, o, İznik’i kuşattığı zaman Müslümanların idaresi altında bulunan gayrimüslimler grup grup gelerek, “Ey miskinler! Gelin, Türk’e itaat edin ve böylece açlıktan kurtulun, güvenlik içinde olun!” derlerdi. (Algül, H. (2018):43,44)

Bu fetihten sonra Bursa İslâm cihadı, Türk Cihan Hâkimiyeti ve Nizamı Âlem Ülküsü’nün merkezi oluyor. Türk âlimleri, şeyh ve dervişleri, Türkmen babaları, Osmanlı Gazileri ile birlikte o bölgede yeni bir kudret ve çekim merkezi vücuda getiriyorlardı. Fevkalâde mâhir denizci ve imanlı gaziler olan Aydın Oğulları Adalar Denizi ve sahillerini çalkaladıkları bir dönemde Osmanlı Gazileri, 1356’da bir sal ile sessizce Çanakkale boğazını geçiyor ve Rumeli’ye ayak basıyorlardı. Bu geçiş çok mütevazı bir geçiş olmasına rağmen ardı ardına Haçlı saldırılarına sebep olmuştur. Fakat çok yüksek bir kudrete ve üstün vasıflara sahip olan Osmanlı orduları Haçlıları 1363’de Edirne civarında Sırp sındığı, 1389’da Kosova ve 1395’te Niğbolu’da imha etmiştir. Böylece Osmanlı devleti Rumeli’ye güçlü bir şekilde yerleşmiş ve ondan sonra Anadolu’ya yayılmaya başlamış ve kısa zamanda devletin sınırları Malatya’ya kadar uzanmıştır.

Fr. Grenerd’ın ifadesiyle, “Niğbolu zaferi, Hıristiyan Avrupa’nın Müslüman Türklere mağlubiyetini tescillemiş ve bundan sonra artık Türk ilerleyişini durdurmak mümkün olmamıştır.” (Turan, O., (1969 b): 8)

Fakat Hıristiyan Batı’da mağlup olmayan bu güç, 1402’de Müslüman Doğu’da mağlup olmuş, Timur tarafından mağlup edilen Osmanlı devleti bir parçalanma sürecine girmiş ve bir Fetret devri yaşanmıştır. Bu fetret devri kendisini Rumeli’den daha çok Anadolu’da hissettirmiştir. Bununla beraber Osmanlı tahtına oturan ve devletin ikinci kurucusu sayılan Çelebi Mehmet devlete eski gücünü ve kudretini yeniden kazandırmıştır. O’nun yerine geçen İkinci Murat Gazi 1444’te Varna’da ve 1449’da İkinci Kosova meydan savaşlarında Haçlıları yerle bir etmiştir.

Osmanlı devletinin kuruluş ve yükselişinde şimdiye kadar hiçbir devlette görülmemiş bir ölçüde tasavvuf tarikatları, şeyhler, dedeler, babalar ve dervişler birinci derecede rol oynamışlardır. Henüz Osman Gazi zamanından başlamak üzere Türk sultanlarının etrafı, Türkmen dervişleri, babaları ve evliyaları ile doldurulmuştu. Bu dervişler ve babalar sayesinde bir “Gaziler Devleti ve Gaziler Nesli” oluşturulmuştu. Eski Türk alpleri, bahadırları “Alp eren” ve “Derviş gazi” kimlikleri ile yeniden tarih sahnesine çıkıyor, Bedrin aslanlarının ruhu ile Çin sarayını basan Kürşad’ın ve yiğitlerinin ruhu bu Alp erenler ve Derviş gazilerin şahsında buluşup kaynaşıyor ve  “Alperen, Gâzi, Derviş Gazi” adını alan yeni bir kahraman Türk tipi vücuda geliyordu. İşte bu Alpler, gâziler, dervişler ve münevverler sayesinde Batılıların “Pax Ottoman” yani “Osmanlı Barışı” adını verdikleri, adaletin ve barışın hüküm sürdüğü bir dünya oluşturulmuştur. 

Artık Türk’ün yeni Kızılelma’sı, Kur’an-ı Kerim’de Sebe suresi 15. Âyette “Beldetün tayyibetün/güzel belde, hoş Belde” diye geçen ve Sevgili Peygamberimizin “İstanbul mutlaka fetholunacaktır, onu fetheden emir-sultan ne güzel emirdir-sultandır; Onu fetheden asker ne güzel askerdir” dediği İstanbul ve Roma idi.

 

KAYNAKLAR:

Ahmet Cevdet Pasa, (1977) Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa 1/ İstanbul: Bedir Yayınları.

Akdağ, Ö.  ve Kurtuluş. M. , (2016) Ahilik ve Meslek Ahlakı, Konya: KTO Karatay Üniversitesi Yayını.

Algül, H., (9-10-11 Mart 2018): Orhan Gazi’nin Şahsiyeti, Uluslararası Orhan Gâzi Ve Kocaeli Tarihi-Kültürü Sempozyumu-V-.

Algül, H.,  Hüseyin, (Tarihsiz) Osman Gâzi’nin Oğlu Orhan Gâzi’ye Nasihatlerine Tahlîlî Bir Bakış: Uluslar arası Gazi Süleyman Paşa ve Kocaeli Tarihi Sempozyumu III.

Arif, H. , (2012) Hacı Bektâşı Velî’nin 14 Mesajı, İstanbul: Tutku Yayınevi.

Aşıkoğlu.  A. ,; (1332), Tevârih-i Âl-i Osman, Aşık paşa-zâde Tarihi (neşr. Ali Bey), (Birinci Baskı), İstanbul. Matbaa-i Âmire,

Barkan, Ö. L. (Tarihsiz ). Kolanizatör Türk Dervişleri. İstanbul: Hamle Yayınları.

Câbî, Ö. E. , (2003) Câbî Târihi (Mehmed Ali Beyhan neşri), C.I, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayını.

 Cebecioğlu, E. , (1991). Hacı Bayram Veli, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları/1283, Türk Büyükleri Dizisi/139)

Coşkun, A. , (2004). Osmanlı’da Din Sosyolojisi -Nâimâ Örneği-, İstanbul:  İz Yayıncılık.

Çeçen, A. (1986) Türk Devletleri, Ankara: İnkılâp Kitapevi.

Çakmak, M. , (2014/1), Ahiliğin Tasavvufi Temelleri ve Ahilik-Fütüvvet İlişkisi, Hikmet Yurdu, Yıl: 7, Sayı: 13, Ocak-Haziran 2014/1.

Danişmend, İ. Hami; (1971), İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, I, (Birinci Baskı), İstanbul. Türkiye Kitabevi, İstanbul.

Doğan, M. (1978), Kur’an’ın Gölgesinde ve Tarih Önünde Türk, İstanbul.

Downey, F. (1975), Kanuni Sultan Süleyman, çeviren: Enis Behiç Koryürek, Kültür Bakanlığı:1,  İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, Birinci baskı.

Demirdaş, Ö. , (2017).Ankara II. Uluslararası Hacı Bayram-ı Velî Sempozyumu 3-4 Mayıs 2017, Akademiar Dergisi Yıl: 2017 (Aralık) - Sayı: 3 - S. 223-233.

Eraydın, S. (1997), Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul:  Marmara İlâhiyat Vakfı Yayınları, yayın no: 82, 5. Baskı.

Ekinci, E. B. , (2012) “Sultandan Evliya Olur Mu?” adlı makalesi 19 Aralık 2012 Çarşamba. http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=428

Ergin, M. (1958) Dede Korkut Kitabı, İstanbul.

Erginli, Zafer. , (Tarihsiz).  Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Türk Dervişlerinin İzleri”adlı makalesi KTÜ Rize İlahiyat Fakültesi Araştırma Görevlisi.

Güngör, E. , (1988). Tarihte Türkler, İstanbul.

Günay, M. , (2004), Devlet ve Hayat Felsefemiz Dünya Barışı, Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Kültür Hizmeti, Geçit Yayınları.

Hatalmış, A. ,  (2019), Anadolu’nun İslâmlaşmasında Ahîlerin Rolü. Araştırma Makalesi,Turkish Studies - Comparative Religious Studies Volume 14 Issue 2, 2019, s.324.

Hoca Sedettin Efendi, (1974) Tacu’t-Tevârih, Hazırlayan. İsmet Parmaksızoğlu, İstanbul: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yayını.

İBN-İ KEMAL; (1970), Tevârih-i Âl-i Osman, I. Defter, (haz. Şerafettin Turan), (Birinci Baskı), TTK. Yayınları, Ankara.

İnalcık, H. , (2019 a) Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ, (1300-1600), Çeviri: Ruşen Sezer, İstanbul: Kronik Kitap.

İnalcık,H. , (2016 b) Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet, İstanbul:Türkiye İş Bankası Yayınları.

İnalcık, H. (2010 c)  Devlet-i ‘Âliyye, Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I İstanbul:Türkiye İş Bankası Kültürü Yayınları.

İbn Battûta, M. ,  (2004), İbn Battûta Seyahatnâmesi, (çeviri, inceleme ve notlar: A. Sait Aykut) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Kara, M. (1990a). Din Hayat Sanat Açısından Tekke ve Zaviyeler. İstanbul: Dergâh Yayınları.

Kara, M.   (2004b) Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul: Sır Yayıncılık.

Karadeniz, H. B. (11 Mart 2018): Uluslararası Orhan Gâzi Ve Kocaeli Tarihi-Kültürü Sempozyumu-V.

Kitapçı, Z. (1996). Hz. Peygamberin Hadislerinde Türkler, Konya. 3. Baskı.

Köprülü, F.  (1993) Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 8. Baskı.

Köprülü, M. F.; (1984), Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, (Dördüncü Baskı), Akçağ Yayınları, Ankara.

Mehmet Neşrî; (1995), Kitâb-ı Cihan-nümâ Neşrî Tarihi, I, (yay. Faik Reşit Unat-Mehmed A. Köymen), (Üçüncü Baskı), Ankara.TTK. Yayınları, Ankara.

Mevlânâ Ali b. Hüseyin es-Safî,  (2005) Reşâhat, çev. Mehmed el-Marûf b. Mehmed Şerif el-Abbâsî, Sad. Mustafa Özsaray, İstanbul: Semerkand Yayınları.

Müneccimbaşı, A. D. , (tarihsiz I.cilt), Müneccimbaşı Tarihi, Sahaif-ül-Ahbar fî Vekayi-ül-a’sâr, çeviren İsmail Erünsal, Tercüman 1001 Temel Eser: 37.

Müneccimbaşı, A. D. , (tarihsiz 2.cilt), Müneccimbaşı Tarihi, Sahaif-ül-Ahbar fî Vekayi-ül-a’sâr çeviren İsmail Erünsal, Tercüman 1001 Temel Eser: 37.

Necip Asım ve Mehmed Arif. , (1990) Osmanlı Tarihi, (Medhal),İstanbul

Nikola Jorga, (2005) Osmanlı İmparatorluğu Tarihi.

Özkan, A. , (2005), Osmanlı Tarihi 1299-1922, (Birinci Baskı), İstanbul. Boyut Kitapları

Özsaray, M. (2018), Arşiv Belgeleri Işığında Osmanlı'da Devlet-Tekke İlişkileri (XIX. Yüzyıl). İstanbul: Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Temel İslam Bilimleri Programı, Doktora Tezi,

Sümer, F. (1992), Oğuzlar (Türkmenler), İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yayını.

Sepetçioğlu, M. N. (2014a), Yesili Ahmed I Sesler ve Işıklar, İstanbul: İrfan Yayıncılık.

Sepetçioğlu, M. N. (2014b), Yesili Ahmed II Aydınlığın Mührü, İstanbul: İrfan Yayıncılık.

Sepetçioğlu, M. N.(2014c), Yesili Ahmed III Aydınlığın Mührü, İstanbul: İrfan Yayıncılık.

Şemseddin Sami, (1317). Kamûs-ı Türkî, Dersaadet (İstanbul):İkdâm Matbaası,

Togan, Z.V. , Togan (1981), Umumi Türk Tarihine Giriş, , İstanbul: 3. Baskı.

Turan, O. (1969 a) Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Türk Dünya Nizamının Millî İslâmî ve İnsânî Esasları, cilt I, İstanbul Turan Neşriyat Yurdu.

Turan, O. (1969 b) Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Türk Dünya Nizamının Millî İslâmî ve İnsânî Esasları,cilt II, İstanbul, Turan Neşriyat Yurdu.

Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi (TDV) İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM).

Türer, O. , (2005): Osmanlı Anadolu’sunda Tarikatların Genel Dağılımı” Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler, Hazırlayan: Yaşar Ocak, Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Topbaş, O. N. , (2017 Kasım ) Gönül Dergâhından Hikmetler, Sayı 34.

Uçman, A.  (1993) “Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm

Tarihi, İstanbul: Çağ Yayınları, c. XIV.

Uzunçarşılı, İ. H. (2016) Osmanlı Tarihi, cilt. 1, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Vak’anüvis Subhî, M. E. , (2007), Subhî Tarihi, Haz. Mesut Aydıner, İstanbul: Kitabevi Yayınları.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.