Osmanlı devleti, hiç şüphesiz Türk devletiydi. Devletin asıl kurucu unsuru ve hâkim millet de Türklerdi, Osmanlı padişahları, her zaman Türk olmakla ve Oğuzhan soyundan gelmekle övünürlerdi. Hunlar zamanından başlayarak kurulan Türk devletinin asıl ve temel unsuru Türkler olmasına rağmen, devleti oluşturan halklar arasında Türk olmayanlar da vardı. Türkler bu günkü anlamda millet olma bilincine ve farklı ırkları bir devlet çatısı altında birleştirerek barış içerisinde yaşama ve dünya devleti olma anlayışına Hunlar zamanında ulaşmışlardı.
Türk halklarının tarihinde, sosyal organizasyonun en geniş halkası olan millet gerçeğinin kurucusu olarak (şimdilik kaydıyla) Mete Han bilinmektedir. Zira Mete Han, devlet adamı olmanın yanında Türk halklarının milletleştirme sürecinin de bilinen ilk temsilcisidir. Daha başka bir ifadeyle; Türk kavimlerine ilk defa milli kimliklerini sezdiren ve onlara büyük bir milletin mensubu olduklarını öğreten lider büyük Hun Hükümdarı Mete Han olmuştur. Mete Han, (M.Ö. 209–174) bir yandan Merkezi Asya’daki büyüklü-küçüklü boy, budun ve halklar ile diğer siyasi kuruluşların büyük bir bölümünü Ötügen merkezli olarak bir birlik, siyasi oluşum olarak bir araya getirmiştir. Böylece Türk hakanı, Türk halklarının ortak düşmanı konumundaki Çin karşısında bir araya getirmiş ve ilk iş olarak da, Çin savaşını başlatmıştır. Bu savaş sonunda, Çin’den doyumluklar ve siyasi tavizler elde etmenin ötesinde, birliğe dâhil olan, boy budun beyleri savaş yapmadan Mete’nin yüksek hâkimiyetini kabullenmiş oldular. Bu uygulama, Hunlar sonrasında Ötügen merkezli kurulmuş olan Türk devletleri için bir devlet geleneği olarak devam etmiştir. Mete’nin liderliğinde kurulmuş olan, Ötügen merkezli Hun konfederasyonuna dâhil olmayanlara karşı Mete, daha sonra bizzat seferler düzenlemek suretiyle 25 yıl içinde büyüklü-küçüklü 26 siyasi teşekkülün intikali sonunda Hun siyasi birliğini kurmuştur. Mete Han, M.Ö. 176 yılında başarısını zirveye taşımış, bu durumu”, Ok ve yay gerebilen kavimleri bir aile gibi birleştirdim; şimdi onlar Hun oldular” sözleri ifade etmiştir. Mete Han’ın sadece siyasi birlik kurmakla kalmamış, Kuzey’in yay çekebilen halklarının”, Hun olmalarını yani millet haline gelmiş olduklarını ifade etmiştir (Kafesoğlu, 1988: 218). Bu büyük değişim, Türk tarihinin kaydetmiş olduğu en büyük “milletleşme” hadisesi olarak bilinmektedir (Yuvalı, A. 2016, s.48).
Yuvalı, Türklerin bu günkü anlamda millet olma bilincine Milattan önceki çağlarda Mete Han (M.Ö. 209-174) zamanında ulaştığını belirtmektedir. Avrupalılar bu sürece ancak 19. Asırda ulaşabilmişleridir. Bu günkü anlamda Millet olma düşüncesi Gök-Türk yazıtlarında da bütün açıklığı ile görülmektedir. Kitabelerde, Türgiş, Kırgız ve Oğuz gibi boylar hakkında “Kendi budunumdan idi..” (Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 18-21. satır; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 16-17. Satır) denmesi çok ileri derecede bir millet anlayışıdır.
İ. H. Danişmend’in verdiği bilgilere göre: Avrupa’da devlet kavramı, millet kavramından öncedir. Hatta “milliyet” kelimesinin çeşitli Avrupa dillerinde bugünkü manasını alabilmesi on dokuzuncu asırdan sonradır. Fransızca’daki “Nationalitat ” kelimesinin Akademi lügatine ilk defa girmesi de 1835 tarihindedir. Bu kelime daha sonraları biraz değişerek Almanca’ya da geçmiştir (Danişmend, İ.H.1966, 13).
Tarihçi Naîmâ’nın anlayışına göre Osmanlı Devleti ümmet birliği şuuruna sahiptir. Bu devlette Türk, Arap, Çerkes, Laz, Arnavut, Boşnak vs. milletler yok, Osmanlı vardır. Hâkim millet Türkler olmasına rağmen akla ilk gelen şey İslâm ümmeti ve Osmanlı Devleti’dir (Coşkun, 2004, s. 60). Her ne kadar Nâima böyle demiş olsa da, Osmanlı devleti, sadece ümmet birliği şuuruna sahip bir millet değildi. Devletin bünyesinde Müslüman olmayan Rumlar, Ermeniler, Sırplar, Macarlar gibi çok sayıda ulus vardı. Osmanlı devleti bütün bunları bir araya getirerek bir millet anlayışı oluşturmuştu. Devletin tebaası olan herkes Osmanlı idi. Tıpkı Hun devletini oluşturan halkların Hun olması gibi. Aslında Osmanlı bir millet adı değildi, devlet adıydı. Çünkü Osmanlı Devleti’ni kuranlar Türk’tü ve Osmanlı devleti de Türk devletiydi. Avrupalılar, kendi içlerinden Müslüman olanlara Müslüman oldu, Osmanlı oldu demeyip Türk oldu derlerdi.
Osmanlı Ortadoğusu’nun İdarî Yapısı: Ortadoğu’nun Osmanlılaşması
Osmanlı Devleti Ortadoğu’da hâkimiyetini tesis ettikten sonra, “modern dönem öncesi” üç farklı idarî sistem uygulamıştır. Bunlar; Timar (mîrî) sisteminin uygulandığı bölgelerin (sâlyânesiz eyaletler) idaresi, vergisi yıllık olarak alınan bölgelerin (sâlyâneli vilayetler) idaresi ve Kutsal yerlerin (Mekke, Medine ve Kudüs) idaresi olarak tasnif edilebilir. Bu idarî yapılanma kısaca şöyle izah edilebilir:
1) Timar Sisteminin Uygulandığı (Salyanesiz) Eyalet İdaresi: Osmanlı Devleti’nde timar sisteminin (Mîrî sistemin) uygulandığı sancakların sınırları, coğrafyanın doğal yapısına göre belirleniyordu. Timar sistemi, Anadolu’nun doğal uzantısı durumunda olan Arap Ortadoğusu’nun bazı bölgelerinde de uygulanmıştır. Ortadoğu’da timar (mirî) sisteminin uygulandığı bölgelerin sınırları Kıbrıs Adasını ve Doğu Akdeniz kıyılarından Şam’ı içine alarak, Suriye Çölünü hariçte bırakıp, Rakka üzerinden güneydoğuya doğru uzanarak Musul, Kerkük ve Süleymaniye sancaklarını içine alarak, buradan kuzeye doğru Tebriz’den Kafkas Dağlarının batısından Revan üzerinden Batum’a ulaşıyordu. Bağdat, bazen mîrî sisteme dâhil edilmiş, bazen de sâlyâneli (yıllıklı) olarak idare edilmiştir. Bu yüzden tam anlamıyla mîrî sisteme dâhil değildir. Bu “coğrafî bütünlüğün bir neticesi olarak tarih boyunca Şam- Bağdat hattının kuzeyinde kalan bölgelerin kaderi daima Anadolu’nun kaderiyle birlikte olmuştur”. Osmanlı Ortadoğu’sunda timar sistemi, Halep, Musul, Rakka, Şam, Şehr-i Zol ve Trablusşam eyaletlerinde uygulanmıştır.
2) Salyaneli (Yıllıklı) Eyaletlerin İdaresi: Sâlyâneli (yıllıklı) eyaletlerin yöneti¬cisi beylerbeyi (vâli) olup payitahttan tayin edilirdi. Beylerbeyi, yönetimi altın¬daki eyaletin tahrirle belirlenmiş yıllık vergisini merkeze gönderirdi. Bu eyalet¬lerdeki gelir fazlası, mahallî yönetimin masrafları, askerî giderler ile sair ihti¬yaçlara sarf edilirdi. Ortadoğu’daki salyaneli eyaletler; Bağdat, Basra, Cezâyir-i Garb, Habeş, Lahsa (Ahsa), Mısır, Trablusgarp ve Tunus’tan oluşmaktaydı. Bu eyaletlerden Cezâyir-i Garb, Habeş, Lahsa, Trablusgarb ve Tunus merkezî otoritenin denetiminden uzak olduğundan bunların hazineye sağladıkları gelirler sınırlıydı. Sâlyâneli eyaletlerde idarecilere dirlik tahsis edilmez, onlara yönettikleri eyaletin hazinesinden sâlyâne (yıllık maaş) verilirdi. Bu durum eyalet kânunnâmeleri ile belirlenmişti. Ancak uygulamada Mısır istisna di¬ğer eyaletlerin beylerbeylerinin masraflarının zaman zaman merkezi hazineden ödendiği belirtilmelidir.
3) Kutsal Yerlerin İdaresi: Osmanlı devrinde “Kutsal yerlerin idaresi” özerk¬tir. Müslümanlar için kutsal olan “Haremeyn-i Şerifeyn” şehirleri, Mescid-i Harem’in (Kabe-i Muazzama) bulunduğu Mekke ile Hazret-i Peygamber’in Milâdî 622 yılında hicretiyle inşa ettirdiği Mescid-i Nebevî’nin ve vefat edince defnedildiği Ravza-i Mutahhara (mezarı)’nın bulunduğu Medine (Medine-i Münevvere) ve Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından kutsal kabul edilen Kudüs (Kuds-i Şerif) ve Halilu’l-Rahman, Yavuz Sultan Selim’in Suriye- Mısır Seferi ile Osmanlı hâkimiyetine geçmiştir. Fâtımîler devrinden itibaren Haremeyn-i Şerifeyn şehirlerini Hazret-i Peygamber’in torunu Hasan’ın soyundan gelen emirler (şerifler) yönetmişti. (Peygamber Efendimizin torunları Hasan ve Hüseyin’in soyundan gelenlere, Seyid ve Şerif denir. Seyyid ve Şerif unvanlarının Hz. Hasan ile Hüseyin dışında Hz. Ali’nin diğer çocukları (özellikle Halve bint Ca’fer adlı eşinden dünyaya gelen oğlu Muhammed b. Hanefiyye’nin soyundan gelenler) için de Ahmed Yesevi örneğinde olduğu gibi kullanıldığı görülür. Daha sonraları Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere Seyyid, H. Hüseyin’in soyundan gelenlere şerif denmiştir. T.D.V.A. Seyyid maddesi)Osmanlılar da bu teamüle bağlı kalmışlardır. Sultan Selim’in Mısır’ı fethiyle, Memluk nüfuzu altında bulunan Haremeyn-i Şerifeyn yönetimi de Osmanlı hâkimiyetini tanıdı. O sırada Mekke Emîri Şerîf Berekât b. Muhammed el-Hasenî, derhal on iki yaşında bulunan oğlu Şerîf Ebû Nümey’i, kardeşinin oğlu Şerif Arrar’ın riyasetindeki bir elçilik heyeti ile birlikte Mısır’a göndererek Osmanlı Padişahına tazimlerini arz ile Mekke’nin anahtarlarını takdim etmişti. Şerif Ebu Nümey, Mısır’dan pek çok hediyeler ve babası Şerîf Berekât’a verilen Mekke Emirliği menşuru ile Mekke’ye döndü. Sultan Selim ayrıca Mekke emirine Mısır hazinesinden maaş bağlattı. Haremeyn halkına dağıtılmak üzere 200.000 duka altını ile bol miktarda erzak gönderdi. Zaten Osmanlı Sultanları, Yıldırım Bayezid’den itibaren Haremeyn’e sürre göndermeye başlamışlardı. Osmanlı, Haremeyn-i Şerifeyn hizmetlerini vakıflar yoluyla sağlıyordu. Dârü’s-Saâde Ağasının liderliğinde bir Sürre-i Hümâyûn gönderiliyor, hac organizasyonu Haremeyn Vakıflarının gelirleriyle yapılıyordu. Kudüs ve Halilu’l Rahman’ın dâhil olduğu Filistin, Sultan Selim’in Mısır Seferi öncesinde Osmanlı hâkimiyetine girmiş, Memlûk dönemindeki idarî ya-pısını büyük ölçüde korumuştur. Filistin coğrafyasından Kudüs-Gazze, Nablus- Safed, Salt-Aclun sancakları ilk önce Şam Eyâletine bağlanmış, Kanûni devrinde yapılan umumî idari düzenleme ile Kudüs, Gazze ve Safed sancakları Şam Eyaletinden ayırılarak her biri Şam Eyaleti içerisinde müstakil sancaklar hâline getirilmiştir. Kudüs’ün bu müstakil idari yapısı İmparatorluğun sonuna kadar sürmüştür. Kudüs, Yahudi, Hıristiyan ve İslâm dini mensupları tarafından kutsal kabul edilmesi sebebiyle, burası hep çekim merkezi olmuştur. Kutsal mekânlara ziyaret için gelen ziyaretçiler dışında Kudüs’te yaşayan farklı din mensupları için oluşan Osmanlı Barışı (Pax-Ottomana), temelde “Osmanlı Millet Sistemi”nin, genelde ise “Osmanlı Sisteminin” bir sonucudur.
Ortadoğu’nun Osmanlılaşması
Osmanlı Devleti, Ortadoğu’da hâkimiyetini tesis ettikten sonra timar (mîrî) sistemin uygulandığı eyaletlerin (sâlyânesiz), vergisi yıllık olarak alınan eyaletlerin (sâlyâneli) ve Kutsal yerlerin (Mümtaz) idarî yapısını kurduktan sonra, yapılan tahrirlerle eyalet veya sancak kanunnameler oluşturup, söz konusu bölgelerdeki eyalet veya sancakların yerel yöneticilerini tayin edip, buraların iktisadi, kültürel ve sosyal yapılarına müdahale etmemiştir. Bu idarî tasarruf hem yerel yapıları (kabileleri) memnun etmiş, hem de merkez ile taşra ilişkilerini kuvvetlendirmiştir. Osmanlı’nın Ortadoğu’daki idarî kadrolara tayin ettiği yöneticiler, halkın genel meselelerinin çözümünün yanında, yerel kabilevî unsurlar üzerinde sulhun sağlayıcısı, anlaşmazlıkların çözümünde hakem, hak/ hukuk konusunda adaletin uygulayıcısı olmuşlardır. Bunun sonucu bir Osmanlı Barışı (Pax-Ottomana) oluşmuştur. Esasen bu, “Osmanlı’da birlikte yaşamanın” kurumsal karşılığı olan “Osmanlı Millet Sistemi”nin bir sonucudur. Bugün Osmanlı Devleti’nden 64 ülke doğmuştur. Bunlardan 33 tanesi müslüman, biri Musevî 31 tanesi de gayrimüslimdir. Bu 33 Müslüman ülkenin en az 20 tanesi Ortadoğu’da yer almaktadır. Ortadoğu’daki toplumlar en az dört yüz yıl birlikte barış içinde yaşamışlardır. Bunun sırrı “Osmanlı Millet Sistemi” gereği toplumun Müslim gayrimüslim olarak örgütlenmesindedir. Buna göre hükümdar, “uyruklarının babası” olma gibi patrimonyal bir telâkkiden çok “tebaanın refahından şahsen sorumlu olduğu” kanaatini taşımış ve tebaasını, kendisine “Cenâb-ı Hakkın bir emaneti” olarak değerlendirmiş, onları iyi idare etmek ve her çeşit yerel zulüm ve haksızlıklara karşı korumak sorumluluğunu üstlenmiştir. Devletin karakteri âlemşümuldur. Onun bünyesinde Müslüman, Hıristiyan ve Musevi dinlerine mensup pek çok inanç, mezhep ve anasır vardır. Osmanlı Devleti’nde “Millet Sistemi” her inancın kendi dinî ruhanî liderinin/ reisinin liderliğinde/ riyasetinde örgütlenmesi ve idare edilmesidir. Müslümanlar Şeyhülislâmın, Hıristiyanlar ruhani reislerin (patriklerin), Yahudiler de hahambaşının etrafında örgütlenmiştir. Şeyhülislâm İslâm’ın (dinin) temsilcisidir. Kazaskerler, kadılar, müftüler, müderrisler ve nakibü’l- eşraf şeyhülislâmlık kurumunun üst bürokrasisi içinde yer alıyordu. Kadıasker Divân-ı Hümayûn’da adaleti; kadılar kazalarda adaleti ve idareyi; müftüler fetva makamını; müderrisler eğitim/öğretimi; nakibu’l-eşraf peygamber soyunu (seyyid ve şeriflerin); şeyhler de değişik tarikat mensuplarını; temsil ediyorlardı. Bunlar, bizatihi Şeyhülislamın oluruyla tayin ediliyordu. Dolayısıyla pâyitaht ile taşra arasında sıkı bir bağ vardı. Süleymaniye Medresesinde Sünni dört mezhep üzere eğitim verilmekteydi. Burada yetişen müderrisler, kadılar ve müftiler, Mekke, Medine, Kudüs, Bağdat, Kahire ve Şam başta olmak üzere, Osmanlı ülkesinde eğitim-öğretim, adalet ve dinî hizmet teşkilâtlarında görev yapıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin bünyesinde yaşayan gayrimüslimler için de durum farklı değildi. Osmanlı Sisteminde “Ehl-i ahd” olarak isimlendirilen gayrimüslimler; 1. Zimmîler (İslam devletinin himayesini kabul edenler, ehl-i zimme), 2. Muâhedler (kendileriyle barış yapılmış olanlar, ehl-i hudne) ve 3. Müste’menler (kendilerine eman verilmiş olan, ehl-i eman) zümreleriden oluşmaktaydı. (Küçük, C. 1999, s.210-219) Gayrimüslim milletlerin teşkilatlanmasında İstanbul Rum Ortodoks Patrikliği önemli rol oynamıştır. İstanbul’un fethinden önce fonksiyonunu yitirmek üzere olan Ortodoks Rum Patrikliği, Gennadius Scholarius (1400-1473) ile yeniden ihya edilmiştir. Antakya Rum Patriği, Mısır-İskenderiye Rum Patrikliği ve [Makedonya] Ohri Rum Patrikliği, Fener Rum Patrikliğine bağlanmış olarak yeniden örgütlenmiştir. Ermeniler, Gregoryen adıyla ayrı bir mezhebe mensup olmaları sebebiyle İstanbul’da Ermeni Patrikliği olarak teşkilâtlandırılmıştı. Ayrıca Süryani patrikliği, Kudüs, Rum, Ermeni Patrikliği, Süryanî, Keldanî, Melkit, Marunî Patrikliği, Protestan Cemaati ve Yahudi Hahambaşılığı adı altında ayrı yapılar kurulmuştu. Bunlardan kilise bürokrasisini oluşturan patrikler, metropolitler, piskoposlar ve rahipler için hiyerarşik bir düzenleme de yapılmıştır. Kilise ve manastır mensupları için de ciddî gelir kaynakları oluşturulmuştur. Ruhanî (dinî) bürokrasi, özellikle gümrük ve kimi tekâliften muaf tutulmuştur. Ruhanî reisler, sadece dini yetkilere sahip değil, aynı zamanda hukukî, adlî, malî ve idarî yetkilere de sahiptirler. Ruhanî reislerin; kendi idarî teşkilatını yönetme, teşkilatlanma, metropolitleri tayin etme, azletme, cemaatlerin ve rahiplerin kayıtlarını tutma, devlet ile ilişkileri sağlamak gibi idarî yetkileri; zimmîlerden alınan cizye, pişkeş ve patrikhâne, kilise ve manastırların mâlî sorumluluklarını yerine getirmek; davaların görülmesi gibi adlî; suçluları sürgün, kalebend, kürek, falaka, değnek gibi cezâi müeyyedeleri yerine getirmek; evlenme, boşanma, nafaka, miras, tereke ve vasiyet vakıfları gibi medeni hukuk alanlarında son derece geniş yetkileri bulunmaktaydı.( Kenanoğlu, M.M. S.149-270) Devlet, milletlerin iç dinamiklerine karışmıyor, padişah tarafından tayin edilen ruhanî reislerin, kendi milletini yöneterek, bu yönetim üzerinden devlete karşı sorumluluklarını yerine getirmesi, Osmanlı toplumsal barışını sağlamıştı. (Alkan , 2016, s.25-29)
Osmanlı Devleti’nden Doğan Devletler:
1. Türkiye, 2. Bulgaristan (545 yıl), 3. Yunanistan (400 yıl), 4. Sırbistan (539 yıl), Karadağ (539 yıl), 6.Bosna-Hersek (539 yıl), 7. Hırvatistan (539 yıl), 8. Makedonya (539 yıl), 9.Slovenya (250 yıl), 10.Romanya (490 yıl), 11.Slovakya (20 yıl), Osmanlı ad: Uyvar, 12. Macaristan (160 yıl), 13. Moldova (490 yıl), 14. Ukrayna (308 yıl), 15.Azerbaycan (25 yıl), 16.Gürcistan (400 yıl), 17. Ermenistan (20 yıl), 8.Güney Kıbrıs (293 yıl), 19. Kuzey Kıbrıs (293 yıl), 20. Rusya’nın güney toprakları (291 yıl), 21. Polonya (25 yıl)-himaye- Osmanlı adı: Lehistan, 22. İtalya’nın güneydoğu kıyıları (20 yıl), 23. Arnavutluk (435 yıl), 24. Belarus (25 yıl) –himaye, 25. Litvanya (25 yıl) -himaye-, 26. Letonya (25 yıl) -himaye-, 27. Kosova (539 yıl), 28. Voyvodina (166 yıl) Osmanlı adı: Banat, 29. Irak (402 yıl), 30. Suriye (402 yıl), 31. İsrail (402 yıl), 32. Filistin (402 yıl), 33. Urdun (402 yıl), 34. Suudi Arabistan (399 yıl), 35. Yemen (401 yıl) , 36. Umman (400 yıl), 37. Birlesek Arap Emirlikleri (400 yıl), 38. Katar (400 yıl), 39. Bahreyn (400 yıl), 40. Kuveyt (381 yıl), 41. İran’ın batı toprakları (30 yıl), 42. Lübnan (402 yıl), 43. Mısır (397 yıl), 44. Libya (394 yıl) Osmanlı adı: Trablusgarp, 45. Tunus (308 yıl) , 46. Cezayir (313 yıl), 47. Sudan (397 yıl), Osmanlı adı: Nubye, 48. Eritre (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş, 49. Cibuti (350 yıl), 50. Somali (350 yıl), Osmanlı adı: Zeyla, 51. Kenya sahilleri (350 yıl), 52. Tanzanya sahilleri (250 yıl), 53. Çad’ın kuzey bölgeleri (313 yıl) Osmanlı adı: Reşade, 54. Nijer’in bir kısmı (300 yıl) Osmanlı adı: Kavar, 55. Mozambik’ in kuzey toprakları (150 yıl), 56. Fas (50 yıl) -himaye-, 57. Batı Sahra (50 yıl) -himaye-58. Moritanya (50 yıl) -himaye-, 59. Mali (300 yıl) Osmanlı adı: Gat kazası, 60. Senegal (300 yıl), 61.Gambiya (300 yıl), 62. Gine Bissau (300 yıl), 63. Gine (300 yıl), 64. Etiyopya’ nın bir kısmı (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş. Habeş. http://hazirtarih.blogcu.com/ osmanli-imparatorlugundan-ayrilan-ulkeler/ 4901532 (Erişim tarihi: 13. 05. 2016). (Alkan , 2016, s.27-29)
Kaynaklar:
Alkan, M. (2016) Osmanlı Devletinin “İslam Birliği” Siyaseti: Ortadoğu’nun Osmanlılaşması Akedemik Bakış, C.9. Sayı:18.
Danişmend, İ. H. (1966,). Türklük Meseleleri, İstanbul, İstanbul Kitapevi.
Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü,5.baskı, İstanbul 1988.
Kenanoğlu, M.M. (2004) Osmanlı Millet Sistemi: Mit ve Gerçek, İstanbul. Klasik Yayınları.
Küçük, C. (1999).“Osmanlı Devleti’nde “Millet Sistemi”, Osmanlı, IV, Ankara 1999.
Yuvalı, A. (2016). “Türk Devletlerinde “Devlet Geleneği”Düşüncesinin Evrenselliği”, Türk Devlet Yönetimi Geleneği. Editörler: Cengiz Buyar, Mehmet Kıldıroğlu, Muratbek Kocobekov, Bişkek