Röportaj: Mustafa ÖNDER II.BÖLÜM Esat Bey, arada âdeta bir kitap müptelâsı olduğunu, Hacı Bayram’daki kitapçıdan ilk defa aldığı Feridun Fazıl Tülbentçi’nin “İstanbul’un Fethi” adlı romanını bir solukta okuduğunu anlatıyor. Pek övünmek istemese de yayınlanmış kitaplarından bahsediyor. Bu arada bir zamanlar hocası ve sonra Genel Sekreteri olan Devlet Bahçeli Beye sık sık kitap taşıdığını, Devlet Beyin müthiş bir kitap okuyucusu olduğunu söylerken gözleri parlıyor. “MİLLÎ DEĞERLERE DÜŞMAN OLUNARAK ÇAĞDAŞ TOPLUM YARATILAMAZ” “Peki, sizce bu durumda, toplum kendini nasıl koruyacak?” “- Toplum medyaya karşı kendini koruyamaz! Bu bakımdan Devletin ilgili kurum ve kuruluşları önlem alması lazım, meselâ RTÜK Başkanı medya temsilcileriyle bir araya gelebilir, bazı tavsiyelerde bulunabilir. Televizyon kanallarının sayısı çoğaldıkça dizilerin sayısı da hızla çoğalıp geniş kitleleri etkiliyor. Türkiye’de televizyon başında geçirilen saatlerin dünya ortalamasının üstünde olması yapımcıların iştahını kabartmaktadır. Popüler kültürü yerleştirmede büyük bir güç olan medya, özellikle görsel medyayla toplum üzerindeki etkisini kuvvetlendirerek sürdürmektedir. Televizyon dizileri elbette olacaktır. Yanlış olan taraf, yüksek izlenme oranı kaygısıyla, gerçekler değiştirilip daha izlenebilir bir şekle sokulmakta ya da olmazlar olur yapılıp, haftalık senaryolarla insanların duygularıyla, düşünceleriyle ve beklentileriyle oynanmaktadır. Okumayı, yazmayı ve sorgulamayı sevmeyen halkımız da, gördüğü ve duyduğu ile yetinmekte, her diziden kendisine bir rol kaparak hayal âlemine sürüklenmektedir. Aslında, televizyon dizilerinin sponsorlar ve reklam gelirleri ile para kazandığını düşünecek olursak, yapılmak istenenin, hızlı bir şekilde versiyon değiştiren kapitalizmin, birbirine benzeyen büyük bir tüketici toplumu oluşturma planına hizmet etmek olduğunu kolayca anlayabiliriz. Bu açıdan televizyonculuğun salt para kazanma aracı olmaktan kurtulması, tek hedefin izlenme oranı olmaktan çıkarılması gerekir. Bunun da ülkesini, milletini seven ve milletine sorumluluk hissi besleyen televizyon sahipleri, senaristler, yapımcılar ve hatta oyuncularla mümkün olabileceğini düşünüyorum. Medya, bir eğitim aracı olarak da toplumda önemli bir yere sahiptir. Türkiye’deki çarpıklık, çağdaş demokratik düzenin tüm kurum ve kurallarıyla bir türlü kurulamaması nedeniyle güçlerin medyasına dönüşmesidir. Kültürel üretim çıktılarını insanların yaşam alanlarının içlerine kadar kolaylıkla taşıyabilmektedirler. Toplumların varlığının sağlıklı bir şekilde sürmesi, ancak, toplumsallaşma sürecinin sağlıklı bir şekilde sürmesi ile mümkün olacaktır. İşte bu noktada, Türkiye’de yaşanan birçok sorunun temelinde toplumsallaşma sürecindeki olumsuzluklar yatmaktadır. Milli değerlere düşmanlık gösterilerek çağdaş bir toplum oluşmayacağını kendini aydın zannedenler artık anlasınlar. Anlamazlarsa toplumsal barış yerine diktacı, dayatmacı rantçı, biat kültürüne dayalı bir düzen daha büyük ağırlıkla toplumun üzerine çökecek. Toplumsal değerlerle barışmazlarsa cehaletin perdesi üzerimize çökecek, içi boşaltılmış ahlaki değer ve kavramlar dillerde dolaşacak ama yüreklerde yaşanmayan bir gelecek hayatımızı ele geçirecek. Buna karşı çıkması gereken en önemli grup ise elbette milli değerleri özümsemiş, sorumluluk sahibi aydınlardır. Aydınlar gerçekten aydın olduklarında bu konuda mesafe kat etmemiz mümkün olacaktır.” “TELEVİZYON DİZİLERİYLE, KİTLESEL ÇOĞUNLUK HIZLA YALNIZLAŞIYOR” “- Randevular ve hafta sonu planları dizi saatlerine göre düzenlenmekte, kendi sorunlarımızı ve beklentilerimizi unutarak, dizilerdeki kahramanlar için üzülüp, onlar için sevinilmektedir. Halkın bu davranışı siyasetçilerimizin işine gelmekte, televizyon dizisi sömürüsüne bir de futbol maçları eklendiğinde işler daha da kolaylaşmaktadır. Öyleyse televizyon izleyen değil de aslında televizyona esir bir toplum oluyoruz demek hiç de abartı olmaz. Peki, bununla nasıl başa çıkabiliriz? Bence bunun yolu, öncelikle televizyonun esiri değil hâkimi olan bilinçli bir izleyici olmaktan geçiyor. Bu kapsamda dünyanın tüm gelişmiş ülkelerinde olduğu gibi bizde de medya okuryazarlığına gereken önem verilmeli, gelecek nesiller bu konuda donanımlı hâle getirilmelidir. “ÇOCUK, TV’DE PSİKOLOJİK TAHRİBATA UĞRUYOR” “Çocuk programlarının çocuklar üzerinde etkisi nedir? Çocukların o yaşta medyatik olması doğru mudur?” “- Evvela yarışma programları türü programlarda çocukların kullanılması veya yarıştırılması çok tehlikeli: Bu durum çocuğu kendi gerçeğinden koparıyor, spotların altında, alkışlar, kendine dönük kameralar, çocuk kendini farklı bir âlemde zannediyor. Gösteri sona erince kendi gerçeğiyle yüz yüze kalıyor, dolayısıyla psikolojik tahribata uğruyor. Çocukların masumiyetlerini kullanarak buradan ticari bir çıkar beklemek, en hafif tabiriyle sorumsuzluk ve başlı başına toplumsal bir sorun zaten. Programlarda yer alan çocuklar açısından problem çalışma koşulları ve küçük yaşta iş ve şöhret hayatına atılması farklı değerlendirilmesi gereken problem. Ancak, bu çocukların özendirdiği dışarıda bir çocuk kitlesi daha var. Bu programları izleyen çocukların özendikleri ve kendilerini gördüğü bir hayatı ve şöhreti sunuyorsun ekranlarda. Şarkı yarışmasına katılan bir çocuğun sesi haricinde hangi yeteneği var? Nota mı biliyor? Piyano, gitar, keman ya da benzeri bir müzik aleti kullanma becerisi mi var? Hiçbir özelliği yok. Ekran başındaki milyonların da yok becerileri. Bu çocukların ekrandakilerle özdeş bir tavır kurduğunu ve özendiğini düşünün. Benim bu tür programlara karşı olmamın sebebi bu. Hayatı olağan akışında yaşatmıyoruz çocuklara.” “Reklâmların tüketimi teşvik ettiği hep söylenir. Ayrıca reklâmlarda çocukların oynatılması ve çocuk istismarı hakkında neler söylersiniz?” “- Sadece çocuklar değil, çocuk sempatisi üzerinden yetişkin insanlar istismar ediliyor. Bu konuyu örneğin son günlerde bir giyim markası olan bir firmanın ürünlerinin tanıtılması için kullandığı çocuk figürleri üzerinden konuşalım. 7-8 yaşlarında bir çocuğun reklâm objesi olarak kullanılması ve çocuğun reklâm filminde oynaması, oynadığı filmde cinsel göndermelerde bulunulması izleyen çocuklar üzerinde bıraktığı etkiler görmezden geliniyor. Bunun yanında yetişkinlere mahsus argo kelimeler kullanması, sırf giyim tarzı ile bir kişilik biçimlendirilmesi yapılarak; çocuğu (bu giyimin) akranlarından farklılaştırdığına inandırılması, dolayısıyla kendi gibi olmayanları aşağılaması, bütün bu nedenler çocuk istismarı olarak düşünülebilir. Ben bunun topluma kötü bir örnek olduğuna inanıyorum. Ben şahsen konuyla ilgili olarak sivil toplum örgütlerinden ve entelektüel çevrelerden, daha şiddetli ve yoğun bir çıkış, bir ön alma, bir tepki beklerdim. Bu tür konularda sivil alanın daha duyarlı olması gerekiyor.” “KURTLAR VADİSİ TÜRÜ DİZİLERDE KİŞİSEL GÜÇ, HUKUKUN YERİNE GEÇİYOR” “Televizyonların vazgeçemediği ev kadınlarına yönelik eğlence ve evlendirme programları sizce de söylenildiği ölçüde zararlı mı?” “- Elbette bunun böyle olduğundan hiç şüpheniz olmasın. Birbirlerini televizyonunun yönlendirmesiyle seçen, hatta bazı televizyon programlarında evlenen günümüz insanı, ailenin kuruluş ve kuralların koyulmasında da televizyondan etkileniyor. Eskiden her konuda danışılan aile büyükleri önemlerini yitirmeye başlamış, artık hikâyeler dedelerden ninelerden değil, televizyondan dinlenmeye başlanmıştır. Siz asıl o pespaye programlara kimler reklâm veriyor ona bakacaksınız, niçin destekliyorlar böyle programları? Aile ve kadın eksenli programlarda toplumun yoksulluk durumunun ve duygularının kötüye kullanıldığı, aile içi olumsuz ilişkilerin teşhir edilerek çocukların ve gençlerin ruh sağlığının olumsuz etkilenmesine neden olunduğunu kabul etmemiz lazım. Bu tür programlarda kadının küçük düşürüldüğü, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin körüklendiği, bu yayınlar nedeniyle kız çocuklarında karşı cinse ilişkin olumsuz bir tutumun geliştiği, bu tutumun da gençlerin gelecekte kuracakları aile ilişkilerini olumsuz etkileyebileceği kanaatindeyim. Sabah kuşak programlarında ve kadınlara yönelik olan programlarda aile içi olumsuzlukların açıkça ortaya konulması sonucunda, çocuk ve gençlerin kendi öz anne-babalarına olan temel güven duygularının sarsılabileceğini düşünüyorum. Bu konuda uzmanlar da aynı kanaatte. Aile eksenli programların bazı bölümlerinin çocuk ve gençleri cinsel, sosyal, psikolojik, duygusal, ahlaki ve aile içi ilişkiler yönünden olumsuz etkilediğini bu konunun uzmanları da açıkça belirtmelerine rağmen ne yayıncılar sebep oldukları toplumsal tahribatı düşünüyorlar ne de RTÜK bu konuda ciddi bir tavır koyuyor. Ayrıca; bizim başka bir konuda da çok duyarlı olmamız gerekirken, başta RTÜK olmak üzere hepimiz tarafından yayıncıların şiddet ve kabadayılık eksenli yapımları da görmezden geliniyor. Şiddet eksenli programlarda çocuk ve gençlere olumsuz rol modelleri sunulduğu, bunun toplumda ve özellikle okullarda şiddet olaylarının artmasında etkili olduğu kanaatindeyim. Çocuk ve gençlerin, kendilerini kolayca özdeşleştirebilecekleri şiddet ve gücün, bu tür programlarda birlikte ve olumlu sunulduğu, Kurtlar Vadisi gibi programlar aracılığıyla kişisel gücün, hukukun yerine ikame edildiği ve böylece ailede ve toplumda şiddet kullanımının adeta teşvik edildiği halde, bu konulara derinlemesine inilmediği de bir gerçek. Şiddet eksenli programların, çocuk ve gençlerin bütün yönleriyle gelişimlerini ve özellikle de kimlik gelişimlerini olumsuz etkilediğini gözden kaçırırsak bonzai rezaletinin yaygınlaşmasının, kadına şiddetin, saldırgan ve tatminsiz bir gençliğin nedenlerini de bulamayız. Bunları söylerken eğitim sisteminde düştüğümüz zafiyeti de ifade etmeden geçemeyeceğim.” (YARIN SON BÖLÜM) Mustafa ÖNDER mustafaonder35@gmail.com