Diaspora-Vatikan-AB İşbirliği, AKP’nin Teslimiyetçi Politikası

Ömer KALAYCI

 

“Ermeni sorununa, salt devletin reel politikası üzerinden mi, yoksa hukuki bir çerçeveden mi yaklaşmak gerekir? noktasındaki tartışmalara da değinmek gerekmektedir. Zira günümüzde bu olay çok boyut almıştır; işin kolayına kaçarak konuya salt  “vicdani mesele” olarak yaklaşanlar bir yana, bu olaya devlet politikası olarak yaklaşanlar ki bunu da Osmanlıyı tamamen soyutlayarak, İttihat Terakkicilerin sorunu gibi ele alanlar ve günümüzün hukuki bir meselesi olarak ele alanlar da bulunmaktadır. Belki de bu olayın dünya kamuoyunda bu kadar gündemde kalması, Türkiye’nin bunu bir kambur gibi taşıması da bu yüzden olsa gerektir.”

Ermeni Meselesinin tarihsel süreci:

Diaspora kavramını dünyada ilk kez Museviler, İsrail’in dışında yaşayan Yahudileri işaret ederek kullanmışlardır. Ancak günümüzde Diaspora denilince akla Yahudilerden çok Ermeniler gelmektedir. Bu bile Diasporanın tüm dünyada ne denli etkili olduğunun en küçük kanıtlarından biridir. Özellikle 1980’li yıllar ve sonlarında çoğunluğu Ermeni asıllı yazarların hazırlayıp yayımladıkları, ABD başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde yapılan hemen hemen bütün yayınlarda Ermeni Diasporası kavramının temelleri sağlamlaştırılmış ve kullanılmıştır.

Ermeniler, Ermeni Diasporasının Ermenistan devleti dışında yaşayan Ermeniler olarak değil,  “Anadolu’dan göç ettirilen ve tekrar dönmelerine izin verilmediği için dünyanın değişik ülkelerine dağılan ve dağıtıldıkları ülkelerde yaşayan Ermeniler” olarak lanse etmektedirler.

“Tehcir sırasında Osmanlı Devleti’nden göç ettirilen Ermenilerin 345.000’i Kafkasya’ya, 140.000’i Suriye’ye, 120.000’i Yunanistan ve Ege adalarına, 40.000’i Bulgaristan’a, 25.000’i Irak’a, 35.000’i Fransa’ya, Avusturya’ya ve ABD’ye gitmiştir. Daha sonra bunların bazıları değişik sebeplerle buralardan başka yerlere göç etmişlerdir. Ermenilerin göç etme olayı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında da devam etmiş ve bugünkü Diaspora ortaya çıkmıştır.”

Tablo:1 Ermeni Diasporasının dünya genelindeki nüfuzu ve faaliyet alanları. Newsweek Türkiye(1)

Günümüz itibariyle Ermenilerin sayısına baktığımızda, ABD’de yaşayanlar Ermeniler; Ermeni Diasporasının yaklaşık %40’ına tekabül eder ki bu oldukça büyük bir orandır. Diğer bir yoğun nüfus ise Fransa’da yaşamaktadır ve büyük kısmı sermaye kesimini temsil etmektedir. Ticaretle uğraşmaları ve büyük ticari bağlantıları dolayısıyla belirli bir nüfuz sahibi oldukları görülmektedir. Kamuoyunda Ermeni lobisi olarak bilinen, büyük bölümü özellikle ABD’de yaşayan bu etkili kesim aynı zamanda Diasporanın yöneticileri olan Ermenilerdir. Yapmış oldukları büyük meblağlardaki bağışlarla hem lobi faaliyetleri için gerekli olan finansmanları sağlamakta hem de Ermenistan’ı ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. Ayrıca Oy ile Dolar adlı iki güç üzerine endekslenmiş ABD hükümet politikalarını da etkileyebilmektedirler. Türklere ve Türkiye’ye karşı olma ve bu amaca hizmet eden türlü faaliyetleri yürütme anlayışı Ermenileri bir arada tutan en büyük etken, tabiri caizse bir harç görevi olarak gözlenmektedir.

Tarihe baktığımızda; 1890 yılı ile birlikte ayrılıkçı iki ayrı Ermeni partisi olan Hınçak ve Taşnak’ın, ABD’de faal olarak çalışmaya başladığı görülmüştür. Bu iki parti, ilerleyen süreçte kimi zaman ABD yönetimleri üzerinde artan kimi zaman da azalan bir politika ve baskı unsuru oluşturmuşlardır. Ermeni lobisinin ya da Ermeni Diasporasının bu denli rahat çalışmasında ve etkili olmasındaki ana nedenlerden biri de o dönemin Amerikan misyonerleri ve misyoner okulları olmuştur. Bu kimseler, Anadolu’da gerçekleşen Ermeni tehcir olayını Ermenilerin kendi pencerelerinden ve doğal olarak abartılarak aktarılmasında büyük pay sahibi olmuş, en az Ermeni Diasporası kadar bu anlayışın yaygınlaşmasına destek vermişlerdir. Amerikalı misyonerler o kadar etkili olmuşlardır ki Ermeni Diasporasını ve nazarında Ermeni Taşnak örgütlerini desteklemek için Amerikan halkından yüksek miktarda bağışlar toplamışlar ve bu bağışları Anadolu’daki örgütlerin ihtiyaçlarını gidermek adına kullanmışlardır.

Bu bağışları toplayabilmek için Amerikan Protestan Kilisesi, Amerikan’ın bir ucundan diğer ucuna seferber edilip Türkiye Ermenilerine gönderilmek üzere Amerikan halkından para talep ediyorlardı. Bağışların toplanabilmesi için bir anda kirli bilgi ve propagandanın tüm incelikleri ustalıkla uygulanıyordu. Binlerce kilisede her ayinde  “Korkunç Türk” teması sayısız kez Amerikan halkının düşüncelerine sokuluyordu.

Türkler ve Türkiye ne kadar çok kötülenirse ve masum olduğu öne sürülen Ermenilere ne kadar çok acındırılırsa, toplanan para o ölçüde artmaktaydı. Bu toplanan bağışlar; Anadolu’da faaliyet gösteren Amerikan misyonerlerinin maaşlarını ödemede, Türkiye’de misyoner okullarının açılmasında ve kiliselerin kurulup geliştirilmesinde kullanılıyordu. Uyguladıkları sistem ve psikolojik savaş yöntemleri öylesine ivme kazanmış ve işlemekteydi ki hiçbir bilimsel temeli olmayan birçoğu uydurma hikâyelerden oluşan kitaplar, birbiri ardına piyasaya sürülüyor, satılıyor ve böylece kendi pencerelerinden tek taraflı değerlendirdikleri tehcir olayını  “Soykırım” olarak kabul ettiriyorlardı. Giderek Ermenilerin ABD hükümetlerine ve kamuoyu üzerindeki baskıları artıyor; basının ve medyanın da keşfedilmesiyle dergi, gazete, kitap, beyanname ve duvar afişleri ile Amerikan halkına Türkler ve Türkiye şiddetli bir şekilde kötüleniyordu. Bu kötüleme öylesine koordineli yapılmaktaydı ki Anadolu’da örgütlenen Ermeni Taşnaklar ile kontağa geçip belirli stratejik bölgelerde olaylar çıkartılıp bunu ajitasyon olarak kullanıyorlardı.

Ermeni Lobisi/Diaspora her geçen yıl biraz daha saldırganlaşmakta ve her türlü imkânı kullanmaktaydılar. Nihayetinde yönlendirmek istedikleri batı dünyasının kamuoyu ile aynı dine mensuptular. Propagandalar öylesine ivme kazanmıştı ki 1909 yılında Adana’da yaşanan olayların neticesinde, her zamanki tek taraflı propagandanın da etkisiyle Boston’un üç Protestan Ermeni kilisesi adına, M.Bangadararian ve S.S. Yenovkian adlı iki papaz, ABD Başkanı William Taft’a telgraf çekerek  “Türkiye’deki çaresiz Ermenilerin kılıçtan geçirilmelerine son verilmesini insanlık, Hristiyanlık ve Amerikan uygarlığı adına” istemekteydiler.

Yine 1909’da bu çağrı ile sınırlı kalmayıp farklı dini cemaatlerden de yapılan çağrılar ve bildiriler yetkili makamlara gönderilmiş, Başkandan ve Dışişleri Bakanından Türkiye’de ki Hristiyanların öldürülmesini durdurmak, zarar görenlere ise yardım için gereken şeylerin yapılması istenmişti. Tüm bu açıklamaların ve ısrarlı baskıların sonucunda 12 milyon Hristiyanı temsil ettiği iddiasında olan bir başka cemaat Methodist Episcopal Kilisesi; Batı Virginia’da bir toplantı düzenleyerek Ermenilere destek olunması ve  “Türk zulmü”nün durdurulmasını içeren taleplerini; ABD Başkanı ile birlikte İstanbul Ermeni Patrikliği’ne, Amerikan Misyonerleri Örgütü’ne, İngiltere, Almanya ve Rusya Dışişleri Bakanlıklarına göndermiştir.

ABD’nin başat rol üstlendiği diplomatik girişimler neticesinde Batılı Uygar Dünya(!) Osmanlı Devletini ciddi bir şekilde baskı altına almış ve Cemal Paşa, Adana’da 47 Türk’ü acil bir kararla idam ettirmişti. Bu idam kararının ardından Ermeni tezini doğru çıkaracağı endişesi ile 24 Nisan 1915’te Ermeni komitecilerin İstanbul’daki üst düzey yöneticileri tutuklanmıştı. Fakat bu tutuklama kararı Ermenileri rahatsız etmiş ve ABD Başkanına aynı gün ulaşan bir telgraf ile olaylara müdahil olması biraz da emir kipiyle talep edilmiştir.

Tarihler 1914 yılını gösterdiğinde dünya bambaşka ittifaklarla çok farklı olarak şekilleniyordu. Bu şekillenme ile birlikte her devlet o şekillenmenin de aktörü olma çabasındaydı. Almanya güçlenirken bu tavrı ile küresel krallığın adaylarından olan, başta İngiltere olmak üzere Fransa ve İtalya için giderek büyüyen bir tehdit oluyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışı ile birlikte Amerika’da ki Ermeni Diasporasının daha da şiddetlenen propagandası çok ciddi ivme kazanarak artmaktaydı. Bunda elbette, ABD’ye göç eden Ermenilerin sayısının artmasının yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya ile aynı ittifak içerisinde olması ABD’ye karşı düşmanca bir davranış olarak gösterilmiş olmasının da etkisi büyüktür.

Ermeni grupların başarılı ve psikolojik savaş yöntemlerinin neticesindeki lobi faaliyetleri sonucu 1918 yılında ABD, Ermenistan’ı  “De Facto” gayri-resmi olarak tanımak zorunda kaldı. Bu karar Anadolu topraklarından tehcir edilen ve Anadolu coğrafyasında bir Ermeni devleti kurmak isteyen Ermeniler için ciddi bir darbe olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı sonrası, galip ülkelerin temsilcileri 18 Ocak 1919’da Fransa’nın Paris şehrinde bir araya gelerek bir Barış Konferansı tertiplediler ve Osmanlı Devletini temsil eden bir delegenin olmadığı bu görüşmelerde İki Ermeni delege davalarını anlatmak için yer almışlardır. Salt Lobi faaliyetleri yapan bu Ermeni delegeler, diğer delegeleri etkileme gayreti göstermiştir. Bu çalışmalar sonucunda kurulması düşünülen Ermeni devletini,  ABD’nin himaye etmesi fikrini aşılayarak büyük ölçüde başarılı olmuşlardır.

Ermeni lobisi tarafından ciddi baskı altına alınan ABD Başkanı Wilson’a, sürekli olarak Ermenistan’a borçlu olunduğu belirtilip, kendilerine daha önce verilen vaatler hatırlatılmıştır. Bu baskılar sonuç vermiş ve Başkan Wilson ABD senatosunda  “Bağımsız Ermenistan’ı” tanıyacağına dair açıklama yapmış, Sevr görüşmelerinde ABD heyetinin baskıları ile Osmanlı delegelerinin karşısına Ermeni Cumhurbaşkanı Avetis Ahoranyan isimli kişinin çıkarılması sağlanmıştır. Varılan antlaşmaya göre Osmanlı Devleti, Ermenistan’ı  “özgür ve bağımsız bir devlet” olarak tanımıştır. Aynı antlaşmaya göre, hakemlik görevini üstlenen himaye devlet olan ABD Başkanı Wilson da Antlaşmaya istinaden  “Giresun’dan doğuya doğru bütün Karadeniz topraklarının Ermenistan’a verileceğini” beyan etmişti. Yalnız unuttukları ve akıllarına getirmedikleri bir şey vardı. O da Anadolu’da yaşanan bahsi geçen olaylara seyirci kalmayan Türk Generali Mustafa Kemal ve etrafında toparlanan Türk Milliyetçi Subayların bu oyunu bozacak olmalarıydı.

Savaş sonrası yeniden şekillenen dünyada Ermenistan’ın Sovyetlerin yanında yer almış olması ve ABD penceresinden bakıldığında Ermenistan’ın Sovyetleşmesi, bölgedeki çıkarları açısından ABD için kabul edilemez bir hal almıştı. Yeniden şekillenen dünyada Türk-Amerikan ilişkileri farklı boyutlar aldı: “Komünizm tehdidi, Kore savaşı ve sonrasındaki artan ikili ilişkiler ABD’deki Ermeni propagandalarını tesirsiz bir hale getirmişti, ancak Osmanlı’nın devamı olan genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti düşük seviyedeki birkaç karşı girişimden öteye Ermeni Diasporasının lobi faaliyetlerine karşılık verememişti.”

Gittikçe güçlenen ve etkili noktalara gelen Ermeniler, 1965 yılından itibaren ABD’de ve uluslararası düzeyde eylemlere başladılar. Bu eylemler ve hedeflerine ulaşabilmek için ABD’de Türkiye ve Türk düşmanlığını yayma, Ortadoğu’da ve Anadolu’da çıkarları bulunan ülkelere destek verme, Türkiye ile anlaşmazlığı olan devletlerle ortak hareket etme, sorunlarını ABD ve diğer ulusal parlamentolar ile uluslararası platformlarda gündeme getirme gibi günümüze dek çok fazla değişmeyen bir yaklaşımla yöntemlerini kullanmaya başlayacaklardı.

1960 yılları, Ermenilerin psikolojik harp oyunlarının yerini akademik alandaki yalanlara bıraktığı dönemlerdi. ABD vatandaşı olan Ermeniler; Yunanlıların da desteklerini alarak ABD’de ki belli başlı birçok üniversitede vakıf ve kürsüler kurmuş, bu üniversite bünyelerinde Ortadoğu Enstitülerinin idarelerini de ele geçirmişlerdi. Özellikle Tarih konusunda çok çeşitli çalışmalar yapan bu çevreler bir süre sonra kendi öğrencilerine; Türk tarih derslerini, Ermeni ve Yunan asıllı akademisyenler tarafından verilmesini mümkün kılmışlardır.

1960’lı yıllar, aynı zamanda ABD’de yaşayan Ermenilerin üçüncü nesil vatandaşlar olduğu dönemlerdi. Dolayısıyla Anadolu’da ki tehcir konusunu giderek tek taraflı  “Soykırım “ masalına dönüştürmeleri zaman zaman da sekteye uğramıyor değildi. Bunun için emellerinden vazgeçmeyecek olan Ermeniler kurdukları  “ASALA Terör Örgütü’ ile beraber Taşnakların buna paralel olarak kurduğu JCAG (Adalet Komandoları) ile birlikte 1973’de ki ilk kanlı eylemlerini gerçekleştirmiştir. Bu terör örgütleri, Los Angeles’te ki Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir’in katledilmesi ile başlayan ve 1973-1984 yılları arasında 4’ü Büyükelçi olmak üzere toplam 53 Türk Diplomatını şehit ettikleri eylemleri gerçekleştirmişlerdir. Şehit edilen Diplomatlarımıza yönelik eylemlerden sonra ABD’de ki ve tüm dünyadaki yayınlarda Ermeni propagandası yapılmış, yaşanan her cinayet, cinayetlerin işlenmesindeki nedenlerin açıklanış biçimlerinde dahi  “Ermeni Soykırımı “ iddialarının temcit pilavı gibi yeniden gündeme getirilmesine neden olmuştur. Türk diplomatlarımıza yönelik yapılan her eylemin ABD’deki Ermeni cemaat ve kiliseleri tarafından onaylanmış, çeşitli etkinliklerde de bu eylemlere katılacak militanların makamları yüceltilmiştir.

Vatikan’ın Ermeni Meselesindeki rolü:

Katoliklerin ruhani önderi Papa Francis’in 20. yüzyılın ilk soykırımının Ermenilere yapıldığı yönündeki ifadesi, Türkiye ile Vatikan arasında diplomatik krize neden oldu. Üstelik bu, Vatikan'ın ilk soykırım açıklaması da değil. Peki, Vatikan'ın 1915 politikası Papa Francis'den önce nasıldı? Serdar Korucu'nun 28.11.2014'te Agos'ta yer alan "Papaların 1915 ile imtihanı" başlıklı haberi konuya ışık tutuyor: II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin soykırımına uğrayan Yahudileri yeterince savunmadığı için resmen özür dileyen Katolik dünyasının merkezi, Ermeni Soykırımı’nı da yaşandıktan 85 yıl sonra, 2000 yılında resmen kabul etmiştir.

Vatikan, Ermeni Soykırımı ile ilgili ilk önemli çıkışını da, 1965 yılında yapmıştır. Soykırımın Ermeniler tarafından ilk kez dünya genelinde anıldığı yıl yayımlanan bir mektup, o dönem Türkiye kamuoyunda büyük yankı yaratmıştır. Papa 6. Paul tarafından, Katolik Ermenilerin Patriği Ermeni Cismani Meclisi Üyesi Ignatius Bedros 16. Batanian’a, soykırımın 50. yıl dönümü anma törenleri nedeniyle gönderdiği mektup basına açıklanmıştır. 14 Kasım 1964 tarihini taşıyan Papa’nın mektubunun ilk satırları şöyleydi: “Ermenilerin, ecdatlarının kurban edilişini anmaya hazırlandıklarını ve aziz ölülerinin ebedi istirahatleri ve ruhları için dua edeceklerini bildiren mektubunuzu aldık.” Papa, daha sonra bu içten gelen dinî sempatiyi takdir ederek, 1964 yılının 18 Kasımında, yani ruhani birlik ayini arefesinde, kiliselerin liderlerine de mukaddes azizlerin yâd edilmesi için çağrıda bulunmuştur. Papa dünyadaki bütün mukaddes Pier kiliselerindeki piskoposlardan, kendisinin de şahsen katılmayı arzu ettiği ilahi adaklarında, Ermenilerin ruhları için de dua etmelerini ayrıca istediğini belirtmekteydi.

Vatikan ikinci adımı ise 2000 yılında attı. Vatikan; Papa II. Jean Paul’ün 9 Kasım 2000’de Tüm Dünya Ermenileri Gatoğigosu II. Karekin ile yaptığı ortak açıklamayla, kamuoyuna seslenme amacıyla kaleme alınan bir belgede ilk kez Ermeni Soykırımı’nı tanımış oldu. Açıklamada,  “Hristiyanların, 20. yüzyılı en büyük zulümlere tanık olunan bir yüzyıl olarak anımsayacakları belirtildi “ ayrıca : “Yüzyılın başındaki Ermeni Soykırımı, bilahare yaşanacak vahşetlerin mukaddimesi konumundaydı. İki dünya savaşı, çok sayıdaki bölgesel çatışmalar ve bilinçlice uygulanan soykırım kampanyaları, milyonlarca inananın yaşamına mal oldu.” Ortak açıklamada, Osmanlı veya Türkiye’nin adı geçmese de açıklama öncesinde Vatikan’da Papa’nın huzurunda konuşan II. Karekin, soykırımın 1915’te Osmanlı Türkiye’si tarafından gerçekleştirildiğini açıkça vurgulamıştı. Papa II. Jean Paul ise konuşmasında, 20. yüzyılda Ermenilerin tüyler ürpertici acılar yaşadıklarından söz etmişti.

Ve son Papa Francis’in; Ermeni Soykırımı için Türkiye’ye ilk çağrısı, henüz Vatikan’da Katolik dünyasının ruhani lideri olmadan önce geldi. Buenos Aires Başpiskoposu iken, 2006 yılında, 91. yıl dönümünde Ermeni Soykırımı’nı kayıtsız şartsız tanıması için Türkiye’ye çağrıda bulundu. Dört yıl sonra ise ‘Cennete ve Yeryüzünde’ adlı kitabında Ermeni Soykırımı’nı, Yahudi Soykırımı ile eş tutan Papa Francis, Vatikan’da ki görevini üstlenmesinin ardından, 2013 Haziran’ın da, Dünya Ermeni Katolikleri Patriği 19. Nerses Bedros’u kabul ettiği Vatikan’daki görüşmesinde, Ermeni Soykırımı ile ilgili net tavrını bir kez daha ortaya koydu. Papa, Ermeni Patriği ile görüşmeye katılan bir Ermeni ailesinin konuya değinip atalarının Osmanlılarca katledilmesini söylemesi üzerine, “20. yüzyılın ilk soykırımı Ermenilere yapılmıştır” dedi.

Son olaraksa Papa Francis, 2014 Mayıs ayında, II. Karekin ile görüşmesi sonrasında yayımladığı açıklamada;  “geçtiğimiz yüzyıldaki trajik olaylarda Ermeni ulusunun verdiği şehitleri hatırlatarak, onların trajik tanıklıklarının unutulmaması gerektiğini” vurguladı. Papa açıklamasında; 1915’te ölenler için şehit tanımını kullanarak “İsa Mesih için geçen yüzyıldaki trajik olaylarda kan dökenlerin sayısı, kesinlikle ilk yüzyıllardakinden daha fazladır ve bu şehitlikte, Ermeni ulusunun çocuklarının onurlu bir yeri var” dedi.

Papa Franciscus’un 12 Nisan’da yapılan Paskalya ayininde 20. Yüzyılın ilk soykırımı Ermeniler’e yapılmıştır sözleri ile  “soykırım” yeniden gündeme gelmiştir. Papa’nın bu sözleri kabul edilemez bir gerçek olduğu kadar, tek kelime ile aynaya bakmadan konuşmaktır.

Gerek Vatikan’ın gerekse Papa’nın her şeyden evvel tarihi süreç içerisindeki insanlığa karşı işlemiş oldukları suçların ve günahların bedeli/vebali ödenmeden bu sözleri sarf ediyor olmaları, sözleri söyletenlerin kuklası olduklarını göstermektedir.

Vatikan ve Papa’nın, Müslümanların yaşadığı coğrafyayı soyup talan etme maksatlarına yönelik  “Haçlı seferleri”nin kışkırtıcılığını üstleniyor olması da milyarlarca Hristiyan alemine hükmeden bir merkezin ve onun sözcüsünün nelere alet edildiğinin de göstergesidir.

BP'nin (British Petrol) sebep olduğu büyük çevre kirliliği en çok Katoliklerin yaşadığı bölgeleri etkiledi. “Mississipi, Meksika Körfezi, Küba” bu bölgede yaşayan Katolikler, Vatikan'dan BP'yi kınaması için bir mesaj yayımlamasını istediler. Bunun üzerine Vatikan sadece iki satırlık bir açıklamada bulundu. Açıklamada aynen;  “Kazalar, iş kazaları her yerde olabilir. Fakat asıl olan yeryüzünde ki kaynakların insanların yararına kullandırılmasıdır.” Bu açıklama ile Vatikan, BP'yi kınamış değil tam tersine onurlandırmıştır. Bu açıklamayı yapan Vatikan'ın neden böyle bir açıklama yaptığı sorulduğunda, Vatikan'ın elinde BP'nin yüklü miktarda hisse senetleri olduğu ve bunlardan milyonlarca dolar kar ettiği öğrenilmiştir. Ama daha ilginç olanı ise, Vatikanın bu açıklamayı yaparken Vatikan Mali İşler Danışmanı Peter Sutherland'ın,  yönlendirmesine dayanarak açıklama yapmasıdır. Kimdir bu Peter Sutherland? BP'nin derin deniz araştırmaları uzmanı ve risk uzmanıdır. Vatikan-Papa Franciscus’un açıklamaları büyük planın sadece küçük bir parçasıdır. Söyleyen ile söyletenlere bakıldığı zaman sarf edilen cümlelerin kimlerin işlerine yaradıkları su götürmez bir gerçek olarak ortadadır.

AB Ülkelerinin konuya yaklaşımı:

Her yüzyılda bir ( 1815-1915 ve 2015), batının projelerinin yeniden formatlanarak Türk milletinin önüne temcit pilavı gibi ısıtılarak getirilmesi de Ermenilerin hiçbir plan ve eylemlerinden geri kalmadıklarını göstermektedir. Papa’nın bu açıklamalarının hemen ardından Avrupa Parlamentosu  “Ermeni soykırımı” tasarısını kabul ederek Türkiye’ye 1915 tehcir olaylarını  “soykırım “ olarak tanıma ve uygulama çağrısı yapmış, AB ülkelerinin de bu yönde adım atmasını istemiştir. Gerek Vatikan-Papa’nın kışkırtıcı ve davetkâr söylemleri gerekse Avrupa Parlamentosu’nun kararı arkasında hiç şüphesiz İslam’ın ve Türklüğün yegâne sancaktarı Türkiye’yi ve Türkleri emperyalistlere kırdırmak vardır. Ayrıca Papa Franciscus’un açıklamalarında salt  “soykırım” konusu yatmamakta, İslam ve Türk düşmanlığına vurgular yapılarak, bir önceki Alman Papa 16. Benedictus’un da ruhunu okşayan söylemler yer bulmuştur. 16. Benedictus’un 19 Nisan 2005 yılında, daha göreve gelir gelmez İslam ve Türk karşıtlığı içeren açıklamaları henüz daha unutulmamıştır. Gerek 16. Benedictus’un gerekse de şimdiki Papa Franciscus’un kullandığı cümleler aynı zamanda  “Medeniyetler Çatışması Projesi”ni adeta destekler mahiyettedir.

Papa Franciscus’un yapmış olduğu  “Soykırım “ konusunda ki açıklamaları ve Avrupa Parlamentosuna yönelik davetkâr tutumu ve kararını, emperyalizmin ülkemize ve milletimize yönelik planları açısından değerlendirmez ve ana fotoğrafa baktığımızda tüm bu yaşananları iyi analiz edemezsek her yüz yılda bir batı tarafından formatlanan projeleri de anlayamaz ve üçüncü asrına girdiğimiz dönemi idrakten yoksun kalırız.

 “Soykırım” konusunda belki de en son konuşması gereken kurumlardan/kişilerden birisidir Vatikan-Papa. Çünkü; Afrika’dan Amerika’ya yapılan kanlı köle ticareti için, Avrupalıların Afrika’da yaptıkları toplu katliamlar için, gaz odalarında yakılan Yahudiler için ve İslam coğrafyasında katledilen Müslümanlar ve tarihin değişik dönemlerinde gerçek soykırıma maruz kalmış Türkler için, şimdiye dek hiçbir vicdanı cümle beyan etmemiştir. Bırakın vicdanı ve insani bir cümle kullanmayı Nazi Almanya’sının Yahudilere karşı soykırımına, Fransızlar’ın da Cezayirli’leri katletmesine  destek vermiştir. Bu güne dek  “Ermeni soykırımı” için  “soykırım” ifadesini kullanmaktan kaçınan Almanya hükümetleri, ilk kez resmi anlamda karar değişikliğine giderek Avrupa Parlamentosunun bir tasarısında  “Ermenilerin kaderinin katliam, etnik temizlik, sürgün ve soykırımların 20.yüzyıldaki bir örneği olduğu” ifadelerine yer verilmiştir.

2015 yılında Alman Süddeutsche Zeitung gazetesine konuşan Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier;  “Ermenilere yapılanların  “soykırım” olarak adlandırılabileceğini fakat bunun Ankara-Erivan arasında diyaloğu imkânsız hale getirebileceği yönündeki endişesini” dile getirmiştir. 24 Nisan 2015 tarihinde Alman meclisinde yapılacak görüşmelerde muhalefet partilerinin de  “soykırım” tasarısına destek vermesi beklenmektedir denilmekte ve Holocaust’un eşsiz olduğunun ve Almanya’nın da bunun suç ve sorumluluğunu taşıdığının bilincindeyiz.” denilmektedir.

24 Nisan 2015 tarihinde gerçekleşen oturumda ise Almanya Federal Meclis Başkanı Norbert Lammert konuşmasında dünyanın gözü önünde Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşı sırasında Ermenilere yapılanların soykırım olduğunu söylemiştir.2 Yine bir gün önce Berlin Katedrali’nde 1915 yılında öldürülen Ermenilerin anısına düzenlenen ayine katılan Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck: “Ermenilerin kaderi, 20’nci yüzyılın korkunç izlerini taşıdığı kitlesel kıyım, etnik temizlik, tehcir ve soykırımlar tarihine örnek teşkil etmektedir”3 sözleriyle ilk kez soykırımı telaffuz etmiş oldu. 26 Şubat 2016’da Agos gazetesinde yer alan Almanya’dan Ermeni soykırımı için ortak açıklama kararı adlı haberde:  “Konu geçen yıl da Alman Meclisi'nin gündemine gelmiş, Federal Meclisi Başkanı Norbert Lammert, "Dünya kamuoyunun gözleri önünde, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşananlar soykırımdı. Bu, 20'nci yüzyılın son soykırımı olarak kalmadı" ifadelerini kullanmıştı. Ermeni diasporasının Türkiye’deki bir diğer etkin gücü olan HDP’nin Eş genel başkanı Figen Yüksekdağ’ın, 26 Nisan 2016’da partisinin grup toplantısında yapmış olduğu açıklamada: “101. yılında Ermeni halkından özür diliyoruz. Elizabeth teyzeden özür diliyoruz, Kirkor amcadan özür diliyoruz. Dostumuz, yoldaşımız Garo’dan, kızkardeşimiz Roza’dan özür diliyoruz” derken Taşnak zihniyetini ve tarihsel süreçte Ermeni diasporasına günah çıkartır nitelikteydi.

Gelişen bu sürece bakıldığında akla şu soru geliyor: Neden günümüzde Ermenilerin en büyük destekçisi olan Avrupa Devletleri, 1915-17 arası imzaladıkları anlaşmaların hiçbirinde Ermenilerden söz etmemişlerdir?4 Bir başka çarpıcı bilginin kaynağı ise Alman Devlet Kütüphanesi yöneticisi Dr. Hans Barth’ın 1898 de kaleme aldığı kitaptır.

1898 yılında yani Ermeni Tehcirinden 17 yıl önce Alman Devlet Kütüphanesi yöneticisi Dr. Hans Barth " Türk, koru kendini!”(Türke, Wehre Dich) adlı bir kitap yazar. Kitap; 1887’de İsviçre’de “Sosyal Demokrat”(Social Democrat Hunchakian Party) adıyla “Marksist, Sosyalist” bir söylemle kurulan ve daha sonra Londra’ya yerleşen ‘Hınçak’ Ermeni Terör Örgütünün yaptıklarına dikkat çekmek için yazılmış. O yıllarda İngiliz istihbaratı, Marksizm’i öteki ülkeleri içten karıştırırken kendisini gizlemekte kullanmış, Etnik Irkçı Hınçak Ermeni Terör Örgütü de, İngiliz mafyası olduğu gerçeğini, daha kuruluşunda Marksizm peçesi altında gizlenerek örtmüştür.

Dr. Barth kitabında bu örgütün II. Abdülhamid döneminde Osmanlı topraklarını parçalamaya yönelik kanlı, karanlık eylemlerin iç̧ yüzünü, perde arkasını, para kaynaklarını, besleyicilerini, silahlandırıcılarını, koruyucularını, belgelerle ve de tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Kitapta ayrıca Amerikalı Protestan Misyoner Cyrus Hamlin’in, 28 Aralık 1893’te Boston’da The Congregationalist gazetesinde yayınlanan "Ermeniler Arasında Tehlikeli Bir Hareket" (A Dangerous Movement Among The Armenians) yazısına yer verilmiştir. Yazının içeriğini; bir Ermeni devrimci partinin büyük kötülüklere neden olması, kendi misyonerlik çalışmalarına ve Türk İmparatorluğu’nun belirli bölgelerindeki bütün Hristiyan nüfusuna acı çektirmesi oluşturmaktadır. Barth’a göre bu gizli örgüt, dağıttıkları bildirilerde kendilerini Ermenistan Devrimci Hareketi’nin, Ermenilerin tek önderi olarak tanıtan, Doğu’ya özgü Şark Kurnazlığıyla yönetilen “Hınçakçı Devrimci Parti’dir. Merkezi Atina’da olup Ermenistan’ın her köy ve kentinde şubeleri vardır. Kurucusu Niflan Garabedian’dır. Amerika’da yaşayan Garabedian, Ermenicenin yanı sıra çok iyi İngilizce konuşan, zeki ve devrimin etkin bir savunucusu olarak tanımlanmaktadır.

Hans Barth partinin kurucularından Niflan Garabedian ile arasında geçen konuşmayı şöyle aktarıyor: “Bana, Rusya’nın Anadolu’ya girip Osmanlı topraklarını işgal etmesini sağlayacak gerekçe oluşturacakları konusunda umutlu olduklarını söyledi. Bunu nasıl başaracaklarını sordum. Hınçak çetelerinin bütün Osmanlı İmparatorluğu’nda örgütlendiğini, Türklere ve Kürtlere saldırıp öldürerek köylerini, evlerini ateşe verdikten sonra dağlara kaçmak için ortam kolladıklarını; Ermenilerin Müslümanları öldürmesinin Müslümanların öfkesini kabartacağını; bunların da intikam için Ermenilere saldırıp vahşice öldürmeye başlayacaklarına inandıklarını belirtti. Bunun üzerine Rusya’nın, insanlık ve Hristiyan uygarlığı adına Anadolu’ya girip işgal edeceğini, söyledi. Ona, bu tasarıyı şeytani ve vahşi bulduğumu söyleyince, soğukkanlı bir biçimde: Biz Ermeniler özgür olmaya karar verdik. Avrupa ‘Bulgar Zulmü̈’ ile yumuşadı ve Bulgaristan’ı özgürleştirdi. Aynı Avrupa, bizim de çığlıklarımızı milyonlarca kadınımız ve çocuğumuzun dökülen kanlarından yükselen imdat çağrılarını duyacaktır, dedi. Ona böyle bir tasarının ‘Ermeni’ adını bütün uygar dünyanın gözünde lekeleyeceğini anlatmaya çalıştım, fakat boşuna. Kafamıza koyduk, yapacağız, dedi. Buna karşılık; sizin halkınız Rus yönetimini istemiyor, tüm eksikliklerine karşın Türkiye’yi yeğliyor. Sınırı geçip Rusya’ya göçmek çok kolay. Yüzyıllardır yaşadıkları Türkiye’den memnun olmasalardı, Rusya’yı yeğliyor olsalardı, bugün Türkiye’de bir tane bile Ermeni kalmazdı, dedim. Evet, dedi, Ermeniler bu aptallıkları nedeniyle, bundan sonra olacaklara katlanmak zorunda kalacaklar...”

Dr. Barth’ın aktarımından da anlaşılacağı üzere cinayet ve kundakçılığın egemen olduğu bu entrikacı partinin Türkiye’deki amacı, Türkleri Anadolu’daki Protestan misyonerlere ve Protestan Ermenilere karşı kışkırtmaktır. Merzifon’da yaşanan gerginlikler, bu partinin hareketleriyle ortaya çıkmıştır. Bunlar, kurnaz, anarşist ve acımasızdır. Kendi soydaşlarını da ölüm tehdidiyle korkutarak para sızdırmaktadırlar. Burada anlattıklarımız Hınçak Devrimci Parti’nin iğrençliklerinin en hafifleridir. Anadolu’da bulunan diğer Amerikan Misyonerleri de 1894 yılı boyunca bu gazeteye mektuplar gönderip kendi başlarından geçen olayları anlatarak Hamlin’in Hınçakla ilgili yazdıklarını doğrulamışlardır. Bu sırada Amerikan Protestan misyoner Edward Riggs ve beraberindeki iki Amerikalı misyoner Merzifon’da öldürülmüş, Ermeni Hınçak Örgütü, katilin Türkler olduğu propagandasına başlamış; Cyrus Hamlin ve diğer Amerikalı misyonerlerin Hınçak Örgütüyle ilgili verdikleri bilginin doğru olduğu olaylarla kanıtlanmıştır. 1895’te Hınçak’ın kanlı entrikaları sonucu ‘Sason Ayaklanması’ patlak verince; bu örgütün hedefi olmaktan korkan başta Cyrus Hamlin olmak üzere diğer Amerikan misyonerleri ağız değiştirmişlerdir. O ana dek lanetledikleri Hınçak’ı övüp aklamaya, kutsamaya başlamış ve böylece, Hristiyan Batı'nın, Ermenilerle ilişkisinde takındığı ikiyüzlü̈ tutumun ilk utanç̧ verici örneğini vermişlerdir. Eğer Dr. Hans Barth, 1898’de yayımlanan ‘Türk, Savun Kendini’ kitabında Hamlin’in bu yazısını aktarmamış olsaydı; ‘Türkleri Ermeni soykırımcılığıyla suçlamak’ eyleminin; 1915’ten 22 yıl önce 1893’ te, Ermeni Hınçak terör örgütünce başlatıldığını kanıtlayan bu Amerikan belgesi, bugün hiç̧ kimse tarafından bilinmiyor olacaktı. Dr. Hans Barth’ın 1898’de yayımlanan kitabı; ‘Türklerin Ermeni Soykırımcılığıyla Suçlanması’nın 1915 olaylarıyla başlamadığını gösteren bir kanıttır ve Türklerin 1890’larda, ortada sürgün, tehcir, toplu öldürme vs. hiçbir olay yokken bile Ermeni soykırımcılığıyla suçlandığını gösteren belgelerle doludur. Ermeniler bağımsızlık için mi silaha sarılmışlardı; yoksa İngiltere, Rusya vs. Hristiyan emperyalist ülkelerin mandası olmak amacıyla mı silaha sarılmışlardı? Kendilerine 'bağımsızlık savaşçısı' süsü veren Ermeni terör örgütlerinin, Osmanlı’dan bağımsız, fakat Hristiyan emperyalist ülkelere bağımlı bir Ermenistan kurmak amacı ile silaha sarıldıklarını söylemek daha doğru olacaktır. 1890’larda, Trabzon limanından İskenderun limanına doğru çekilen düz çizginin doğusunda kalan topraklarda, nüfusun yalnızca %16’sı Ermenilerden oluştuğu halde; tüm bu bölgeyi Ermenistan olarak gösterip Osmanlı’dan kopartmak üzere silaha sarılmanın adı; ‘Ermeni ulusal bağımsızlık savaşı ya da ‘Ermenilerin kendi kaderlerini tayin hakkı’ değil; emperyalizmin taşeronluğudur. Nitekim 1919-1923 arası Sevr, Lozan, vs. bütün barış görüşmelerinde; Ermeni örgütleri, galip devletlere başvurarak, “manda” olmak, yani Hristiyan emperyalist devletlerin güdümünde yaşamak istediklerini, açıkça ilan etmişlerdir.

Kaldı ki, Ermenilerin ayrılıkçı ve Müslümanları katletmelerine yönelik terör faaliyetlerini durdurmak için Osmanlı Hükümeti tarafından 24 Nisan 1915’te Ermeni derneklerini kapatmak suretiyle, yöneticilerini tutuklaması ve 703000’e yakın insanın yerlerinden alınıp başka yerlerde iskân edilmesi kararını soykırım günü olarak kutlamaları tarihin çarpıtılmasından başka bir şey değildir. Günümüzde soykırım yalanını telaffuz edenler bu sayıyı 1,5 milyona çıkarmıştır. Oysa 1915 yılında Türk topraklarında yasayan Ermenilerin en yüksek tahminle 1280000’i geçmeyeceği arşivlerde görülebilir bir gerçektir.5 Var olmayan Ermenilerin öldürülmesini dayatan bu kimseler 1914-1919 yılları arasında bir milyondan fazla Türkü öldürdükleri ise yerli ve yabancı kaynaklarla sabittir. Ancak ne yazık ki AB Devletleri bu kayıplarımız için herhangi bir ifade kullanmamaktadırlar. Aksine bu yıl hazırladıkları AB İlerleme Raporunda da yine geçen yılki rapor referans alınarak, Türkiye’nin 1915 olaylarına dair Ermeni iddialarını tanıması istenmiştir.

AKP İktidarının süreçteki rolü:

Tüm bu açıklamalara maalesef 14 yıldan beri Türkiye’yi yönettiğini zanneden ve her türlü varlıklarını batı’ya muhtaç olan AKP hükümetleri ve 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın  ve Dış İşleri Bakanlığı’nın sessiz kalıyor olması, tüm bu açıklamaları destekler mahiyettedir. Esasen 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül zamanında, şimdiki Cumhurbaşkanı’nın o dönemdeki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu zamanında atılan adımlar hiç de boş adımlar değildi. Türkiye-Ermenistan milli takım maçını birlikte izleme adımı ve sonrasında söylenen, devletin en üst düzey ağızlarından çıkan  “Ermenilerden özür diliyoruz “ sözleri, bu günlerde yaşayacağımız bu gelişmeleri ve Diasporanın bitmek tükenmek bilmeyen yalan yanlış ısrarlı propaganda ve psikolojik faaliyetlerin, ne denli gerçeğe doğru yakınlaştığının bir göstergesi olmuş, Ermenilerin Türkiye’den tazminattalebinin kabul edilebilirliğine adım atılmıştır.

Zira milletin parasıyla yapılan ve sadece günlük elektrik fatura gideri 40.000 TL olan Sarayın ilk misafiri olan Papa Franciscus ile görüşen Recep Tayyip Erdoğan, görüşme sonrasında basına yapmış olduğu açıklamada,  “ Papanın söylediklerine harfiyen katılıyorum, bir çok konuda kendisiyle mutabığız “ açıklaması aslında çok da fazla izaha ve açıklanmaya gerek olmayan bir beyanat olmuştur.Ayrıca; 24 Nisan 2015 günü, 12 yıldır Türkiye’nin başında ‘kara basan’ gibi duran AKP yönetiminin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın kutlayacakları ‘Çanakkale  Kara Savaşları Zaferi’nin, 100. Yıl dönümü yanlış bir tarihtir. 24 Nisan 2015, dünyanın birçok coğrafyasından gelen, Türkiye’yi ve Türkleri işgal etmek ve ortadan kaldırmak isteyen güçlerin kutladığı bir tarihtir. Gerçek;Çanakkale Kara Savaşları Zaferinin 100. Yıl dönümü 09 Ocak 2016 tarihidir.6

Başta Ermeni Diasporasının, ABD yönetimlerinin ve Avrupa Birliğindeki ülke başkanlarının  “Ermeni soykırımı “ konusunun gelişimi ve konuya bakışı bu şekildedir. Kötü olan gerçek ise; Cumhuriyet döneminden, Kasım 2012’de iktidara gelen Türk hükümetlerine kadar Ermeni diasporası/lobisinin faaliyetlerini çürütecek belge, bilgi ve imkan olmasına karşılık bu konu nedense hep  “Haklı taraf biziz “ mantığı ile adeta geçiştirilmiştir.

Oysa bu konuda ciddi tarihi belge ve arşivlere hakim olan güçlü taraf Türkiye’dir ve yapılması gereken ise gayet basittir. Son sözümü bundan 94 yıl evvel Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, Amerikalı Gazeteci Clanence K. Streit’e, İstiklal mücadelemizdeki haklılığımızı ve galip gelişimiz ile Ermeni tehciri konusundaki soruya binaen vermiş olduğu yanıt ile kapatmak istiyorum. Ulu Önder Atatürk derki ;  “Düşmanca ithamlarda bulunanların sürdükleri büyük mübalağalar dışında Ermenilerin tehciri meselesi aslında şuna inhisar etmektedir. Rus Ordusu 1915’de bize karşı büyük taarruzun başlatıldığı bir sırada o zaman Çarlığın hizmetinde bulunan Taşnak komitesi, askeri birliklerimizin gerisinde bulunan Ermeni ahalisini isyana ittirmişti. Düşmanın sayı ve malzeme üstünlüğü karşısında çekilmeye mecbur kaldığımız için  “kendimizi iki ateş arasında kalmış gibi görüyorduk “ ayrıca ikmal ve yaralı konvoylarımız acımasızca katlediliyor gerimizdeki köprüler ve yollar tahrip ediliyor ve Türk köylerinde terör hüküm sürüyordu. Bu cinayetleri işleten saflarına eli silah tutabilen bütün Ermenileri katan çeteler, silah, cephane ve iaşe ikmallerini, bazı büyük devletlerin sulh zamanından itibaren kendilerine kapitülasyonların bahşettiği dokunulmazlıklardan istifade ve bu maksada matuf olarak büyük stoklar husule getirmeye muvaffak oldukları Ermeni köylerinde yapıyorlardı. İngilizler’in Sulh zamanında ve Harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkarı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda olmaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet itilaf devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olacaklardı…

Ermeni sorununa, salt devletin reel politikası üzerinden mi, yoksa hukuki bir çerçeveden mi yaklaşmak gerekir noktasında ki tartışmalara da değinmek gerekecektir. Öyle ki günümüzde bu olay çok boyut almıştır; işin kolayına kaçarak konuya salt  “vicdani mesele “ olarak yaklaşanlar bir yana, bu olaya devlet politikası olarak yaklaşanlar ki bunu da Osmanlıyı tamamen soyutlayarak, İttihat Terakkicilerin sorunu gibi ele alanlar ve günümüzün hukuki bir meselesi olarak ele alanlar da bulunmaktadır.

Belki de bu olayın dünya kamuoyunda bu kadar gündemde kalması, Türkiye’nin bunu bir kambur gibi taşıması da bu yüzden olsa gerektir. Tayyip Erdoğan’ın 2007 den sonraki politikalarında değişikliğe gittiği hepimizce malum ve bu olayı da şu anda  “islami odaklı “ ele aldığını, Papaya verdiği daha doğrusu Papa nezdinde Hristiyan dünyasına verdiği tepkiden anlıyoruz ki bu da uluslararası arenada, siyasi anlamda ne kadar köşeye sıkıştığını göstermektedir.

Olayın meydana geldiği şartlarda devletin (ittihat ve terakkinin), Ermenilere karşı izlediği politikanın nedenleri doğru saptanıp, o dönemde Anadolu’da ki milliyetçilik ve dünyada yaygınlık bulan ulusalcı akımların yansımalarının da ele alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Anadolu’yu Türk toprakları olarak kabul edip, o yönde uygulanan devlet politikasına günümüz argümanlarıyla yaklaşıp, doğuda var olan ‘Ermeni - Kürt Sorununu görmezden gelmek inkârcı bir yaklaşımla sorunu çözemeyeceği gibi, siyasi zekadan yoksun olan AKP hükümetini daha da zorda bırakır. Bu durum aynı zamanda Türkiye’yi de daha da zora sokacaktır.

Ermeni sorununa, salt devletin reel politikası üzerinden mi yoksa hukuki bir çerçeveden mi yaklaşmak gerekir noktasında ki tartışmalara da değinmek gerekecektir, öyle ki günümüzde bu olay çok boyut almıştır; işin kolayına kaçarak konuya salt  “vicdani mesele “ olarak yaklaşanlar bir yana, bu olaya devlet politikası olarak yaklaşanlar ki bunu da Osmanlıyı tamamen soyutlayarak, İttihat Terakkicilerin sorunu gibi ele alanlar ve günümüzün hukuki bir meselesi olarak ele alanlar da bulunmaktadır.
Belki de bu olayın dünya kamuoyunda bu kadar gündemde kalması, Türkiye’nin bunu bir kambur gibi taşıması da bu yüzden olsa gerektir. Tayyip Erdoğan’ın 2007 den sonraki politikalarında değişikliğe gittiği hepimizce malum ve bu olayı da şu anda  “islami odaklı “ ele aldığını, papaya verdiği daha doğrusu papa nezdinde Hristiyan dünyasına verdiği tepkiden anlıyoruz ki bu da uluslararası arenada, siyasi anlamda ne kadar köşeye sıkıştığını göstermektedir.
Olayın meydana geldiği şartlarda devletin (ittihat ve terakkinin) Ermenilere karşı izlediği politikanın nedenleri doğru saptanıp, o dönemde Anadoludaki milliyetçilik ve dünyada yaygınlık bulan ulusalcı akımların yansımalarının da ele alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Anadolu’yu Türk toprakları olarak kabul edip, o yönde uygulanan devlet politikasına günümüz argümanlarıyla yaklaşıp, doğuda var olan Ermeni - Kürt sorununu görmezden gelmek, inkarcı bir yaklaşım sorunu çözemeyeceği gibi, siyasi zekadan yoksun olan AKP hükümetini daha da zorda bırakır. Bu durum aynı zamanda Türkiye’yi de daha da zora sokacaktır.
AKP hükümeti ve Recep Tayyip Erdoğan,  “kemalizmle son bulan ittihatçi politikayı, bugün kemalizmle birleştirip sorunu güya çözmede şark kurnazlığına yatmaktadır. Ancak, Ermeni meselesi  “şovenizme açık bir konu değildir “ ve hele ki Avrupa kamuoyunda bu kadar yer bulmuşken!

 

Ömer KALAYCI
27 Nisan 2016 / İstanbul

 

Kayaklar   :

1 Newsweek Türkiye, Ermeni Diasporasının dünya genelindeki nüfuzu ve faaliyet alanları, 2014

2 http://www.dw.com/tr/alman-federal-meclis-ba%C5%9Fkan%C4%B1-lammertten-soyk%C4%B1r%C4%B1m-konu%C5%9Fmas%C4%B1/a-18405818

3 http://www.dw.com/tr/almanya-cumhurba%C5%9Fkan%C4%B1ndan-soyk%C4%B1r%C4%B1m-nitelemesi/a-18404674

4 Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I. Cilt, Durmuş Yalçın ve diğerleri- Ankara, 2000, sayfa 103

5 Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I. Cilt, Durmuş Yalçın ve diğerleri- Ankara, 2000, sayfa 101-102

6 Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I. Cilt, Durmuş Yalçın ve diğerleri- Ankara, 2000, sayfa 87-93

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.