‘’Ermeni Diasporası,Vatikan-AB İşbirliği ve AKP İktidarı’’
Diaspora kavramı özellikle 1990’lı yıllardan itibaran sıkça duyulmaya başlanmıştır. Diaspora kavramı bir toplumun dünyaın değişik coğrafyalarına dağılışını ifade etmektedir.
Bu kavramı dünyada ilk kez Musevi’ler, İsrail’in dışında yaşayan Yahudileri işaret ederekkullanmışlardır.Diaspora denildiği zaman günümüzde Yahudilerden daha çok Ermeniler anımsanmaktadır. Bu bile Diaspora’nın tüm dünyada ne denli etkili olduğunun en küçük kanıtlarından biridir.
Özellikle 1980’lı yıllar ve sonlarında çoğunluğu Ermenş asıllı yazarların hazırlayıp yayınladıkları, ABD başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde yapılan hemen hemen bütün yayınlarda Ermeni diasporası kavramının temelleri sağlamlaştırılmış ve kullanılmıştır.
Ermeniler, Ermeni diasporasının Ermenistan devleti dışında yaşayan Ermeniler olarak değil, ‘’Anadolu’dan göç ettirilen ve tekrar dönmelerine izin verilmediği için dünyanın değişik ülkelerine dağılan ve dağıtıldıkları ülkelerde yaşayan Ermeniler’’ olarak lanse edilmektedirler.
‘’Tehcir sırasında Osmanlı Devleti’nden göç ettirilen Ermeniler’in 345.000’i Kafkasya’ya, 140.000’i Suriye’ye, 120.000’i Yunanistan ve Ege adalarına, 40.000’i Bulgaristan’a, 25.000’i Irak’a, 35.000’i Fransa’ya, Avusturya’ya ve ABD’ye gitmiştir.Daha sonra bunların bazıları değişik sebeplerle buralardan başka yerlere göç etmişlerdir. Ermenilerin göç etme olayı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında da devam etmiş ve bugünkü diaspora ortaya çıkmıştır.’’ (1)
ABD’de yaşayan Ermenilerin sayısı, Ermeni diasporasının yaklaşık % 40’ına tekabül eder ki oldukça büyük bir orandır. Diğer bir yoğun nüfus ise Fransa’da yaşamaktadır. Büyük kısmı sermaye kesimini temsil etmektedir, ticaretle uğraşan ve büyük ticari bağlantıları dolayısıyla belirli bir nufuz sahibi olmuşlardır. Kamuoyunda Ermeni lobisi olarak bilinen ve büyük bölümü de ABD’de yaşayan bu etkili kesim aynı zamanda Diasporanın yöneticileri olan Ermenilerdir.
Yapmış oldukları büyük meblağlardaki bağışlarla hem bu faaliyetleri için gerekli olan finansmanları sağlamakta hem de Ermenistan’ı ayakta tutmak ve Oy ile Dolar adlı iki güç üzerine endekslenmiş ABD hükümet politikalarını etkileyebilmektedirler.
Türkler’e ve Türkiye’ye karşı olma ve her türlü faaliyet yürütme anlayışı Ermenileri bir arada tutan en büyük etken tabiri caizse bir harç görevi olarak gözlenmektedir.
1890 yılı ile birlikte ayrılıkçı iki ayrı Ermeni partisi olan Hınçak ve Taşnak, ABD’de faal olarak çalışmaya başlamışlardır. Bu tarih itibari le kimi zaman ABD yönetimleri üzerinde artan kimi zamanda azalan bir politika ve baskı unsuru görevini teşkil etmişlerdir. Ermeni lobisinin ya da Ermeni Diasporasının bu denli rahat çalışmasında ve etkili olmasındaki ana nedenlerden biri, Anadolu’da gerçekleşen Ermeni tehcir olayını kendi pencerelerinden ve doğal olarak abartılarak aktarılmasında en büyük pay sahibi kuruluşlardan birisi de en az Ermeni diasporası olduğu kadar bunlara destek veren ve en az onlar kadar etkili olan o dönemin Amerikan misyonerleri ve misyoner okulları olmuştur. O kadar etkili olmuşlardırki Ermeni Diasporasını ve nazarında Ermeni Taşnak örgütleri desteklemek adına Amerikan halkından yüksek miktarda bağışlar toplanıp ihtiyaçları giderilmesi adına Anadolu’ya gönderiliyordu.
‘’ Bu bağışları toplayabilmek için Amerikan Protestan Kilisesi, Amerikan’ın bir ucundan diğer ucuna seferber edilip Türkiye Ermenilerine gönderilmek üzere Amerikan halkından para talep ediyorlardı.Bağışların toplanabilmesi için bir anda kirli bilgi ve propagandanın tüm incelikleri ustalıkla uygulanıyordu. Binlerce kilisede her ayinde ‘’Korkunç Türk ‘’ teması sayısız kez Amerikan halkının düşüncelerine sokuluyordu. (2)
Türkler ve Türkiye ne kadar çok kötülenirse ve masum olduğu öne sürülen Ermenilere ne kadar çok acındırılırsa, toplanan para o ölçüde artmaktaydı. Bu toplanan bağışlar ile Andolu’da faaliyet gösteren Amerikan misyonerlerinin maaşları ödeniyor, Türkiye’de misyoner okullarının açılmasında kullanılıyor, kiliseler kurulup geliştiriliyordu.
Uyguladıkları sistem ve psikolojik savaş yöntemleri öylesine ivme kazanmış ve işlemekteydi ki hiçbir bilimsel temeli olmayan bir çoğu uydurma hikayelerden oluşan kitaplar, birbiri ardına piyasaya sürülüyor, satılıyor ve böylece kendi pencerelerinden tek taraflı değerlendirdikleri tehcir olayını ‘’Soykırım’’ olarak kabul ettiriyorlardı.
Giderek Ermenilerin ABD hükümetlerine ve kamuoyu üzerindeki baskıları artıyor, basını ve medyanın da keşfedilmesiyle dergi, gazete,kitap, beyaname ve duvar afişleri ile Amerikan halkına Türkler ve Türkiye şiddetli bir şekilde kötüleniyordu. Bu kötüleme öylesine koordineli yapılmaktadyı ki Anadolu’da örgütlenen Ermeni taşnaklar ile kontağa geçip belirli stratejik bölgelerde olaylar çıkartılıp bunu ajitasyon olarak kullanıyorlardı.
Ermeni Lobisi/Diaspora her geçen yıl biraz daha saldırganlaşmakta ve her türlü imkanı kullanmaktaydılar. Nihayetinde kamuoyunu yönlendirmek istedikleri batı dünyasıda aynı dine mensuptular. Propagandalar öylesine ivme kazanmaktaydı ki 1909 yılında Adana’da yaşanan olayların neticesinde her zamanki tek taraflı propagandanın da etkisiyle Boston’un üç Protestan Ermeni kilisesi adına, M.Bangadararian ve S.S. Yenovkian adlı iki papaz, ABD Başkanı William Taft’a bir telgraf çekerek, ‘’ Türkiye’deki çaresiz Ermenilerin kılıçtan geçirilmelerine son verilmesini, insanlık, Hristiyanlık ve Amerikan uygarlığı adına’’ istemektedydiler. (3)
Yine 1909’da bu çağrı ile sınırlı kalmayıp farklı dini cemaatlerden de yapılan çağrılar ve bildiriler yetkili makamlara gönderilmiş, Başkandan ve Dışişleri Bakanından Türkiye’deki Hristiyanların öldürülmesini durdurmak, zarar görenlere ise yardım için gereken şeylerin yapılması istenmişti. Tüm bu açıklamaların ve ısrarlı baskıların sonucunda 12 milyon Hristiyanı temsil ettiği iddiasında olan bir başka cemaat Methodist Episcopal Kilisesi , Batı Virginia’da bir toplantı düzenleyerek Ermenilere destek olunması ve ‘’Türk zulmü’’nündurdurulmasını içeren taleplerini ABD başkanı ile birlikte İstanbul Ermeni Patrikliği’ne, Amerikan Misyonerleri Örgütü’ne, İngiltere, Almanya ve Rusya Dışişleri Bakanlıklarına da gönderilmiştir.
ABD’nin başat rol üstlendiği dşplomatik girişimler neticesinde Batılı Uygar Dünya (!) Osmanlı Devletini ciddi bir şekilde baskı altına almış ve Cemal Paşa, Adana’da 47 Türk’ü acil bir kararla idam ettirmişti. Bu idam kararının ardından Ermeni tezini doğru çıkaracağı endişesi ile 24 Nisan 1915’te Ermeni komitecilerin İstanbul’daki üst düzey yöneticileri tutuklanmıştı fakat bu tutuklama kararı Ermenileri rahatsız etmiş ve ABD Başkanına aynı gün ulaşan bir telgfar ile olaylara müdahil olması biraz da emir kipiyle talep edilmiştir. (4)
Tarihler 1914 yılını gösterdiğinde dünya bambaşka ittifaklarla çok farklı olarak şekilleniyordu. Bu şekillenme ile birlikte her devlet o şekillenmeninde aktörü olma çabasındaydı ve Almanya güçlenirken bu tavrı ile küresel krallığın adaylarından olan, başya İngiltere olmak üzere Fransa ve İtalya için giderek büyüyen bir tehdit oluyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışı ile birlikte daha da şiddetlenen Amerika’daki Ermeni Diasporasının propagandası çok ciddi ivme kazanarak artmaktaydı. Bunda elbette, ABD’ye göç eden Ermenilerin sayısının artmasının yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya ile aynı ittifak içerisinde olması ABD’ye karşı düşmanca bir davranış olarak gösterilmiş olmasınında etkisi büyüktür.
Ermeni grupların başarılı ve psikolojik savaş yöntemlerinin neticesindeki lobi faaliyetleri sonucu 1918 yılında ABD, Ermenistan’ı ‘’De Facto’’ gayri-resmi olarak tanımak zorunda kaldı. Bu karar Anadolu topraklarından tehcir edilken ve Anadolu coğrafyasında bir Ermeni devleti kurmak isteyen Ermeniler için ciddi bir darbe olmuştur.
Birinci dünya savaşı sonrası, galip ülkelerin temsilcileri 18 Ocak 1919’da Fransa’nın Paris şehrinde bir araya gelerek bir Barış Konferansı tertiplediler ve Osmanlı Devletini temsil eden bir delegenin olmadığı bu görüşmelerde İki Ermeni delege davalarını anlatmak için yer almışlardı. Salt Lobi faaliyetleri yapan bu Ermeni delegeler, diğer delegeleri etkileme gayreti göstermiştir. Bu çalışmalar sonucunda kurulması düşünülen Ermeni devletini, ABD’nin himaye etmesi fikrini aşılayarak büyük ölçüde başarılı olmuşlardır.
Ciddi bir baskı altında olan ABD Başkanı Wilson, bu baskıyı kuran Ermeni lobisi, sürekli olarak Ermenistan’a borçlu olunduğunu söyleyip kedilerine daha önce verilen vaatleri hatırlatmışlardı. Bu baskılar sonuç vermiş ve Başkan Wilson ABD senatosunda ‘’Bağımsız Ermenistan’ı’’ tanıyacağına dair açıklama yapmış, Sevr görüşmelerinde ABD heyetinin baskıları ile Osmanlı delegelerinin karşısına Ermeni Cumhurbaşkanı Avetis Ahoranyan isimli kişinin çıkarılması sağlanmıştı.Varılan antlaşmaya göre Osmanlı Devleti, Ermenistan’ı ‘’özgür ve bağımsız bir devlet’’ olarak tanımıştı. Aynı antlaşmaya göre , hakemlik görevini üstlenen himaye devlet olan ABD Başkanı Wilson da Antlaşmaya istinaden ‘’Giresun’dan doğuya doğru bütün Karadeniz topraklarının Ermenistan’a verileceğini’’ beyan etmişti. Yalnız unuttukları ve akıllarına getirmedikleri bir şey vardı, O da Anadolu’da yaşanan bu olaylara seyirci kalmayan Türk Genarali Mustafa Kemal ve etrafında toparlanan Türk Milliyetçi Subaylar bu oyunu bozacaklardı.
Savaş sonrası yeniden şekillenen dünyada Ermenistan’ın Sovyetlerin yanında yer almış olması ve ABD penceresinden bakıldığında Ermenistan’ın sovyetleşmesi, bölgedeki çıkarları açısından ABD için kabul edilemez bir hal almıştı.
Yeniden şekillenen dünyada Türk-Amerikan ilişkileri farklı boyutlar aldı ve ‘’Komünizm tehditi, Kore savaşı ve sonrasında ki artan ikili ilişkiler ABD’deki Ermeni propagandalarını tesirsiz bir hale getirmişti ancak Osmanlı’nın devamı olan genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti düşük seviyedeki birkaç karşı girişimden öteye Ermeni diasporasının lobi faaliyetlerine karşılık verememişti.
Gittikçe güçlenen ve etkili noktalara gelen Ermeniler, 1965 yılından itibaren ABD’de ve uluslar arası düzeyde eylemlere başladılar. Bu eylemler ve hedeflerine ulaşabilmek için ABD’de Türkiye ve Türk düşmanlığını yayma, Ortadoğu’da ve Anadolu’da çıkarları bulunan ülkelere destek verme, Türkiye ile anlaşmazlığı olan devletlerle ortak hareket etme, sorunlarını ABD ve diğer ulusal parlamentolar ile uluslar arası platformlarda gündeme getirme gibi günümüze dek çok fazla değişmeyen bir yaklaşımla yöntemlerini kullanmaya başlayacaklardı. (5)
1960 yıllar, Ermenilerin psikolojik harp oyunlarının yerini akademik alandaki yalanlara geçildiği dönemlerdi. ABD vatandaşı olan Ermeniler ve Yunanlılarında desteklerini alarak ABD’deki belli başlı bir çok üniversitede vakıf ve kürsüler kurmuş, bu üniversite bünyelerinde Ortadoğu Enstitülerinin idarelerinide ele geçirmişlerdi. Özellikle Tarih konusunda çok çeşitli çalışmalar yapan bu çevreler bir süre sonra kendi öğrencilerine, Türk tarihini Ermeni ve Yunan asıllı akademisyenler tarafından dersler verildi.
1960’lı yıllar aynı zamanda ABD’de yaşayan Ermenilerin üçüncü nesil vatandaşlar olduğu bir dönemdi dolayısıyla Anadolu’daki tehcir konusunu giderek tek taraflı ‘’Soykırım’’ masalına dönüştürmeleri zaman zaman da sekteye uğramıyor değildi bunun için emellerinden vazgeçmeyecek olan Ermeniler kurdukları ‘’ASALA Terör Örgütü’ ile beraber Taşnaklarında buna paralel olarak kurduğu JCAG (Adalet Komandoları) ile birlikte 1973’deki ilk kanlı eylemleri olan, Los Angeles’teki Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir’in katledilmesi olayları ile 1973-1984 yılları arasında 4’ü Büyükelçi olmak üzere toplam 53 Türk Diplomatını şehit etmişlerdir. Bu yapılan eylemlerin ve şehit edilen Diplomatlarımıza yönelik eylemlerden sonra ABD’deki ve tüm dünyadaki yayınlarda Ermeni propagandası yapılmış, yaşanan her cinayet, cinayetlerin işlenmesindeki nedenlerin açıklanış biçimlerinde dahi ‘’Ermeni Soykırımı’’ iddialarının temcit plavı gibi yeniden gündeme getirilmesie neden olmuştu. Türk diplomatlarımıza yönelik yapılan her eylemin ABD’deki Ermeni cemaat ve kilisileri tarafından onaylanmış olması ayrıca bu eylemlere katılacak militanların bu etkinliklerde makamları yüceltilmişti.
Papa Franciscus’un 12 Nisan’da yapılan Paskalya ayininde ‘’ 20. Yüzyılın ilk soykırımı Ermeniler’e yapılmıştır’’ sözleri ile ‘’soykırım’’ yeniden gündeme gelmiştir. Papa’nın bu sözleri kabul edilemez bir gerçek olduğu gibi tek kelime ile aynaya bakmadan konuşmaktır.
Gerek Vatikan’ın gerekse Papa’nın her şeyden evvel tarihi süreç içerisindeki insanlığa karşı işlemiş oldukları suçların ve günahların bedeli/vebali ödenmeden bu sözleri sarf ediyor olması sözleri söyletenlerin kuklası olduğunu göstermektedir.
Vatikan ve Papa’nın , müslümanların yaşadığı coğrafyayı soyup talan etme maksatlarına yönelik ‘’Haçlı seferleri’’nin kışkırtıcılığını üstleniyor olmasıda milyarlarca Hristiyan alemine hükmeden bir merkezin ve onun sözcüsünün nelere alet edildiğinin de göstergesidir.
Vatikan-Papa Franciscus’un açıklamaları büyük planın sadece küçük bir parçasıdır. Söyleyen ile söyletenlere bakıldığı zaman sarf edilen cümlelerin kimlerin işlerine yaradıkları su götürmez bir gerçek olarak ortadadır.
Her yüz yılda bir ( 1815-1915 ve 2015), batının projeleri yeniden formatlanarak Türk milletinin önüne temcit plavı gibi ısıtılarak getirilmesi de hiçbir plan ve eylemlerinden geri kalmadıklarını göstermektedir.
Papa’nın bu açıklamalarının hemen ardından Avrupa Parlamentosunda ‘’Ermeni soykırımı’’ tasarısını kabul ederek ve Türkiye’ye 1915 tehcir olaylarını ‘’soykırım’’ olarak tanıma ve uygulama çağrısı yapıyor ayrıca AB ülkelerinide bu yönde adım atmasını istemektedir.
Gerek Vatikan-Papa’nın kışkırtıcı ve davetkar söylemleri gerekse Avrupa Parlamentosu’nun kararı arkasında hiç şüphesiz İslam’ın ve Türklüğün yegane sancaktarı Türkiye’yi ve Türkleri emperyalistlere kırdırmak vardır. Ayrıca Papa Franciscus’un açıklamalarında salt ‘’soykırım’’ konusu yatmamakta, İslam ve Türk düşmanlığına vurgular yapılarak , kendinden evvelki Alman Papa 16. Benedictus’un da ruhunu okşarcasına söylemlerde bulunmuştur.
16. Benedictus’un 19 Nisan 2005 yılında, daha göreve gelir gelmez İslam ve Türk karşıtlığı içeren açıklamaları henüz daha unutulmamıştır. Gerek 16. Benedictus’un gerekse de şimdi ki Papa Franciscus’un kullandığı cümleler aynı zamanda ‘’Medeniyetler Çatışması Projesi’’ni adeta destekler mahiyettedir.
Papa Farnciscus’un yapmış olduğu ‘’Soykırım’’ konusudaki açıklamaları ve Avrupa Parlamentosuna yönelik davetkar tutumu ve kararını, emperyalizmin ülkemize ve milletimize yönelik planları açısından değerlendirmez ve ana resime baktığımızda tüm bu yaşananları iyi analiz edemezsek her yüz yılda bir batı tarafından formatlanan projeleride anlayamaz ve üçüncü asrına girdiğimiz dönemide idrak edemeyiz.
‘’Soykırım’’ konusunda belkide en son kouşması gereken kurumlardan/kişilerden birisidir Vatikan-Papa. Çünkü; Afrika’dan Amerika’ya yapılan kanlı köle ticareti için, Avrupalıların Afrika’da yaptıkları toplu katliamlar için, gaz odalarında yakılan Yahudiler için ve İslam coğrafyasında katledilen müslümanlar ve tarihin değişik dönemlerinde gerçek soykırıma maruz kalmış Türkler için şimdiye dek hiçbir vicdanı cümle beyan etmemiştir. Bırakın vicdanı ve insani bir cümle kullanmayı Nazi Almanyasının Yahudilere karşı soykırıma,Farnsaızlar’ın da Cezayirli’leri katletmesine destek vermiştir.
Bu güne dek ‘’Ermeni soykırımı’’ için ‘’ soykırım’’ ifadesini kullanmaktan kaçınan Almanya hükümetleri, ilk kez resmi anlamda karar değişikliğine giderek Avrupa Parlamentosunda alınan tasarı’da ‘’Ermenilerin kaderinin katliam, etnik temizlik, sürgün ve sorkırımların 20.yüzyıldaki bir örneği olduğu’’ ifadelerine yer verilmiştir. (7)
Alman Süddetsche Zeitung’a konuşan Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier; ‘’ Ermenilere yapılanların ‘’soykırım’’ olarak adlandırılabileceğini fakat bunun Ankara-Erivan arasında diyaloğu imkansız hale getirebileceği yönündeki endişesi’’ni dile getirmiştir.(8)
24 Nisan 2015 tarihinde Alman meclisinde yapılacak görüşmelerde muhalefet partilerininde ‘’soykırım’’ tasarısına destek vermesi beklenmektedir denilmekte ve Holocaust’un eşsiz olduğunun ve Almanya’nın da bunun suç ve sorumluluğunu taşıdığının bilincindeyiz.’’ denmektedir. (9)
Tüm bu açıklamalara maalesef 12 yıldan beri Türkiye’yi yönettiğini zanneden ve her türlü varlıklarını batı’ya muhtaç olan AKP hükümetleri ve 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Dıiişleri Bakanlığı’nın sessiz kalıyor olması, tüm bu açıklamaları destekler mahiyettedir. Esasen 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül zamanında şimdiki Cumhurbaşkanı’nın o dönemdeki Başbakan Recep tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu zamanında atılan adımlar hiç de boş adımlar değildi. Türkiye-Ermenistan milli takım maçını birlikte izleme adımı ve sonrasında söylenen devletin en üst düzey ağızlarından çıkan ‘’Ermenilerden özür diliyoruz’’ sözleri (10), bu günlerde yaşayacağımız bu gelişmeleri ve Diasporanın bitmek tükenmek bilmeyen yalan yanlış ısrarlı propaganda ve psikolojik faaliyetlerin ne denli gerçeğe doğru yakınlaştığının bir göstergesi olmuş tazminat talebinin kabul edilebilirliğine adım atılmıştır.
Zira milletin parasıyla yapılan ve sadece günlük elektrik fatura gideri 40.000 TL olan Saray’ın ilk misafiri olan Papa Franciscus ile görüşen Recep tayyip Erdoğan, görüşme sonrasında basına yapmış olduğu aıklamada, ‘’ Papa’nın söylediklerine harfiyen katılıyorum, bir çok konuda kendisiyle mutabıkız’’ (11) açıklaması aslında çok da fazla izaha ve açıklanmaya gerek olmayan bir beyanat olmuştur.
Ayrıca; 24 Nisan 2015 günü 12 yıldır Türkiye’nin başında kara basan gibi duran AKP yönetiminin ve Recep tayyip Erdoğan’ın kutlayacakları Çanakkale Kara Savaşları Zaferinin 100. Yıl dönümü yanlış bir tarihtir. 24 Nisan 2015 dünyanın bir çok coğrafyasından gelen, Türkiye’yi ve Türkleri işgal etmek ve ortadan kaldırmak isteyen güçlerin kutladığı bir tarihtir. Gerçek ; Çanakkale Kara Savaşları Zaferinin 100. Yıl dönümü 09 Ocak 2016 tarihidir.
Başta Ermeni diasporasının, ABD yönetimlerinin ve Avrupa Birliğindeki ülke başkanlarının ‘’Ermeni soykırımı’’ konusunun gelişimi ve konuya bakışı bu şekildedir. Kötü olan gerçek ise; Cumhuriyet döneminden Kasım 2012’de iktidara gelen Türk hükümetlerine kadar Ermeni diasporası/lobisinin faaliyetlerini çürütecek belge, bilgi ve imkan olmasına karşılık bu konu nedense hep ‘’Haklı taraf biziz’’ mantığı ile adeta geçiştirilmiştir.
Oysa bu konuda ciddi tarihi belge ve arşivlere hakim olan güçlü taraf Türkiyedir ve yapılması gereken ise gayet basittir. Son sözümü bundan 94 yıl evvel Amerikalı Gazeteci Clanence K. Streit’e İstiklal mücadelemizdeki haklılığımızı ve galip gelişimiz ile Ermeni tehciri konusundaki soruya binayen vermiş oılduğu yanıt ile kapatmak istiyorum. Ulu Önder Atatürk der ki ; ‘’ Düşmanca ithamlarda bulunanların sürdükleri büyük mübalağalar dışında Ermenilerin tehciri meselesi aslında şuna inhisar etmektedir. Rus Ordusu 1915’de bize karşı büyük taarruzun başlatıldığı bir sırada o zaman Çarlığın hizmetinde bulunan Taşnak komitesi, askeri birliklerimizin gerisinde bulunan Ermeni ahalisini isyana ittirmişti. Düşmanın sayı ve malzeme üstünlüğü karşısında çekilmeye mecbur kaldığımız için ‘’kendimizi iki ateş arasında kalmış gibi görüyorduk’’ ayrıca ikmal ve yaralı konvoylarımız acımasızca katlediliyor gerimizdeki köprüler ve yollar tahrip ediliyor ve Türk köylerinde terör hüküm sürüyordu. Bu cinayetleri işleten saflarına eli silah tutabilen bütün Ermenileri katan çeteler, silah, cephane ve iaşe ikmallerini, bazı büyük devletlerin sulh zamanından itibaren kendilerine kapitülasyonların bahşettiği dokunulmazlıklardan istifade ve bu maksada matuf olarak büyük stoklar husule getirmeye muvaffak oldukları Ermeni köylerinde yapıyorlardı. İngilizler’in Sulh zamanında ve Harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkarı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda olmaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet itilaf devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olacaklardı…’’ Mustafa Kemal Atatürk (12)
23 Nisan 2015
Ömer Kalaycı