İlahi bir vahiyle gönderildikleri toplumların, yerleşik-siyasal ve toplumsal yapılarında radikal değişiklikler yapan, bu toplumların gidişatını değiştiren kurucu önderlerin ardından, değişik dinlerin akıbeti hakkında ciltler dolusu eserler yazılmıştır. Özetle ifade etmek gerekirse, günümüzde bu uzun süreçtedahil edildiğinde ilahi dinlerin, ilahi olmaktan büyük ölçüde çıkıp artık insani birer kuruma dönüştükleri söylenebilir. Siyasal düzenlerin artık insani bir kuruma dönüştürülen dini, özellikle günümüzde Ortadoğu bölgesinde tamamen kendi kontrollerine alıp dünyevi emelleri için kullanmalarının insanlık tarihinde birçok örnekleri bulunmaktadır. İslam’ın gücünü kırmak, kardeşi kardeşe düşürmek isteyenlerin, tarih boyunca oynadıkları bir oyun var. Bu Oyunun adı; ‘’ Alevi, Sünni, Şii, Caferi’dir diyerek, kardeşi kardeşe kırdırma oyunudur…’’ Kendi içinde belirgin bir biçimde sınıflaşmış bu mezheplerin ve bu sınıflaşma durumundan batı'nın faydalandığını göz ardı etmek yanlış olacaktır. Zira tarihsel süreç boyunca ki bunu ister Hz. Muhammed (S.a.v.) ister Dört Halife (Hulefa-i Raşidun) döneminden itibaren ele aldığımızda, ayrışmanın çok tarihsel bir geçmişe dayandığını, yani "yönetim kabile - sülale - soy- henedan anlayışına dayama modeli " olduğu gerçeğini görürüz. Ancak ; batının doğuya yönelik şarkiyatçı tutumu, yani Batı egemenliğine dayalı bir doğu şekillendirmesine; Batı’nın, İslam toplumlarına yönelik ‘’Etnik, mezhepsel, kültürel’’ yaklaşımlarının tek yanlılığına ve buradan da hem taktiksel, hem de eylemsel olarak kirli oyunlar oynandığı bağlantısı göz ardı edilemez diğer bir gerçektir. Günümüzde ise bu oyun, tarihin en şiddetli dönemlerinde oynandığından daha da şiddetli oynanmakta ve yeni takviyeler eklenerek daha da boyutu ve mesafe mefhumu ölçülemez boyutlara getirilmektedir. Yıl 2004, Aralık ayının 10'unda, Fas'ın başkenti Rabat'da ''Gelecek İçin Form” adı altında bir toplantı düzenlenir. Başkent Rabat’taki bu toplantıya, G8 Ülkeler Topluluğu ile yirmiden fazla Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin Maliye ve Dışişleri bakanlarının yanı sıra, Arap Birliği ve Avrupa Birliği katılır. Zirve’ye, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell' Eş başkan' sıfatı ile damga vurur. ''Gelecek için Form'' adlı bu toplantıda bir konuşma yapan ABD dışişleri bakanı Powell konuşmasında şunları söyler: ''Büyük Ortadoğu Projesine “BOP'' giren ülkelerdeki değişimi, dışarıdan empoze etmeyeceğiz. Bunu ülkelerin sosyal ve ekonomik alanda ilerlemeleri ile beraber kendi içinden başlatacağız ve siyasi ve ekonomik reformlarını gelişmiş ülkelerle el ele gerçekleştirmelerini sağlayacağız” der. Ayrıca Powell, “Bölge ülkelerinde reform yapılması için halklara cesaret vereceğiz” diyerek Büyük Ortadoğu Projesinde yeni bir taktik devreye konmuş olur. (1) ABD’nin, dini sürekli siyasi bir araç olarak kullandığı noktasından yola çıkarsak, Georg Lukacs 'ın bir söyleminde yer alan : ’’ Bir sınıfın kendi hegomanyasını kurmaya hazır olması demek ,bilinç ve çıkarlarının kendisine toplumun tamamını bu çıkarlara uygun bir tarzda örgütleme olanağı vermesi demektir. " çıkarımını hesaba kattığımızda ABD, Ortadoğu’da gayet planlı bir strateji uygulamakta olduğunu görürüz. (2) Karl Marx; "Tarihin ebesi şiddettir " diyerek, Ortadoğu tarihinde de şiddet , kardeş kanı üzerine kurulduğunu baz alıp düşündüğümüzde, ABD’nin düşüncesinin yine Marx'ın bir ifadesine başvurarak, " Kapitalist hegemonyada diğerlerini köleleştiren bir sistemin özgürlükten bahsedemiyeceği" noktasında ABD’nin, Ortadoğu’daki özgürlük anlayışının ne kadar samimiyetsiz olduğu göze çarpmaktadır. (3) İşte bugün yaşananlar bu proje kapsamında gelişmektedir... ABD menşeili tezgahlanan bu kardeş kavgasının geldiği nokta maalesef içler acısıdır. Ortada İslam ülkelerinde cereyan eden bir iç savaş söz konusu olup bir yıkım devam ederken, bir sonraki adım da tezgâhlanmaktadır. Kulağınızı kabartıp basın yayın tarafından uzun zamandan beri hazırlanan, toplum nezdinde kabul seviyesine getirilen 'hoca taslaklarının' sözleri, her ne kadar toplum mühendisliği de olsa, bunlar aynı zamanda birer bilgi kaynaklarıdır. '‘Arap Baharı”nın kayıtsız şartsız taraftarı olan Türkiye’nin , beklenmedik ve hatta sayılabilecek girişimlerinin başını daha çok ağrıtacağının sinyalleri son Irak olaylarında ortaya çıkmıştı. “Arap Baharı”nı , Tunus-Libya-Mısır ve Suriye gibi ülkelere, “demokratik rejim” getirme bahanesiyle ve gerekçesiyle ortaya atanların, kesinlikle başarılı bir netice alamadıkları açıkça görülmekteydi. Libya’da yaşananlar, Mısır’daki ihtilal ve sonrası, Tunus’taki ayaklanmalar, Suriye’deki kanlı çatışmalar ve nihayet IŞİD’ın, Irak’taki istilası ABD’nin bir eseri olarak şimdiden tarihe geçmiştir. Kitlesel ayaklanmaları, ‘Doğrudan-Dolaylı ve Bilinçli-Katılımlı Ayaklanmalar’ olarak üç başlıkta incelediğimizde, Ortadoğu’daki bu kitlesel ayaklanmaların üç şekilde gerçekleştiğini görmekteyiz. Gerçek ayaklanmaların da halkın bizzat yürüttüğü, içinde olduğu ,sosyal medya destekli katılımlı ayaklanmalar olduğunu düşündüğümüzde, Tunus’ta, Mısır’da yaşananlar buna örnek teşkil etmektedir. Devletin, sönümlenmesi yani halkın ele avuca gelmediği durum kolektif bir gelişmeyi yaşatır ki bu ayaklanmalarla hareket kazanılmış olur.(4) Slavoj Zizek bu konuyla ilgili; "Tahrir meydanı mucizesi, yeni muhafazakarların özgürlük ve demokrasi hayallerinin kader anı" olduğunu söylemiş ve bu durumun Ortadoğu’da yeni yapılanmalara, ayaklanmaların farklı bir şekilde son bulacağına işaret etmiştir. Batının bu konuya yaklaşımında, özgürlüklerden yola çıkması ki bu konuda da ünlü düşünür Alain Badiou şöyle demektedir: " Ortadoğudaki halkların meydana dökülmesini insan hakları ve demokrasi talebi üzerinden okuma ve okutma çabası aslında kapitalizmin kendi çıkarlarını güvence altına alma çabasından başka bir şey değildir". Türkiye’nin buradaki tutumunu ele alacak olursak Ortadoğu’nun, batıya açılan 'laik Cumhuriyet İslam devleti modeli' olarak işi bir hayli zor görünmektedir. Öyleki bu modelin Ortadoğu’nun içindeki örneği olan Suriye idi ve Suriye’nin demografik yapısı 'etnik , kültürel, dini, siyasi 'olarak daha karışık olmasına rağmen ‘Baas Yönetimi’ uzun süre Irak’ın parçalanmasına kadar sorunsuz yürütmüştü. Ayrıca Türkiye’de ve Suriye’de, halkların dinsel anlamda mezheplerini yaşama/yaşayamama durumları da benzerlik göstermektedir. Burada şöyle bir parantez açmakta fayda görüyorum : Ortadoğu’da yürütülmek istenen projede Türkiye neden baş aktör seçildi ? Türkiye’deki mezhepsel yaşayışlar neden kaşındırılmaya çalışıldı? Türkiye, Ortadoğu’nun Osmanlı versiyonluğuna nasıl itildi ? Suriye’nin her daim yanında olan İran- Çin- Rusya, batı için tehlikeli bulunurken, Türkiye’nin yalnızlığının değerli bulunması bizdeki iktidar söyleminden ötede bir anlam taşıyor olsa gerek.? Batılı güçler şunu çok iyi biliyor ki , Ortadoğu’da “devlet “ dediğimiz toplumsal unsurları bir arada tutan model , emperyalist güçlerin 'hakimiyet- sömürü' alanını daraltmaktadır. Ortadoğu’nun sahip olduğu enerji potansiyellerini düşündüğümüzde de, batı'nın burada neden bu tür oyunlara giriştiği çok açık anlaşılmaktadır. Öyle ki burada sürekli 'İslam temelli örgütleri' beslemesi de olması gereken İslami örgütlerin , köktendinci teröristlerin ideolojileri , fiili eylemleri halka ne derece inebilmektedir ? tartışılır ancak buna güncel örnek olarak ‘’Parçalanmış El-Kaide Atomunun Güçlü Parçacığı IŞİD’i rahatça verebiliriz. Selefiliğin, seferilik halinin yerleşikliğe geçmeye çalışan, 'siz önce dininizi bulun refah sizi bulur' parolasıyla ahirette değil, dünyada da cenneti vaad eden batı tipi seçim söylemlerini uygulamaya koyan İslam karşıtı anlayışlar yerine, günahkar kabul ettiği hasımlarına bulaşan sözde köktendinci IŞİD’i, Suudi akademisyen Fuad İbrahim , IŞİD’in bu kadar tehlikeli olmasını, Vahabiliğin son temsilcisi olmasına ve Suudi projesini kurmuş olan Abdülvahab’ın dilini ve öğretilerini de kullanmasını ekliyor. Hatırlayacaksınızdır Recep Tayyip Erdoğan’ın, 20 Mart 2011 yılında Milliyet Gazetesinde yayınlanan şu demeci dikkate değerdir. Erdoğan : ‘’ Suudi Arabistan ile tam bir işbirliği içindeyiz’’ (?) Batının rızasını kazanmış, seleflerinden şiddeti benimsemesiyle ayrılan Vahabiliğin, Ortadoğu’daki yansımaları da malumunuz. Öyleyse asıl hedefine; 'Hicaz-Mekke ve Medine’y'i koyan IŞİD’in amacının, Ortadoğu’nun Sünni temsilcisi Suudi Arabistan olduğu ve IŞİD’in kimlere hizmet ettiği de bir kez daha netlik kazanmış olmaktadır. Arabistan’ın yeni emirlikleri olma yönünde ilerlemek isteyen IŞİD’in, Türkiye bağlantısı kime hangi amaçla ne hizmet etmektedir ? Peki bu büyük projede sonlanmak istenen harita nasıl bir Ortadoğu haritas olacaktırı ? Batı emperyalizmi, Ortadoğu'da kışkırttığı Selefici ve Şii rekabetinin kanından beslenmekle birlikte, günümüz Türkiyesini yöneten iktidarın , Ortadoğu’daki bu durumu desteklemesi ayrı bir nasipsizlik ve Gayya kuyusuna düşmüşlüğün belirtisidir. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Prof.Dr. Hilmi Demir'in konuya binayen sarf ettiği şu cümleleri çok yerinde ve tarihi bir söz olarak görmek gerekir. ''Amerikayı değilde, keşke bu topluluk kendi geleneğini ve ehl-i sünneti keşfetseydi, bu gün Anadolu'da büyük bir medeniyet doğuyor olacaktı…’’ (5) İslam düşüncesinde, mezheplerin gerilemesinin sebeplerinden biri olarak da, ‘’Mezheplerin birleştirilmesinin savunması, Ehl-i Sünnet kavramını anlamsızlaştırmıştır.’’ Aslında, yıllar önce Afganistan’da “çekilen pim”in tahribatı, ülke ülke, günümüze kadar yayılıyor. Irak’ın Kuveyt’i işgali, Körfez Savaşı, ABD’nin müdahalesi, Saddam’ın ortadan kaldırılışı, zincirin halkalarını oluşturuyor. İran devrimi, Şii devrimci akımlar ve Afganistan cihadı, Türkiye’deki İslami düşünceyi geleneksel bağlamdan uzaklaştırmış ve yeni bir dalga yaratarak, 1980 askeri darbesi ile birlikte ve askeri rejiminin rabıta teşkilatlarıyla içli dışlı gerçekleştirdikleri operasyonlar neticesinde Türkiye’de, gittikçe gelenekten uzaklaşan İslami düşünceyi farklı bir evreye çekerek selefileştirmiştir. Bakınız, alan genişleten ve şiddet dalgası yaratan selefiliğin günümüz Ortadoğu’sunda belirmeye başlamasıyla birlikte batılılarca Sünniliği temsil ettiğinin algısı yapılan selefiliğin gelecek on yıllarda yaratacağı uçurumları Hilmi Demir hoca nasıl açıklamaktadır…‘’ Yalnızca Türkiye’de değil, Müslüman coğrafyalarda Selefilik alan genişlettikçe İslam düşüncesi felsefe, sanat, metafizik ve ilmi alanlarda derinliğini kaybetmektedir... Heybetli şehirler, batı tarzı yaşam ve kent kapitalizmi büyümekte ancak kültürel bir kuraklık ve sığlık yayılmaktadır. Kurduğunuz modern şehirler ve hayat tarzları, şiddetin ve öfkenin yayılmasını engellememekte tam aksine ‘Selefi Şiddet Dalgası’ tam da burada başlamaktadır.’’ (6) Bu günlerde toplum olarak bir ve bütün olmaya her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız varken, Ortadoğu’da şekillenen ve ardından tüm Müslüman coğrafyalara hatta BRİCS ülkelerini dahi hedef alan sıçramalar ‘Selefi şiddet dalgası’nın yarattığı kanı kan ile yıkama rahatsızlığını, kanı su ile yıkamak gerekirken, iktidarın ve emperyal ağızlıların ‘’ Suriye’deki zulme karşı, Müslüman Suriye askeri ile savaşmak caizdir, İran Suriye’nin yanında yer alırsa o da bu kapsam alanındadır. Zaten Şii’ler tarih boyunca hep ehl-i Sünnet ile savaştılar’’ diyerek yapılanları desteklemek, tamamen ABD menşeili batı emperyalist bir düşünce olup, haçlı ordularına asker toplama seferberliğine ışık tutmak ve desteklemekten öte değildir. Selefi şiddet dalgasının Ortadoğu’da şekillenip, tüm İslam coğrafyasına muhtemel sıçraması diyorum zira bu konuda başta Arap ülkelerinden sonra en çok Balkanlar’dan IŞİD’e katılım ciddi boyutlara ulaşmıştır. ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA’nın raporlarındaki IŞİD’e katılımların, Batılı ülkelerden 2 bin militan olduğu bilgisinden yola çıkıldığında, bu katılımın yarısının ise Balkanlar’dan gerçekleşmiş olması ve Batı ülkelerinden katılan militanlarında Balkan kökenli olması, Müslümanların yasadığı coğrafyalardaki derin endişeyi ortaya koymaktadır. Ayrıca IŞİD’in Balkanlarda bu denli etkin olmasının, 'Vahabi-Selefi' akımların bu coğrafyalarda karşılık bulmasının nedenlerinin sorgulanması elzem olmuştur. İslam ahlakını Anadolu’dan alan Balkan Müslümanlığı Selefi akıma kayarken, Türkiye tarihin üzerine yüklediği sorumlulukla hareket etmiş midir ? Yoksa yeni bir İslami anlayışın ihracının sorumlularından mıdır ? (7) Kürdistan Bölgesi Genel Güvenlik Müsteşarı Mesrur Barzanî, İngilizce yayın da yapan 'France 24' kanalına verdiği demeçte; IŞİD'in etkinlikleri ve ilan ettiği devlet hakkında ise şunları söyledi: “Onların büyük bir İslami devlet kurma niyeti var. Değişik gruplar onlara katılmış durumda. IŞİD dünyadaki bütün cihatçıların dikkatini çekiyor.” IŞİD'in, yabancı uyruklu militanlarının varlığı hakkında da ellerinde bilgiler olduğunu belirten Barzani, “araştırmalara göre Avrupa vatandaşı birçok kişi de IŞİD ile ilişki kurarak bunlara katılmakta ve şu an binlercesi savaş alanında bulunmaktadır. Avrupa ve diğer bazı ülkelerin vatandaşı olan bu militanlar önceleri cihad için Suriye'ye gönderildiler, ardından Irak'a kaydırıldılar” demektedir.(8) Ortadoğu'ya getirilmek istenen demokrasi anlayışının da, yani yerleştirilmek istenen rejimin ; yerleşik kültüre, ne kadar yabancı olduğu tartışılır. Çünkü halkın kendi kendisini yönetmesi demek olan demokrasi anlayışına dışardan zorla silah zoruyla dayatılmak istenen , kendinden olmayan unsurları, kendi belirlediği bir anayasaya ve hükümlerine bağlamak, demokrasinin hiç bir tanımında mevcut değil ve zaten çerçevesi insan hakları ihlaline uyan bir yönetim anlayışı da zaten ortadoğuda mevcut ve getirilen egemen güçlerin el değiştirmiş varyasyonundan başka bir şey de değildir. Anayasal hukuk devleti anlayışına bağlı göstermelik yapılan, aslında halka özgür irade anlayışını değil de büsbütün karışıklığı sunan seçimler de bu oyunun bir aracı olmaktadır. Halklar kendi kaderlerini onlara belirli kalıplara sokulmuş bir anlayışa hizmet olarak belirliyor ve bu belirleme de hep iki yoldan sunuluyor, ya aşırı islamın totoliter kuralları altında ezileceksin ya da batının postalıyla gelen demokrasi denilen sömürüyü kabulleneceksin. Arap Baharında, halkların uyanışından rahatsız olan batılı güçler dizginler elimizden gitmeden, bu halklar başlarını doğrultmadan, olaya müdahale edelim anlayışıyla hareket edip gerçekte halkların uyanışı olan bu rüzgarı da kendilerine çevirip kendi belirledikleri demokrasi anlayışını aşırı muhafazakar rejimleri de içine katarak uygulamaya koyuldular. Demokrasi, tanım olarak her yerde aynıdır ama uygulamada toplumların biçimine girer , dolayısıyla ''Ortadoğuda demokrasinin tanımı islami - şeri- kurallara göre biçim almaktadır.'' Tocguvelli'nin , demokrasiyi ele alırken "koşulların eşitliği"ne de değindiğini hatırlarsak Batının ortadoğuya demokrasiyi getirme anlayışında ne kadar samimiyetsiz olduğu kuram olarak da göze çarpmaktadır. Zaten mantıklı bir orantılama yapıldığında da ortadoğunun geleceğine ilişkin mezhepsel ayrılıkların birbirine karşı acımasızca kullanılarak kazanı sürekli kaynatmak ancak ABD'ye özgü bir anlayış olabilirdi. Toplumlara dışardan empoze edilmeye çalışılan, ilk önce toplum biçimine uyarlanmadan despotik bir biçimde sunulursa mevcut olan iç karışıklığın bitmesi bir yana, ülkede karışıklığın sayısı daha da artar ki bu da zaten Ortadoğu'da olması istenendir. Ortadoğu'ya demokrasi getirmek isteyen egemen güçler, nedense ilk önce halkları yanlarına almaktan ziyade islami terör örgütleriyle işbirliği içine girmekteler ? Ortadoğudaki mevcut sistemin mezhepsel anlayışlara bağlı yönetimlerin sürekliliğinde sadece ortadoğudaki milletlerin ayrışmaları değil batının elini hiç çekmemesi de önemli etken olmaktadır. Sonuç olarak Bu gün IŞİD denilen yapılanma, kendine çok rahat biçimde hem de şiddetin her türlüsünü kullanarak alanlar yaratıyorsa, bunda islam dünyasının -uluslarının- her anlamdaki yoksunluğunun etkili olduğu gerçeği göze çarpmaktadır. Marx, rasyonel devlet ütopyasında " din- politika ilişkisi , karşıt yönlerde işleyen iki farklı mantığı bir araya getirme iddiasında olduğu için aslında kurgulanamayacak bir bileşimdir ; sıradan din, devletin bağı olacak yerde onun tasfiyesidir." derken, dinin politik alana indirgendiğinde devletin yerini tanrının alacağını ve insanın insana gereksiniminin ortadan kalkacağını vurguluyor ki günümüz ortadoğu'sunu gözümüzün önüne getirdiğimizde tablo daha da net görünür oluyor. Ortadoğu'da , insanları Tanrı'ya yaklaştıran unsur olarak beliren ve kabul gören halifeler de, bu anlayışta her daim yerini koruyacağa benziyor. İslam toplumlarında " devlet" anlayışı sadece dinin içinde yer buluyorsa ki görünür tablo öyle, o zaman bu coğrafya sömürülmeye uzun bir süre daha maruz kalacaktır . Ortadoğu'daki bu anlayış, İslam ülkelerinde hemen hemen aynıdır . Özgürlük dediğimiz şey buralara uğrar mı ? sorusunun cevabını toplumların alacağı kararların siyasi anlamda işlerlik kazanıp kazanmaması belirleyecektir ki bu da İslam coğrafyasında hele ki hala mezhepsel ayrılıklarla , dinin uygulanış biçimleriyle uğraşılıyorken ve batılı güçlerin elleri üzerlerindeyken çok zordur . Ortadoğu halkları "en iyi " kavramının uygulanırlığını beklemiyor ancak böyle bir söyleme niyetlenmiş iktidarı da görmek isterler. Devlete karşı islam kurallarının yürürlükte olduğu bir coğrafyada, anayasal süreç inanca başkaldırı olarak görüldüğü sürece, buradaki şiddet de mezhepsel kıyım da devam eder gider. Ömer Kalaycı 01.01.2015