‘Trump kuyuya bir taş attı. 40 bin akıllı gelse bu taşı çıkaramaz!’ Trump, 1980’de İsrail’in başkent ilan ettiği Kudüs’e ABD büyükelçiliğini taşıma kararıyla bu taşı attı. Aslında bu karar 1995 tarihli bir yasa ile hukukileşmiş, ancak o günden bu güne ABD başkanları, bölgede çıkabilecek karışıklıkları dikkate alarak inisiyatif kullanmışlar ve büyükelçiliğin Kudüs’e taşınmasını ertelemişlerdi. Bu karar bir süredir ‘uyuyan’ Filistin-İsrail gerilimini başlatan yeni bir atom bombası gibiydi. Bombayı ateşleyen de ‘çirkin’ Amerikalı Trump!
İsrail 1948’de bağımsızlığını ilan ettiğinden bu yana topraklarını sürekli genişletti. Bu genişlemede İsrail’in yaptığı kabul edilebilir gibi değildir. Ama Filistinlilerin ve Arap dünyasının da kefareti az mıdır acaba?
Daha dün gibi akıllarda 2000 yılında ABD’nin Demokrat Başkanı Bill Clinton’ın Filistin Lideri Arafat ve İsrail Başbakanı Ehud Barak’ı Camp David’de bir araya getirmesi. Hatta kapalı bir mekâna girmek istemeyen Arafat’ın Clinton tarafından gülerek ancak fiziki gücünü kullanarak itmesi tüm dünya televizyonlarında gösterilen ilginç bir anıydı.
Arafat çok yaklaşılan anlaşmayı muhtemelen ‘HAMAS’ korkusuyla imzalamadı. Ardından Clinton ABD’de, Barak da İsrail’de görevinin sonuna geldi. ABD’de George W. Bush, İsrail’de Ariel Şaron iktidara gelirken Filistin’in de yeni toprak kayıpları başladı. Bir daha da Clinton’ın gösterdiği ciddiyette Filistin sorunu için arabuluculuk yapacak babayiğit bulunamadı.
Türkiye, İsrail’in 1948’de ilan ettiği bağımsız devleti 9 ay kadar sonra tanıdığı zaman başkent Kudüs değil, Tel Aviv’di. Şayet Kudüs başkent olsaydı, muhtemelen bu yeni devleti tanımayacaktık.
1980’de Kudüs’ün tamamının İsrail tarafından tek taraflı ilhakı ve başkent ilan edilmesi, BM Güvenlik Konseyi’nin aynı yıl aldığı 478 sayılı kararıyla geçersiz sayıldı. Bu kararda BM’nin 5 daimi üyesinden ABD’nin de imzası vardı.
Tekrar yazının başına dönersek: Acaba Trump ABD Büyükelçiliğini taşıma kararını sadece ‘kaçık’ olduğu için mi aldı? Bunu böyle kabul edersek bizler de yanlışın bir diğer tarafı oluruz.
2010 yılı sonlarında Tunus’ta başlayan ‘Arap Baharı’ ile Arap dünyasının parçalanması için pim çekildi. Bunun sonucunda Kaddafi’nin İsrail karşıtlığı bilinen Libya darmadağın edildi. İsrail’le komşu ve hala 1967’den beri geri verilmeyen İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri sebebiyle düşmanlığı kabaran Suriye de baharla kışa döndürüldü. 1978’deki Camp David Anlaşması ile İsrail’le ilişkileri nispeten düzelse de, gene de Filistin konusunda duyarlılığını sürdüren Mısır’daki bahar da ABD’nin talimatından dışarı çıkamayan bir yönetimi getirdi.
Arap-İsrail savaşlarına doğrudan katılmayan ama para desteği veren Suudi Arabistan ise, Obama dönemindeki ABD baskılarından korktuğu için Tump’la birlikte adeta ABD’ye teslim oldu. Bu konuda her ne kadar Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri için büyüyen tehdit İran’a ABD’nin yaptırımlarının tekrar arttırılmasının katkısı varsa da, asıl gerekçenin S. Arabistan’da da ‘Arap Baharı’nın başlatılabileceği endişesi, hatta korkusudur.
S. Arabistan ‘Baharı kışa ve kıyamete çeviren’ değişim felaketinden sıyırabilmek maksadıyla Vehhabilikten ‘Ilımlı İslam’a dönmeye bile karar verdi. Katar’da bir kaşık suda çıkartılan fırtınayla Arap dünyası biraz daha yalpaladı. Orta Doğu’da İslam ülkeleri arasında geçmişte olmadığı kadar büyük bir kopukluk da cabası… İşte Trump’ın kaçıklığı biraz da bu jeopolitik gerçeklerin tanıdığı fırsatın sonucudur. Başkanlık seçimlerindeki sözlerin etkisi de olabilir…
Kudüs hadisesi ‘Türk toprağı değil ki, bu ne hiddet?’ denilemeyecek kadar ciddi bir olaydır. Her 3 semavi din mensuplarının duyarlı olduğu, uğruna dünyanın en büyük ve uzun süreli küresel din savaşlarının (Haçlı Seferleri) yapıldığı bir şehir, bir kutsal simgedir. Üstelik BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı karar da hukuki olarak bir destektir.
Son Söz: Türkiye’nin İslam İşbirliği Teşkilatı’nı toplaması, diplomatik girişimleri isabetli, ama ulu orta bağırıp çağırması doğru değildir. Çünkü mesele içerde değil, dışarda çözülecektir!