ADALET ÇÖKTÜ MÜ DEVLET DE ÇÖKER

Türk Milleti târih sahnesine çıktığı andan itibaren devlet nîzâmını “adalet” üzerine bina etmiş bir millettir. Hiçbir zaman kendi halkına yahut başka milletlere mensup insanlara karşı rastgele hareket etmemiştir. Yazılı hukukun olmadığı devirlerde dahi hukuksuzluk yapmamış ve “töre”yi devreye sokmuştur. Bugün dahi yazılı hukukun cevaz vermediği yerde “töre”ye başvurma geleneği halen daha devam etmektedir. Sadece Romalı’yı, Sasanili’yi (Persli), Farslı’yı, Çinli’yi, Samili’yi (Arap, İbrani, Arami, Süryani), Bizanslı’yı, Greko-Latinli’yi (Yunan), İndo-Cermenli’yi, Anglosaksonlu’yu (Avrupalı) ve bugün de İsrailli’yi, Amerikalı’yı koruyan “kuvvetlinin hukuku” insanlığın maşerî vicdanını sızlatırken; Türk hukuku, her devirde cihânşûmül husûsiyetiyle “vatandaş hukuku”nun temellerini daha “Göktürk Kîtâbeleri”nde en keskin ifâdelerle va’zediyordu. Meselâ Orhun (Göktürk) Kitâbeleri’nde geçen: “Devleti ellerine alıp töreyi tesis ettiler.”(1) ifâdesi çok esâslı bir “hukuk devleti” olmanın târihî belgesi niteliğindedir. Buradaki “töre” kelimesi “kânun” mânâsına gelmektedir. “Töre”, devletle vatandaş arasındaki hak ve hukukun teminat altına alındığı ve korunduğu bir sistemin adıdır. Böyle bir devlette “Hakan, Sultân, Kağan” dahil hiç kimseye imtiyaz (ayrıcalık) tanınmaz, tanınamaz.

Türklere göre, bir memlekette yerleştirilmiş “adalet” anlayışı çok önemlidir. Bunu teyit eden en kuvvetli bir delil olarak, Türklerle komşu yaşamış muhtelif kavimlerin amme hukuku üzerindeki Türk nüfuzunu zikredebiliriz. Ruslarının, Sırpların, Macarların siyasi ve hukuki tarihleri hakkında tetkikatta bulunan âlimler, bunu açıkça göstermişlerdir.”(2)

Hükümdarın buyruğu gereğince; “Toy Meclisi” toplanır; meclise katılanlar, cemiyetteki işgal ettiği mevkiye göre hükümdarın sağında ve solunda oturmak suretiyle yerlerini alır; “töre”ye uygun olarak “vatandaş hukukunun” hükümleri tespit edilerek; “devlet-töre” ve “töre-devlet” (-devlet-vatandaş; vatandaş-devlet-) arasındaki münâsebetler kanunlaştırılır ve böylece ihtiyaca göre “töre”nin “anayasa”sı meydana getirilirdi. Devlet, buyruk sahibi emredici hak ve yetkiye sahip olmakla beraber; devlet buyruğuna uymakla yükümlü teb’a (halk) da hakkını “Toy Meclis”lerinde arayabilmekteydi. Sonraki devirlerde ise İslâm hukuku çerçevesinde “devlet-vatandaş” arasındaki ihtilâflar adîlâne karar veren “mahkemeler” vasıtası ile çözülmekteydi. Nitekim Türklerde “adalet anlayışı” sadece insanların değil, devletin hükümranlık toprakları alanı altında bulunan “kuşun”, “kurdun”, “nebatat” ve “hayvanatın” dahi hayatı tam mânâsıyla teminat altındaydı.

Türklerin kurmuş ve geliştirmiş oldukları sağlam hukukî müesseseler, başka kavimleri de te’sirleri altına almıştır. Nitekim yerli ve yabancı âlimler tarafından yapılmış araştırmalar ve tetkikler bu husûsu teyit etmektedir:

“İşte, kısaca işaret ettiğimiz bütün bu vakıalar, yukarı ortazaman'da, köklerini maziden alan kuvvetli Türk hukukî müesseselerinin mevcudiyetini, ve bunların sâir komşu ve tâbi kavimler üzerindeki te’sirini anlatmağa kâfidir sanırız. Şimdiye kadar hemen tamâıııiyle ihmâl edilmiş olan Türk hukuk târihi hakkında ciddî tetkiklere başlanılırsa, bu miiessesclerin mâhiyeti ve icra ettikleri te'siriıı derecesi daha sarih olarak anlaşılacaktır. Ancak, daha şimdiden, bu sıraladığımız târihi şahadetlere ve yabancı hukuk târihleri tetkikatından çıkan, neticelere dayanarak kat’iyyetle söyliyebiliriz ki, Türkler, İslâmiyet dairesine girdikleri zaman, eski ve kuvvetli bir hukukî kültüre mâliktirler.”(3)

Türkler İslâmiyet’i kabul ettikten sonra da “adalet güneşi” Türk’ün hükümranlık burçlarından güneş gibi bütün dünyaya yayılmıştır. Bu husûsta burada kaydetmeyeceğimiz, yabancı târihçi ve seyyahların hatıraları Türk’ün insan sevgisini ve insana verdiği değeri, adalet, şefkat ve merhametini öve öve bitirememişlerdir.

“Eski Türk idare an’anelerinin te’sirini, Sâmânîler'de ve bilhassa onların ordu teşkilâtında gömlekteyiz; lâkin bu da son hükümdarlar zamanında yâni orduda Türk unsurunun ehemmiyeti arttıktan sonra olmuştur. İslâm fütuhatından evvel asırlarca Kök-Türk hâkimiyeti altında kalan Mâverâün Nehir'de, onların idâri an'anelerinden birtakım bakiyyeler kalması tabiî olmakla beraber, Sâmânî teşkilâtında bu izlere pek tesadüf olunmuyor.”(4)

Demek ki “cihân hakîmiyeti” telâkkisi kuru bir cihangirlik dâvâsı mes’elesi değildir. Devlet teşkilâtı ile, oturmuş müesseseleri ile ve nizâmı ile bir bütünlük arz eden Türklerin hâkimiyetleri de o nispette uzun süreli ve kalıcı olmuştur. Bunun bir sonucu olarak tesis ettikleri siyasî, askeri ve idârî teşkilâtların kuvvet ve kudret merkezinde ise hiç şüphesiz ki “adalet anlayışı” yer almaktaydı:

“Maamâfih Türk müesseseleri târihinin en mühim devri, bu müesseselerin İslâm kültürü dairesindeki kavimler üzerinde bariz te'sirler bırakması bakımından da, şüphesiz, Büyük Selçuklu imparatorluğu devridir.”(5)

Türkler çok eski devirlerden beri “hükümranlık hak ve yetkisini” doğrudan doğruya İlâhi bir kaynaktan almaktaydı. Buna dair kaynaklar oldukça zengindir:

“Yalnız şunu söylemekle iktifa edelim ki, Türklerde, sâir birçok kavimlerde de olduğu gibi hâkimiyetin ve hükümdarın kudsî bir menşe'den geldiği telâkkisi çok eski zamanlardan beri mevcuttur.”(6)

Bir devletin hükümranlık alanı, o devletin toprak bütünlüğünün esâsı; coğrafî sınırları içerisindeki ekonomik, kültürel, içtimaî ve siyasî varlığının göstergesidir. Bu bakımdan bu hükümranlığının tesisi de müstâkil mahkemeler eliyle “muhakeme etme kudreti” ile sağlanır. Türkler tarafından târih boyunca bu husûs (adîlâne hükmetme) yâni hükümranlık hakkı titizlikle korunmuştur.

Diğer taraftan bir devletin kaba kuvvet ve despotik zorbalığına karşı, başka bir devletin boyun eğmesi demek, o devletin kendi hükümranlık hakkından vazgeçmesi mânâsına gelir. Nitekim, Osmanlı Sultânı Yıldırım Bayezid Hân, kendisine sığınan Karakoyunlu Devleti hükümdarı Kara Yusuf ile Celâyirli Devleti hükümdarı Ahmed Celâyir’i; Çağatay Hân’ı Timur’a vermeyerek; Ankara Savaşı gibi bir savaşa sebebiyet vermiş olmasına rağmen; bu durum “Türk devletinin hükümranlık hakkından” hiçbir şekilde tâviz vermediğinin güzel bir misâlidir. Bu hadise Sultân Yıldırım’ın hayatına mal olmuştur; fakat Türk Devleti’nin “şaşmaz adalet anlayışı” böylece bütün insanlığa gösterilmiştir.

Netice itibariyle diyebiliriz ki; târihin en eski devirlerinden beri yaşatılan Türk Milleti’ndeki “adalet çöktü mü devlet de çöker” îkaz ve ihtârı bütün Türk devletlerinin ortak düsturu hâline gelmiştir.

 

TEFEKKÜR

Türk Târihî en az beş bin sene dikkat çeker

Ey Türk! Adalet çöktü mü bil ki devlet çöker

 


DİPNOTLAR

(1) Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ötüken Neşriyat; İstanbul 1998; s. 246.

(2) Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, İslâm ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi; Ortazaman Türk Hukukî Müesseseleri, İslâm ve Türk Hukuk Tarihi; Ötüken Neşriyat, İstanbul 1983, s.14.

(3) Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, a.g.e. s.15.

(4) Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, a.g.e..s. 22.

(5) Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, a.g.e. s. 24.

(6) Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, a.g.e .s. 78.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet ŞAHİN Arşivi
SON YAZILAR