HAZRETİ MEVLÂNÂ VE YUNUS EMRE’DE “VARLIK – YOKLUK” KAVRAMI
“Hakka Yürüyen Âşıklar” denildi mi, hemen aklımıza Hazreti Mevlânâ ve Yunus Emre gelir. Türk Tasavvuf Edebiyatı’nın bu iki zirvesi, Allah (Cellecelalühü) ve Resûlü’nün (Sellallahü Aleyhivesellem) yolundan şaşmadan yürüyerek, “Mutlak Aşkı ve İnsan Sevgisini” asırların gergefine işlemeyi başardılar. İnsanlık âlemi, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, yalnız İslâm’ın merkezinden fışkıran ve bütün kâinatı kaplayan bu eşsiz “nûr” çağlayanından kana kana içmeye devam edecektir.
İslâm Tasavvufu
Tasavvufu, insanın ve Kâinat'ın sırlarını çözmek, Allah"ın (Cellecelalühü) yarattığı her şeyi sevmek ve bunu insan gönlünün derinliklerine ilâhî bir incelikle yerleştirmek “san’atı” diye kısaca hulâsa etmek mümkündür. Buna göre, bütün varlıklar Allah’ın (Cellecelalühü) zâhirî görüntüsünden ibarettir. “Varlık-yokluk” yalnız O’nun kudretinde “var”dır ve insan da bu dairenin tam merkezinde yer almıştır. Zîra insan, yüce Allah (Cellecelalühü) tarafından “Ekmel Varlık”[1] sezgisiyle donatılmıştır.
Büyüklerin Tasavvuf Tarifleri
Cüneydi Bağdadi Hazretleri: “-Tasavvuf, Allah’ın (Cellecelalühü) seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi…Gayr ile alâkasız olarak Allah ile olmak…Toplanarak zikr, duyarak vecd, uyarak amel…İçtima ile zikr, istima ile vecd, ittiba ile amel…Şerîat’in yasak ettiği şeyler ve kötü ahlâka karşı devamlı mücahade…”
Şibli Hazretleri: “-Tasavvuf, kesiksiz Allah (Cellecelalühü) ile olmak…Yakıcı şimşek…”
Abdülhhakim Arvasi Hazretleri: “-Tasavvuf, beşerî sıfatlardan çıkıp melekî sıfatlar ve ilâhî ahlâk ile vasıflanmaya mahsus bir hâl…”[2]
Mevlânâ Hazretleri: “-Tasavvuf, bir mânevî hakîkatten, binlerce ledünnî hakîkatlar çıkaran Rabbanî hakimlerin özel irfân meslekleri…”[3]
Eşref-i Mahlûkat
Hazreti Mevlânâ, insanın yaratılış hakîkatiyle alâkalı hikmetin sırrını cihânşümûl bir mesaj halinde bütün insanlığın idrâkine sunmuştur. Hazreti Mevlânâ’ya göre; o insandır ki, o’nun bir adı da: “eşref-i mahlûkat” olarak meleklerden dahi üstün yaratılmıştır:
“İnsan bir cevherdir, gökyüzü ise ona arazdır.
Her şey parçadır, basamaktır, maksat ise insandır.”[4]
Birbirinin ayrılmaz iki kutbun birer mümessili olan Hazreti Mevlânâ ve Yunus Emre; bütün insanlığı aynı “gök kuşağı” altında toplanmaya ve birbirleri ile kaynaşmaya “dâvet” etmişlerdir: Hazreti Mevlânâ: “...İster kâfir, ister mecûsi, ister putperest ol; ister yüz kere tövbeni bozmuş ol, yine gel!..” Derken; Yunus Emre’de: “Yaradılan’ı sev Yaradan’dan ötürü!..” Diyordu. Biri doğru yoldan ayrılmış günahkârlara dergâhının kapısını sonuna kadar açarken; diğeri, onları sevginin hudutsuz ikliminde kucaklaştırıyordu:
“Ben yürürem yana yana ışk boyadı beni kana,
Ne âkılem ne dîvâne gel gör beni ışk n’eyledi!..”
Geh eserem yeller gibi geh tozaram yollar gibi
Geh akaram seller gibi gel gör beni ışk n’eyledi
Akar sulayın çağlaram derdlü cigerüm dağlaram
Şeyhüm anuban ağlaram gel gör beni ışk n’eyledi
Ya elüm al kaldur beni ya vasluna irdür beni
Çok ağlatdun güldür beni gel gör beni ışk n’eyledi
Ben yürürem ilden ile şeyh soraram dilden dile,
Gurbetde hâlüm kim bile gel gör beni ışk n’eyledi!
Mecnûn oluban yürürem ol yârı düşde görürem
Uyanup melûl oluram gel gör beni ışk n’eyledi
Miskin Yûnus biçâreyem başdan ayağa yâreyem
Dost ilinden âvâreyem gel gör beni ışk n’eyledi”[5]
Mısralarının sahibi, Allah (Cellecelalühü) yolunun aşığı Yunus; O’nun yolunda yanıyor, içi kan ağlıyor, deli dîvâne oluyor. Lâkin bu da yetmiyor: “Beni bende deme, bende değilem, bir ben vardır bende benden içerü!...” Demek suretiyle kendi benliğini aştığını ve “hakîki benliğine” kavuştuğunu söylüyor. Zaten bütün mes’ele de bu noktada mihrâklaşıyor. Nefsini “iç benliği”nde eritmek ve kendini aşmak... Çilelerin çilesinden geçip, “nûr” deryasına ulaşmak...
“Varlık-Yokluk”
Hazreti Mevlânâ: “Hamdım, piştim, yandım!” diye hulâsa ettiği ömrünü, Hakk’a (Cellecelalühü) yürüyüşün emsalsiz bedeli olarak gösterir. “Varlıkta–yokluk” ilk durak ise; “yoklukta-varlık” son durak olacaktır. Aklın bu anda donarak infiâl ettiği bilinen ve görünen son... Mantığın çatladığı, ilmin acizleşerek yerinde saymaya başladığı vakit... “Yoktan-var etmek” yalnızca “Hakîm” olan Allah’a (Cellecelalühü) mahsus bir vâkıa...[6]
Bilindiği üzre varlıklar zıtlarıyla kâimdirler. Bir Hâdisi Şerîfte: “Ez’zıdan Lâ yeştemîan…”[7] (Yâni, zıtlar bir araya gelmez, toplanamaz.) Buyrulmuştur. Bu toplanamazlığa rağmen o zıtlıklarda öylesine bir âhenk, nizâm, intizâm ve cünbüş vardır ki, şi’rîyeti tarife sığmaz. Her “varlık” aynı zamanda bir “yokluk”a, her “yokluk” da bir “varlık”a muhtaçtır. Çünkü “varlık” da, “yokluk” da Yüce Allah’ın (Cellecelalühü) “künhü”ne bağlı birer mahlûkudur. Allah’dan (Cellecelalühü) ayrı olmak mümkün müdür? O halde varlıklardan birinin olması veya olmaması, ötekinin “varlığına” veya “yokluğuna” bir fayda veya zarar getirmez.
İmamı Rabbanî Hazretlerinin muazzam kıstasına göre: “Hiçbir şey O’na muttasıl (bitişik) değil ve hiçbir şey ondan münfasıl (kopuk) değil!.. “Lâ mevcude illallah’ın sırrı buradadır. Yâni, yok ki ondan başkası...”[8]
Hazreti Mevlânâ:
“Yokluktayız, yokluğun sarhoşu olmuşuz.
Yokluk sevgilisi, çok daha vefalıdır.” [9]
Buyururken, o “yokluk sevgilisi” olarak vasıflandırdığı Allah’ı (Cellecelalühü) bilen bir ruhun, zevken idrâk ile büyüklerin “Kendini bil, tâkî Cenâb-ı Hakk"ı da bilesin!”[10] Buyurdukları veçhile, bütün insanlığa “Nefsini bilen Rabbini bilir!” Hikmetinin de saâdet şifresini veriyordu:
“Âlim nice binlerce ilim bilir de o zalim kendi nefsini bilmez,
Sen gerçi caiz olanı olmayanı bildin ama nefsin acaba bunlardan hangisi üzere!
Her metaın kıymetini bilirsin de kendi kıymetini bilmeyen ahmaksın.
Uğurlu uğursuz yıldızları biliyorsun da kendin uğurlu musun uğursuz mu haberin yok .”[11]
Üstâd Necip Fazıl Kısakürek, “O’nun Sanatı” adlı şiirinde bu mevzû’yu kendisine has ifâdelerle şöyle dillendirmiştir:
“(Yok) bir (var)dır;
Geçit vermez;
Dar mı, dardır!
(Yok) bir (yok)tur;
Akıl ermez,
Ne de çoktur!
(Var) bir (yok)tur;
Yusyuvarlak
Dönen oktur.
(Var) bir (var)dır.
O"na varmak...
Bu kadardır!”[12]
Üstâd: “Geçilmez” adlı şiirinde de bu büyük “oluş”un âdetâ destânını yazmıştır:
“Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.
İçeride bir has oda, yeri samur döşeli;
Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.
Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada,
Bütün fâni lezzetlere darılmadan geçilmez.
Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekün?
Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.
Kayalıklı boğazlarda yön arayan gemi;
Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez.
Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berhavâ;
Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez.
Geçitlerin, kilitlerin yalnız O’nda şifresi;
İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!”[13]
Daha evvel temas ettiğimiz gibi Tasavvuf"un bu en ince ve en can alıcı mahrem mevzûu olan “varlık-yokluk” mevzûnu Cüneydî Bağdadî Hazretleri: “Allah"ın (Cellecelalühü) seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi”[14] şeklinde tarif etmiştir. “Varlık” ile “yokluk”un mutlak sahibinin Hâkim olan Allahü Tealâ’dan (Cellecelalühü) başkasının olmadığının en güzel ifâdesi… Bu azîm tarife göre; her türlü dünyevî his iptal edilecek ve büyük “oluş” hakîkatinin tecellîsiyle sırlar âleminin perdeleri açılacak ve ilâhî nûrla mühürlenecektir.
En Büyük Sır
Malikü"l Mülk, Ahkâmü"l Hâkimin olan Allah (Cellecelalühü) “Ben bir kenz-î mahfî (gizli hazine) idim. Görünmek için bu âlemleri yarattım.”[15] Buyurmuştur. Her şey o’na nispetle, bir tecellî içerisindedir. Yüce Allah’ın (Cellecelalühü) “Lizatihi, bizatihi”[16] tecellîsi mevzû-i bahistir. Evvelâ her şey O’un Mutlak Zat varlığının bir tecellîsi, kendisi ile yine kendisine tecellîsinin birer tezâhüründen ibarettir. Yine bir Kutsî Hadîs’de: “Ben insanın en büyük sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım.”[17] Buyurulmuştur.
Onlar “Hâl” Diliyle Konuşurlardı
İslâm Mutasavvıfları “hâl” ehli idiler ve birbirleriyle konuşmaları “kaal”diliyle değil, “hâl” diliyle olurdu.
“Birgün Bağdat’dan Mutasavvıf Şeyh Şihabeddin Ömer Suhreverdi Hazretleri"nin Kayseri’ye Hazreti Mevlânâ’nın Hocalarından Seyyid Burhaneddin Hazretleri’ni ziyarete geleceğini haber verirler. Bir-iki gün sonra Suhreverdi Hazretleri Kayseri’ye gelir, Seyyid Burhaneddin Hazretleri’ni Zâviyesi’nin önündeki bir toprak yığınının üstünde bularak yanı başına çömeliverir. Saatler geçtiği halde tek kelime konuşmazlar. Sonunda Suhreverdi Hazretleri, Seyyid Hazretleri’nin yanından ayrılır, bu garip ziyareti şaşkın şaşkın seyreden müritleri Seyyid Hazretleri’ne:
-Bu nasıl görüşme böyle? Aranızda hiçbir sual ve cevap vaki olmadı. Tek kelime konuşmadınız. Buna sebep nedir?
Diye sorarlar. Seyyid Burhaneddin Hazretleri şu cevabı verir:
-Hâl ehli yanında “kaal” dili değil, “hâl” dili lâzım. Kur"ân-ı Kerîm’de “susunuz” hitabı varid oldu. Hak’kati görenin huzurunda susmak gerekir. Zira, “hâl” olmaksızın “kaal” ile gönül müşkülleri çözülemez.”[18]
Şerîat Merkezli Hakîkat Yürüyüşü
Hazreti Mevlânâ’nın babası Sultan’ül Ulema (Bilginlerin Sultânı) Bahaeddin Veled Hazretleri “Maârif” adlı eserinin dördüncü cildinde, filozoflara ve felsefeden ve hikmetten bir şey umanlara şiddetli bir dille şöyle sesleniyordu:
“-Siz dengeli ve huzur içindeki gönülleri bırakıyor, şüphe ve vesveselere düşüyorsunuz. Hak’kat sizlere şahdamarınızdan daha yakın olduğu halde, göremiyor, boşuna çırpınıp duruyorsunuz. Acırım sizlere…
Ve ilâve ediyordu:
-Hazreti Peygamberin yürüyüşünden daha iyi bir yürüyüş, yolundan daha doğru bir yol görmedim. O yokken “varlık” da yoktu. Ne fikir, ne his, ne madde, ne yıldız, ne felsefeyle hikmet… O geldi, Kur’ân-ı Kerîm indi ve her şey onda cem oldu.”[19]
Aynı yolun yolcusu oğlu Gönüller Sultânı Hazreti Mevlânâ da Allah (Cellecelalühü), Kur’ân ve Resûl aşığı büyük bir velîdir. O,bu husûsu çok açık bir şekilde şöyle dile getirmiştir:
“Men bende-i Kur"anem, eğer cân dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed muhtârem
Eğer nakl kuned cüz in kes ez güftarem
Bizârem, ezü vez an suhen bizârem”[20]
[ Ben yaşadıkça, Kur"ân"ın kulu, kölesiyim.
Ben, o temiz, pâk Muhammed’in yolunun toprağıyım.
Bir kimse benim bu sözlerimden başka bir şey naklederse.
Onu söyleyenden de, o sözden de, bîzârım...]
“Ben bir ayağı Şerîat’de, bir ayağı bütün Kâinât'ı dolaşan bir pergelim!” diyen Hazreti Mevlânâ’daki engin tecessüs; Yunus Emre’de: “Yunus diye göründüm, ete kemiğe büründüm!...” Şeklinde karşılık bulur.
Yunus Emre Hazreti Mevlânâ Halkasında
Hazreti Mevlânâ’ya büyük bir edeb ve tevâzu içerisinde olan bağlılığını aşağıdaki şiirinde açıkça ifâde eden Yunus Emre’nin, Hazreti Mevlânâ’nın sohbet halkasında bulunmuş olduğunun da bir göstergesidir:
“Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı,
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.
Fâkîh Ahmed Kutbuddin Seyyid Ahmed Necmüddin,
Mevlânâ Celâlüddin o kutb-i cihân kani.”[21]
Yunus’un Ben’i
Allah (Cellecelalühü) “Mâlik-ül Mülk”tür. Her şeyin sahibi ve hükümdarı O’dur. Yunus Emre bu hakîkati çeşitli beyitlerinde dile getirir:
“Senündür padişahlık kudretün var,
Yaratdun yiri gögi heybetün var.”
Bütün mevcûdât Allah Taâla’nın (Cellecelalühü) nûru ile kaplıdır. Allah (Cellecelalühü), “Zat-Nûrunu” kendi sıfatlarıyla gizlediğinden zât’ıyla değil nişanlarıyla bilinir:
“Dünya âhiret, ol Hak yir gök toludur mutlak,
Hiç gözlere görinmez kim bilür ne nişânde.”
Allah “Kün” emriyle bütün mevcûdâtı yaratmıştır. Çünkü Allah (Cellecelalühü), evvel, ahir, ezelî, ebedî…ilh. her şeyi “var” ve “yok” edendir:
“Hem evvelsin, hem âhir kâmu yerlerde zâhir
Hiç makam yoktur sensüz ben niçün göremezem”[22]
Yunus Emre’nin: “Beni bende demen, bende değilem; bir ben vardır, bende benden içerü!” dediği “ben”; artık kendi “ben”i olmaktan çıkmış, Mutlak Zat’ın “ben”i ile karışmıştır. Artık görünen vücutlar Allah’(Cellecelalühü) ındır ve Yunus Emre’nin dilinde hakîki seyrini bulmuştur:
“Mânâ bahrine daldık, vücut seyrini bulduk;
İki cihân ser-te-ser cümle vücutta bulduk.”[23]
Hazreti Mevlânâ’ın İlâhî Âşk Muhabbeti
Hazreti Mevlânây’ya göre, aşktan nasibini alamayanların, insanlık vasıfları eksiktir. Yaratılışın yüce hikmetine vâsıl olmak aşkla mümkündür:
“Âşk, üstünlükte, hünerde bilgide, defterde, kitap yapraklarında değildir.
Halkın, dedi-kodusu da âşıkların yolu değildir.
Âşkın dalı ezeldedir, kökü ebedde. Bu ağaç ne arşa dayanır, ne yere,
Gövdesi yoktur, gövdeye dayanmaz bu âşk ağacı...
Âşka boşverdik, hevayı, hevesi çoktan attık,
Çünkü bu ululuk, şu anlayışa göre değil,
Sen âşka iştiyak diyorsun, bil ki iştiyak ondadır.
O sana müştaktır. Çünkü onun şevki olmadıkça, hiç kimse iştiyak çekemez.”[24]
Âşk geldi damarımda, derimde kan kesildi; beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu.
Bedenimin bütün cüz’ülerini sevgili kapladı.
Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep o…
Bizim Peygamberimiz’in yolu âşk yoludur.
Biz âşk çocuklarıyız; âşk bizim anamızdır.
Âşksız olma ki ölü olmayasın, âşk da öl ki diri kalasın.”[25]
“İnsan çok büyük bir âlemdir (Fihi Mafih).”[26]
Buyuran Hazreti Mevlânâ, üstün idrâk ve yakıcı aşkın mutlaka devam ettirilmesinden yanadır:
“İster bu cihânın âşkı olsun, ister o cihânın âşkı..
Gerçek mâşukta suret yoktur.
Hakikaten surete âşıksan sevgili ölünce onu ne diye terk ediyorsun?
Sureti yine yerinde, bu terk ediş neden?
Âşık iyice ara mâşukun kim senin?
Sevgili duyuyla idrâk edilseydi her duyu ile idrâk edene âşık olurdun.
Vefa âşkı arttırıyorsa, suret nasıl olur da vefayı değiştirir?”[27]
“Her nefis ölümü tadacaktır” ilâhî kaidesince, ölüm de muhakkaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de ölüm: “Allah’a (Cellecelalühü) dönüş” olarak vasıflandırılmıştır. Hazreti Mevlânâ için ise ölüm yâre, (sevgiliye) kavuşma “visâl”e erme (şeb-i ârus-gerdek gecesi)dir. Hazreti Mevlânâ ölümü, bir yeniden doğuş, vuslat, günü kabul etmiştir:
“Bizim mezarımız ârif kişilerin gönülleridir.
Öldüğüm gün, tabutumu omuzlar üzerinde gördüğün zaman, bende bu cihânın derdi var sanma…
Bana ağlama, yazık yazık, vah vah deme.
Şeytanın tuzağına düşersen, vah vah’ın sırası o zamandır, yazık yazık o zaman denir..
Cenazemi gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme, benim buluşmam, görüşmem o zamandır.
Beni mezara koydukları zaman, elvedâ elvedâ deme…
Mezar Cennet Kapısı’nın perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret.
Güneş ve aya batmadan ne ziyan gelir?..
Sana batma görünür ama, o aslında doğmaya hazırlıktır, yeniden doğmadır.
Mezar ise hapishane gibi görünür ama, aslında cân’ın hapisten kurtuluşudur…
Yere hangi tohum atıldı da bitmedi?
Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek zannına düşüyorsun?..
Hangi kova kuyuya salındı da dolu olarak çıkmadı?
Can, Yusuf"u kuyuya düşünce niye ağlasın?..
Bu tarafta ağzını yumdun mu o tarafta aç..
Çünkü artık hay-huydan uzak, mekânsızlık âlemindesin”[28]
Netice-i Kelâm
Yaradan ile yaratılan arasındaki mükemmel bağın halkalarını meydana getiren bu iki “Hakk Âşığı”, bize “ilimlerin-ilminin” anahtarını bırakıp Hakk’a yürüdüler. Sadece başımız sıkıştığında değil, dosdoğru yolda yürürken dahi, çilenin bu “nûrlu” aynasından kendimizi daima hesaba çekmeliyiz. Hem öyle hesaba çekmeliyiz ki, “Ölmeden evvel ölünüz!” ihtarınca ve gâh Yunus Emre gibi:
“Ten fanîdür, cân ölmez, gidenler girü gelmez,
Ölür ise ten ölür, cânlar ölesi degül”[29]
gâh Gönüller Sultânı Hazreti Mevlânâ gibi:
Biz, göklere doğru uçup ağmadayız;
Çünkü bizim yaradılışımızın aslı, mayası arştır."[30]
“Dünyâda da ahrette de mevcut tek odur
Her yerdeki, her yöndeki mâbud tek odur
Bağ, bahçe, çiçek, güneş ve gök hepsi yalan
Her sözde ve mânâdaki maksud tek odur”[31]
Diyerek!...
TEFEKKÜR
“Var-Yok” Hikmeti’ni ol arîf mektebinde bul
Mürşid ve Mürid’i şol aşk muhabbetinde bul
[1] Mustafa Çağrıcı, İslâmda-Eğitim Ahlâk Meseleleri ve Toplum Kalkınması; İslâm Üzerine Düşünceler, s. 10, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 1988-Ankara
[2] Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu s. 101,102,103; Büyük Doğu Yayınları 3.Basım 1989-İstanbul
[3] Prof.Dr.Ömer Ferit Kam, Vahdet-i Vücûd, s. 64; (Sadeleştiren, Prof Dr.Ethem Cebecioğlu) Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 2.Baskı 2003-Ankara
[4] Dr.İhsan Kara, Mevlânân"ın Bakış Açısıyla Hayat ve İnsan Diyanet Aylık Dergi Sayı: 197, s. 19. Mayıs 2007-Ankara.
[5] Prof. Dr.Faruk Kadri Timurtaş, Yunus Emre Dîvânı s.245; Babıali Kültür Yayıncılığı 1.Baskı 2006-İstanbul
[6] Ahmet Şahin, Hakk’a Yürüyen Aşıklar, Dâ’vet Dergisi; Sayı 18, s.43, Kasım 1983-Ankara
[7] Necip Fazıl Kısakürek, Age.171
[8] Necip Fazıl Kısakürek, Age. s.177
[9] Süleyman Nahîfî (Mütercim)-Âmil Çelebioğlu(Sadeleştiren) Mevlânâ Mesnevî-i Şerîf (Tam metin); 1. Basılış (Münacat: 310) s.535, Timaş Yayınları, 2007-İstanbul
[10] Prof.Dr.Ömer Ferit Kam age s.67
[11] Prof.Dr.Cihan Okuyucu, Mesnevî’den Hikmet ve Hikâyelerle Mevlânâ Konuşuyor, s.84-85; Bilge Yayınları 2006-İstanbul
[12] Necip Fazıl Kısakürek, Çile s. 30, Büyük Doğu Yayınları 13.Basım1989-İstanbul
[13] Necip Fazıl Kısakürek, Age s.132
[14] Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu s. 101, Büyük Doğu Yayınları 3.Basım 1989-İstanbul
[15] Necip Fazıl Kısakürek, Age, s. 167
[16] Necip Fazıl Kısakürek, Age s.177
[17] Necip Fazıl Kısakürek, Age s.108
[18] Mehmet Önder,Mevlânâ (Hayatı-Eserleri) s. 48; Tercüman 1001 Temel Eser Yayınları -İstanbul
[19] Mehmet Önder, Age. s. 32
[20] Mustafa Şıvgın,Sükût Kültür Edebiyat Dergisi; yıl 2, Sayı:6 s.26, 2007-Ünye
[21] Doç.Dr.Musa K.Yılmaz, Büyük İslâm Şairi Yunus Emre, Diyanet Üç Aylık, Dinî, İlmî, Edebî Dergisi Yunus Emre Özel Sayısı, s.16; (Ocak-Şubat-Mart Cilt 27-Sayı 1); 1991-Ankara
[22] Prof.Dr.Abdurrahman Güzel,Yunus Emre’nin Eserlerinde Din, Diyanet Üç Aylık, Dinî, İlmî, Edebî Dergisi Yunus Emre Özel Sayısı, s.51; (Ocak-Şubat-Mart Cilt 27-Sayı 1); 1991-Ankara
[23] Doç.Dr.Musa K.Yılmaz, Age s. 45
[24] Mehmet Önder, Age. s. 85
[25] Memet Önder, Age, s.155
[26] Doç.Dr.Halil Altuntaş, Mevlânâ’yı Tanımlamak, Diyanet Aylık dergisi s.15,Sayı 197, Mayıs 2007-Ankara
[27] Memet Önder, Age, s.226
[28] Mehmet Önder, Age, s.203
[29] Yrd.Doç.Dr.Namık Açıkgöz, Yunus Emre’de Ölüm:Genç Ölümleri veya “Gök Ekini Biçmek”; Diyanet Üç Aylık, Dinî, İlmî, Edebî Dergisi Yunus Emre Özel Sayısı, s.116; (Ocak-Şubat-Mart Cilt 27-Sayı 1); 1991-Ankara
[30] Mehmet Önder, Age. s. 250
[31] Mehmed Önder, Age, s.238
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.