SAN’ATKÂRINI YAŞATAN SAN’AT
Bilindiği gibi kültür, edebiyat ve san’at ile iştigal eden her hangi bir insanın san’atkâr olarak vücut bulması en az yarım asrı gerektirir. Hakikî san’atçı, bu yarım asrın muhasebesini ifrat ve tefrite düşmeden yapabilen san’atçıdır. Eserlerini, milletinin his ve düşünceleri istikametinde bin-bir hünerle işleyerek meydana getiren san’atçının büyüklüğü tartışılmaz. O’nun eserlerini incelediğiniz zaman, kendi toplumunun karakter çizgilerini görürsünüz. Çünkü onun omuzladığı dâvâ topyekün bir milletin dâvâsı hâlinde önünüzdedir. O ne söylemişse, milletinin millî vicdânında tasvip görmüş, gönüllerde makes bulmuştur. Böyle bir san’atçı, artık gönül içre gönül seferberliğinin çileli bir yolcusudur. Milletinin gönlüne doğmuş ve bu gönülde taht kurmuş san’at güneşlerini yüzyıllar ebedîleştirecek ve sanatkârca yaşatacaktır.
Kaleminden şifâ yerine, irin ve zehir damlayan bir insanın, herhangi bir san’atın adamı olsa bile, onun milletine verebileceği hiçbir şeyi yoktur. İlim, fikir ve san’at tecessüsleri kendilerinden menkul bu tipler, her zaman milletin mâşerî vicdânında lânetlenmişlerdir. İlim, fikir ve san’at kaabiliyeti ne olursa olsun, mensubu bulunduğu milletin köklü mâzîsini red ve inkâr eden veya bu şerefli mâzî’ye hayâsızca saldıran birisi zaten kendisini ta baştan iptal etmiş demektir.
Geçmişte, bütün ömürlerini milletinin millî mukaddeslerine saldırarak, onları aşağılayarak tüketmiş olanlar, kim olurlarsa olsunlar asla “san’atçı” olarak vasıflandırılamazlar. Şurası bir hakîkattir ki; kültür, edebiyat ve san’at adına hangi rüzgârı estirirse estirsinler, ne kadar eşinirse eşinsinler, bunların cemâziyel-evvellerini milletimiz çok iyi bilmektedir. İçeride, dışarıda ve bilmem hangi mahfillerde, kendi tamtamları içinde kendilerine verdikleri sahte pâye’lerle avunan göz boyayıcısı bu allamalı-pullamalı-şişirmeli şamatacılar sürüsünün; şu Gök kubbe’de ve milletimiz nezdinde, birer sinek vızıltısı kadar dahi değerleri, kıymetleri ve hükmî tesirleri yoktur. 12 Eylül’den evvel kafaları, beyinleri ve gönülleriyle Moskova’ya, Pekin’e nikâhlı olan bu vatansızların iplerini; kültür, edebiyat ve fikir hayatımızın zirve iki ismi Cemil Meriç ile Necip Fazıl Kısakürek bakınız nasıl pazara çekmişlerdir: “İzm’ler idrâkimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı. Bizde marksizm, ilmî bir disiplin veya bir araştırma metodu olmaktan çok, bir çeşit nezle. Aydının bir kartvizite ihtiyacı var: Müslüman değil, belli bir mesleği yok, herhangi bir bilgi dalında uzmanlaşmamış.. bırakın da marksist olsun.” (Cemil Meriç, Bu Ülke syf. 23 ve Kırk Ambar syf. 454)
“Çoğu reçete fikircisi ve çıkartma kâğıdı olarak, sığ, kısır, yanık, burkuk, kavruk, çilesiz, irfânsız, cehtsiz, iğdiş kafalar sınıfı… Üniversite hocalarının büyük kısmını da içine alan bu sınıfı, bugün aralarında, tek gerçek mütefekkir, şâir, romancı, münekkit, fıkra muharriri, politikacı bulunmaz hâliyle, son devrim devresinin en mânâlı haberci dölü olarak ele alabilirsiniz.” (Necip Fazıl Kısakürek, Türkiye’nin Manzarası, syf.152)
Yegâne vazifeleri; din, dil, târih ve millî kültür tahripçiliği yapmak olan bu “çağdaş(!) ham yobaz” ve “kaba softa” kumkuması “gerici-mürteci”, karıştırıcı, kışkırtıcı, yıkıcı ve bölücüler gürûhunun; öteden beri memleketimizde en çok istismar ettikleri ve asıl maksatlarını gayet ustaca gizlemeye çalıştıkları saha; kültür, edebiyat ve san’at sahasıdır. Çünkü, Türk Milleti’ni çökertmenin yolunun onun millî mukaddeslerinden gedik açmaktan geçtiğini çok iyi bilmektedirler. Bunlar, meşrepleri gereği bukalemun gibi her devirde, türlü kılığa girerek menfûr emellerini gizli-açık hep sürdürmüşlerdir. Bu kıytırıklar zümresi; Türk vatanını bölmek, parçalamak ve asîl Türk Milleti’ni hiçbir zaman işlemediği bir “suç!” (soykırım yalanı) ile suçlandırmak için Batılı efendileri ile gerektiğinde işbirliği ve sözbirliği ederek gönüllü uşaklığın ve köleliğin en pespâyeliğini yerine getirmekten asla çekinmezler.
Halbuki bu asîl Türk Milleti’nin Allah’a şükür ki, dehâ çapında yetiştirmiş olduğu ilim, fikir, tefekkür, edebiyat ve san’at adamları vardır ve daima da olacaktır.
Türk Milleti âlîmi, san’atkârı ile el ele, gönül gönüle vererek yüzyıllarca birlik ve beraberlik içinde yaşamış bir millettir. Mimarî estetiğimiz, millî musîkimiz, dinî telâkkimiz, ilmî tekâmülümüz, an’anevî örfümüz ve edebî fikriyatımız da Türk Milleti ile bir ve beraber olarak doğmuş ve gelişmesini safha safha sürdürmüştür. Büyük söz ve yazı üstâdlarımız, bizlere, çağlar ötesinden ibretli mesajlar getirmişler; bediî zevkimizi nakkaşî sanatkârlarımızca yoğura yoğura deryâ içinde deryâ olan irfânımızı hem kıt’alardan kıt’alara taşımışlar hem de gelecek kuşakların istifâdesine sunmuşlardır…
Fikir, edebiyat, san’at, siyaset ve kültür hayatımızda hizmette bulunmuş isimleri azîz milletimizce mahfuz bu seçkin üstâdlarımız millî kültürümüzün temellerinde vazife almış gönüllülerimizdirler. Pek çoğu Rahmeti Rahman’a kavuşmuş ve kendi çapında zirve olan bu üstâdlar, akranlarıyla yarışırcasına ilmî ve edebî çehremize bin-bir güzellikte renk katmışlardır.
İlîm, kültür, edebiyat ve san’at hayatımızın halen hayatta olan değerli kalemlerinden daha niceleri de, millî kültürümüzün fideliğinde vazife almış gönül erlerimizdirler. Milletimiz tarafından da büyük bir dikkat ve itimada mahzar olarak takip edildiğine asla şüphe edilmeyen ve saygıyla selâmlanan bu hakîki münevverler kadrosunun; azimli, çalışkan ve fedakâr memleket evlâtlarının, Türk umumî efkârınca bilinmekle beraber yeni yetişen kuşaklara da tanıtılması herkes için zevkli bir vatanseverlik vazifesi addedilmelidir. Bu vadide, evvelkilerin çizgisini devam ettiren sonrakilerle, Türkçemiz daha da zenginleşmiş ve böylece dilimiz “mâzî”yi “âtî”ye bağlayan bir “kültür dili” hâline gelmiştir.
Türkçemiz, üzerinde oynanan bunca menfur oyunlara rağmen, bugün yaşamakta olan dünya dilleri arasında kendisine has husûsîyetlerini korumayı başarmış şanslı dillerden birisidir. Mâzîsi Türk târihi kadar eski ve aynı millî kültürün “remzi” olan dilimizi yozlaştırmak ve onu “uydurukça”nın tasallutu altında boğmak gayretkeşliği, dün olduğu gibi bugün de bütün hızıyla devam etmektedir. Milletimiz tarafından hiçbir şekilde tasvip görmemiş olan bu “tasfiyecilik hareketi”, millete rağmen inatla sürdürülmektedir. Halbuki dili millet yapar. Târihî akış içerisinde hangi kelime veya deyimin alınacağını, hangisinin alınmayacağını, hangisinin de bırakılacağını veya terk edileceğini millet tayin eder. San’atçı ise onu ustaca kullanarak âbîdeleştirebilir. Bunun çıkar yolu da; “san’at san’at için” değil, “san’at millet için”den de öte, “San’at Allah için” düsturundan geçer. Böylece uzak idealler yakın, hayâller hakîkat, san’atkâr da ebedîleşmiş olur. Türk Edebiyatı’nın Şâirler Sultanı Üstad Necip Fazıl Kısakürek; “Sanat” adlı şiirinde, bunca senelik kültür, edebiyat ve san’at hayatında varmış olduğu neticeyi yepyeni bir ifâdeyle billûrlaştırıp, mükemmel bir serlevha hâlinde milletimizin hafızasına armağan etmiştir:
“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi, yalnız çelik-çomakmış…”
Bütün ömrünü Türk Millî Mefkûresi’nin emrine vererek harcamış veya harcamaya azmetmiş olanlara ne mutlu!.. Zîra, onların hatırlanmamak gibi bir endişeleri zaten yoktur. Biri, ötekinin tamamlayıcısı durumunda; Türk Millet ve Devleti’nin bekası için çırpınıp durmuşlardır. Bize düşen vazife ise; milletimizin ebedî mukaddeslerini daha yükseklere çıkarmak için bıkmadan, usanmadan çalışmak ve bizden evvelkiler için de; hatalı yönlerine omuz vermemek, destek olmamak kaydıyla “yapabildikleriyle ve yapamadıklarıyla Allah (Azze ve Celle) onlardan razı olsun” demekten ibaret olmalıdır. Son günlerde bu unutmak üzere olduğumuz vefâ duygusuna o kadar hararetle ihtiyacımız var ki, bunu ancak bilen bilir…
TEFEKKÜR
Hakîkate erdirici san’at yalnız onda gizli
Hakk’ın hikmet tecellisi her insanda gizli gizli
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.