Ziya’nın intihar girişimi ve buhranın nedenleri
ZİYA GÖKALP’İN EĞİTİM HAYATI - 8
Öğrenci Ziya Gökalp’in aklı ile kalbi çatışma halindedir ve okudukları onda, ‘sükun verici sağlam bilgi yerine derin bir şüphecilik’ uyandırmaktadır. Bu dönemde yazdığı ve buhranlarını aksettiren şiirlerde büyük bir araştırma merakı ile ‘alemin ilk sebep ve gayesi’ meselesi başta olmak üzere, ‘ben neyim?’, ‘ölüm nedir?’, ‘hür müyüz?’ gibi derin felsefi sorularla meşguldür.
BU olayların anlatıldığı soruşturma evrakının tarihi 8 Ocak 1895 (27 Kanunuevvel 1310)’tir. Din dersinde geçen bu olayı anlatan okul müdürü Ali İrfan Bey’e sorulan soru içinde öğrencilerden Ziya’nın 3 Ocak 1895 (22 Kanunuevvel 1895) Perşembe günü akşamı kendi hanesinde intihar girişiminde bulunduğu ifade edilmektedir. Soruşturmada gündeme gelen ve “Müzakere Saatinde” Birinci Müdür Muavini İsmail Hakkı Efendi ile öğrenciler Faik ve Haşim Efendiler arasında geçtiğinden bahsedilen diğer bir olay daha vardır. Aşağıda intihar konusunda ele alacağımız bu olay ise 5 Ocak 1895 Cumartesi (24 Kanunuevvel 1310) tarihinde gerçekleşmiştir.
Soruşturma evrakından din dersindeki olayın hangi tarihte gerçekleştiği anlaşılamamakta ise de, Ziya’nın intihar girişiminde bulunduğu akşamın sabahında 3 Ocak 1895 Perşembe günü gerçekleşmiş olması ihtimali güçlüdür. Bu ilk olayda Ziya diğer öğrencilerle birlikte, ikinci olayda sadece Faik ve Haşim bulunmaktadır. Ve bu iki öğrenci İsmail Hakkı Bey’le yaptıkları tartışmada Ziya’nın intihar girişiminden de bahsetmektedirler.
Yukarıdaki olaydan da anlaşılmaktadır ki, öğrencilerle görüşmekte olan Dr. Abdullah Cevdet, öğrenciler üzerinde ciddi bir kafa karışıklığı yaratmıştır. Sonraki yıllarda kendi iç dünyalarında cevaplarını bulacak olan sorularla normalleşecek olan bu iç çatışmalar, Ziya Gökalp ile Abdullah Cevdet’in hem olaylara bakışlarını, hem siyasi tercihlerini hem de ideolojik bakış açılarını büyük çapta farklılaştıracaktır.
Bu olayla ilgili olarak yukarıda bahsedilen ve “milletim çok yaşa” olayını saraya ve hükümete ihbar eden Necip Nadir’den de bahsetmemiz lazımdır. Özellikle bu soruşturmadan önce görevinden ayrılmış bulunan Diyarbakır Maarif Müdürü ve idadi tarih hocası Mehmet Ali Ayni Bey’in Necip Nadir hakkında 14 Mart 1895 tarihli saraya yazdığı bir dilekçede bu olaylardan da bahsedilmektedir. M. Ali Ayni’nin, “kâh Bulgar Hadimi, kâh Arap politikacısı bir adam” olarak nitelediği Necip Nadir, idadide “milletim çok yaşa” eylemleri devam ederken Kasım 1893’te okula fen bilgisi öğretmeni olarak atanmıştır. M. Ali Ayni şunları söylüyor:
“Geçenlerde zorunlu bir tedbir olarak Diyarbekir İdadi Mektebi Fen Bilgisi (Malûmât-ı Fenniye) öğretmenliğine tayin olduğu günden bir iki hafta sonra öğrencilerden bazılarını yapılması zorunlu olan ‘Padişahım çok yaşa’ duasının yapılmaması ve din bilgisi öğretmenine karşı ‘Melekler var diyorsun ama hani ya bize göster” sorusunun sorulmasına gizliden teşvikle yol açtığı bilinen menfur olaydan ve sonra da bu olayı bin türlü tezvirat (yalan) ve teşvîşâtla (bulandırma) ile birleştirip Mabeyn-i Hümayun- ı Cenab-ı Mülûkâne’ye ve Dördüncü Ordu Müşirliği’ne ‘fakat imzasını ketm etmek (saklamak) şartıyla arz ederek…”
Elbette bu iddialar doğru olabilir. Fakat, çeşitli etkileşimlerden dolayı zaten dönemin mutlakiyet rejimine karşı önemli bir bilinçlenme içinde olan Ziya ve arkadaşlarının bu tür kışkırtmalara ihtiyaç duymayacakları düşünülebilir. Ancak, olayların akışına bakıldığında din bilgisi dersinde ve müzakere saatindeki tartışmalar genç Ziya’nın bu sıralarda giderek derinleşen bir felsefi bunalıma düşmesi, hatta bu bunalımın da etkisiyle intihar girişiminde bulunması arasında bir bağlantı olduğu görülmektedir. Sadece Ziya’nın değil, arkadaşları Faik ile Haşim’in de geleneksel eğitimi ve geleneksel din anlayışını sorguladıkları, benzer bir ruh hali içinde oldukları, mevcut siyasi ve askeri gelişmelerden samimi bir rahatsızlık duydukları anlaşılmaktadır.
Ziya Gökalp, idadi 3. sınıf öğrencisi, arkadaşı Ömer Beyoğlu Halit Refet ile (1892).
Ziya Gökalp’in idadi eğitimi sırasında onun hayatının bundan sonrası için çok önemli olan yönlendirmeyi yapan bir kişi de 1892-1893 eğitim ve öğretim yılında okul müdürü olan Halil Bey’dir. Ziya’nın lise ikinci sınıfta okuduğu sırada yaşanan ve kardeşi Nihat Gökalp’in anlattığı olay şu şekildedir:
HER DERSTE BİRİNCİDİR
“Mülkiye İdadisinde (1892-1893 ders yılında) müdür bulunan Halil Bey isminde bir muhterem zat, Ziya Bey’in fevkalâde yaratıldığını anlamış; bir genel sınav sonucunda her dersten birinciliği, ikincilerle mukayese edilemeyecek bir harikulade derece elde ettiği halde Fransızcadan aynı derecede cevap verememesi, özellikle dikkatini çekmiş. Ziya Bey, Fransızcadan geçecek kadar cevap verdiği halde, bile bile ‘Sıfır’ verdirmişti. Ben Erzurum Askeri Lisesinden ramazan tatilinde Diyarbakır’a gelince fahri (gönüllü) olarak idadide Fransızca derslerine devam ediyordum. Müdür Halil Bey, bütün öğrencileri toplayarak Ziya Bey’e, ‘Fransızcadan da diğer derslerde olduğu gibi birinci derecede bir başarı göstereceksin’ diyerek ikmale bırakılma sebebini anlattı. O da bütün bir yaz tatilinde yalnız Fransızca çalışarak esaslarını kavradı.”
Ziya ve arkadaşlarının; idadide yaşanan olaylardan ve Ziya Gökalp’in sonradan “Hocamın Vasiyeti” makalesindeki değerlendirmelerinden hem felsefi, hem dini, hem de siyasi bakımdan derin bir buhran yaşadıkları anlaşılmaktadır. Bu buhran Ziya’yı bir intihar eylemine sürüklemiştir. Şüphesiz genç Ziya’nın üzerinde her bakımdan derin bir etkisi bulunan babası Tevfik Efendi’yi kaybetmiş olmasının da bu olayda önemli bir etkisinin olduğu anlaşılmaktadır.
Gökalp, “derûnî buhran” olarak ifade ettiği bu olaya sebep olacak “uzvî” (fizyolojik) hiçbir hastalığı, “içtimaî” (sosyal) hiçbir sıkıntısı olmadığını “Hocamın Vasiyeti”nde belirtmektedir.
SİYASİ SEBEP DE VAR
Aklı ile kalbi çatışma halindedir ve okudukları onda “sükûn verici bir sağlam bilgi yerine, derin bir şüphecilik” uyandırmaktadır. Bu dönemde yazdığı ve buhranlarını aksettiren şiirlerde büyük bir araştırma merakı ile “âlemin ilk sebep ve gayesi” meselesi başta olmak üzere, “ben neyim?”, “ölüm nedir?”, “hür müyüz?” gibi derin felsefi sorularla meşgul olur.
Ziya Gökalp, Bayraktar Mektebi öğrencisi iken(1896-97), arkadaşı A. Cemil Asena (sağda) ve bir başka arkadaşı ile.
Buhranın ikinci nedeni olarak da aynı yazıda ve şiirlerinde “siyasi” bir sebep üzerinde durur. Başlangıçta zihnini dolduran felsefi sorular için “yegâne dayanak” olarak “tevil”i (sözü çevirme) bulmakla birlikte ise de bir gün kaleminden fırlayan “tevile ihtiyacı olur mu hakikatin” mısraından sonra artık tevillerle de bunların önüne geçemez ve bütün bu sorular siyasi sorularla birleşerek zihnini daha çok meşgul etmeye başlar. Öğrenme istediği; “… bin türlü tehlikelerle tehdit olunan, fakat istibdadın uyuşturucu macunuyla vaziyetinden habersiz olan” milletinin “mucizevî bir hamleyle kurtulmasının mümkün olup olmadığını bilmek”- tir.
Bu sıralarda yazdığı ve tipik bir Namık Kemal üslubunu aksettiren bir kıtanın, “Herkesi bir kayd ile bend (köle) eyleyen dâm-ı hayat (hayat tuzağı) / Gönlümü zincir-i hürriyetle der-kayd (kayd içinde) eyledi.” şeklindeki ikinci beyti, genç hürriyetçinin devrin illegal siyasi akımlarının etkisinde bulunduğunu ortaya koymaktadır. On altı yaşında iken (1892/93) yazdığı ve Ali Şefkati Bey’in Londra’da yayımlamakta olduğu “İstikbâl” gazetesinin 23 Eylül 1895 tarihli 31. sayısında çıkan “Manzume” başlıklı şiiri şaşılacak derecede kuvvetli “ihtilalci” fikirleri yansıtmaktadır. Keza bu şiiri yurt dışındaki gazetelere gönderebildiğine göre, bu yıllarda yurt dışındaki yayınları takip edebilmektedir.
Genç Hürriyetçi Ziya, bu şiirde, “valide” (vatan)nin kanla ağladığı, zulüm kılıcı ile nice insanların eziyet çektiği, buhran içindeki vatanın elden gittiği, ağlamakta bir fayda bulunmadığı, bu “sefalet”e, “zillet”e karşı “azm-ı tam” (bütün bir gayret) ile “kıyam” etmek (ayağa kalmak) ve “zulmün sinesini cihat kılıcına kılıf etmek” gerektiği üzerinde durur. Yerine konulacak yeni nizamın Hakk’ın “kitab-ı adaleti” üzerine kurulmasını, “o Hüda nurunun” “padişah” olmasını, hürriyete sığınmalarını, böylece milleti “kurtaracaklarını”, bu çalışmada Allah’ın kendilerine yardım edeceğini ifade eder.
İlginç olanı, Ziya’nın bütün bunların çok kan dökülerek gerçekleşebileceğini bilmesi ve bunu istemesidir. Bu durum, şiirdeki genel hava Büyük Fransız İhtilali’nin genç hürriyetçi üzerindeki etkisini göstermektedir.
Genç hürriyetçi, belki de beklediği “kıyam” ın bir türlü gerçekleşmemesi yüzünden bedbinliğe (ümitsizliğe) düşer. “Hocamın Vasiyeti”nde de açıkladığı gibi bu “derûnî buhranı”nı o dönemde yazdığı diğer şiirlerinde de takip etmek mümkündür. Bu şiirlerde, siyasi soruları ile felsefi soruları birleştiren Ziya Gökalp, “sefaletin içinde bir yetimi andıran insanın hazin çehresine baktıkça çok üzülmekte”dir. İnsanın bu “sefaletine” karşılık tabiatın güzelliklerinin devamı gücendiricidir. Horlayıcı zulmetin devamlılığı, ölüm ve yolsuzluğun, sapkınlığın sebatı, vatanın matemi insana gözyaşı döktürür. Buna karşılık herkes miskinlik yıkıntısı içindedir.
Ziya bu hal karşısında daha da ümitsizliğe düşmektedir. “Bilmem ki” redifli şiirinde de insanlığın “tabiilik”ten ayrılmış olmasına ve hürriyetçiliğin “bu şekle” girmiş olmasına akıl erdiremez. Ona göre, “hükümetler hukuku korumak için oluşturulmuşken, bu hakkın bir sultana terk edilmesi” doğru değildir. “Bir karanlık deniz olan ezel” ve “meçhul bir umman olan ebed” arasında bir “berzahta (dar geçit) zindana düşmüş olan insan”ın bu haline sebep nedir? “İstibdadın satırı” insanları helak etmektedir. Buna “yeter” diyecek olan “hâkimiyet kılıcı” meydana niçin çıkmıyor? Millet, kendini idare eylemekten aciz midir ki, bir nefsin bütün vicdana üstünlüğünü” kabul ediyor?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.