Bağnazlık, vicdan ve düşünce hürriyeti
ATATÜRK VE TÜRK GENÇLİĞİNİN NİTELİKLERİ (8)
“Bizim milletimiz derin bir maziye (geçmişe) maliktir. Bu düşünce bizi elbette altı yedi yüz yıllık Osmanlı Türklüğünden, Selçuklu Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine müsavi (eşit) olan Türk devletlerine kavuşturur.”
G. M. K. Atatürk, 1. Türk Tarih Kongresi (2-11 Temmuz 1932, Ankara / Halkevi) Açılış Konuşması.
Türk milletinin bu tarihi değerlerinden hareket eden Atatürk, Medeni Bilgiler kitabında “Tassupsuzluk (Tolerans)” başlığı altında kendi el yazısıyla şunları yazmıştır: “Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz.” “Türkiye’de, bir kimsenin fikirlerini zorla başkasına kabul ettirmesine müsaade edilemeyeceğini” de belirten Atatürk, “hürriyetin ancak herkese karşı tassupsuzluk (hoşgörü) göstermekle korunabileceği” düşüncesindedir.
Atatürk insanların böyle bir hoşgörüye ulaşabilmelerinin, “taassubun kökünden kurutulmasının” kolay olmadığını da bilmektedir. Atatürk’e göre, “çeşitli inanışta kimseler, birbirlerine kin, nefret besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta sadece birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde taassupsuzluk (hoşgörü) yoktur; bunlar mutaassıptırlar. Taassupsuzluk (hoşgörü) o kimselerde vardır ki, vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdani inanışına karşı hiçbir kin duymaz, aksine saygı gösterir.”
KAMU DÜZENİ VE VİCDAN
Yine Atatürk’e göre, “hoşgörünün yaygınlaşması ve huy haline gelmesi fikri terbiyenin yüksek olmasına bağlıdır.” İnsanlar arasında “bağnazlığın” ilk bakışta sanıldığından daha yaygın olduğuna dikkat çeken Atatürk, bağnazlık ile vicdan ve düşünce hürriyeti arasında sürüp giden mücadelede, bağnazlığı etkisiz hale getirmek için devlete de görevler düştüğü görüşündedir. Devlet, kamu düzeni, vicdan ve düşünce hürriyetini, hoşgörüden yoksun kişi ve zümrelerin saldırısından korumakla yükümlüdür. Elbette bu da hukuk yoluyla olacaktır.
“Fikirlerin, inançların başka başka olmasından şikâyet etmemek lazımdır. Çünkü bütün fikirler ve inançlar bir noktada birleştiği takdirde, bu, hareketsizlik belirtisidir; ölüm işaretidir. Böyle bir durum elbette istenmez.” diyen Atatürk, görüldüğü gibi yurtta barış, huzur, birlik ve dirlik isteyen; fakat düşünce hürriyetinin değerini de bilen bir devlet adamıdır.
Aslında, sadece hoşgörünün yaygınlaşması, başkalarının değişik inanç ve görüşlerine “katlanılması” yeterli değildir. Demokratik bir ülkede diğer bütün insan hakları ve özgürlüklerde olduğu gibi vicdan ve düşünce özgürlüğünün bir “hak” olarak algılanması ve tanınması gereklidir. İnsanın, insan olmasından kaynaklanan ve kişinin “doğal hakkı” olan bu özgürlüklerin Anayasa ve yasalarla korunması gerekir. Çağımız, temel hak ve özgürlüklerin bu arada vicdan ve düşünce özgürlüğünün anayasalarla ve hatta milletlerarası sözleşmelerle korunduğu bir çağdır.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklarla yükselebileceğini ısrarla anlatmıştır. Şu halde, Türk gençleri, taassup ve bağnazlıktan uzak duran; hoşgörü sahibi olan, kişi hak ve özgürlüklerine saygı duyan, iç barış için milli dayanışmayı esas alan gençler olmalıdır. Şüphesiz hür-demokratik bir sistemin yurttaşları olarak Türk gençleri, demokrasiyi yıkmayı hedefleyen her türlü diktacı, totaliter (baskıcı) ideolojiye karşı da uyanık olmalı, bu ideolojilerin saldırılarından demokratik sistemi korumak için hukuk içinde kalarak mücadele etmelidir.
YURTTA BARIŞ: MİLLİ DAYANIŞMA VE MİLLİ BİRLİK
Atatürk bir devlet adamı olarak Türk milletinin iç kavgalara sürüklenmeden, milli ve sosyal dayanışma içinde kalkınmasını amaçlamış; toplumsal barışa inanmış, bunun da milli birlik ve bütünlük ve milli dayanışma ile sağlanabileceğini söylemiştir. Türk toplumunu oluşturan bütün meslek sahiplerinin ve sosyal katmanların birbirleriyle çatışan “sınıflardan” değil, iş bölümüne göre bir araya gelen aynı milletin mensupları olduğuna işaret etmiştir.
Atatürk “yurtta barış, dünyada barış” (yurtta sulh, cihanda sulh) sözlerini daha önce değişik şekillerde ifade etmesine rağmen bu şekliyle ilk defa TBMM 4. Dönem Milletvekilliği Genel Seçimleri (25 Nisan 1931) sırasında millete hitaben kendi imzası ile yayınladığı bir bildiride kullanmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 10 Mayıs 1931 tarihinde toplanan Üçüncü Kongresi’nin yeni kabul ettiği programın 7’nci Bölümün 3’üncü maddesinde de bu ilke şu şekilde ifade edilmiştir: “Yurtta sulh ve cihanda sulh başlıca prensibimizdir.”
1931 Seçimleri sırasında ilk defa “Yurtta Barış, Cihanda Barış” ilkesini dile getiren Atatürk aynı beyannamede şöyle diyordu: “Gaye, sınıf mücadelesi yerine sosyal dayanışmayı (içtimai tesanüdü) sağlamaktır.”
Üçüncü Fransız Cumhuriyeti’nin hâkim ideolojisi olan “dayanışmacılık” (solidarizme), E. Durkheim’den Ziya Gökalp kanalıyla Türk düşünce hayatına girmiştir. Dayanışmacılık, modern toplumdaki sınıflar arasında çatışmanın sorunlu olmadığı; fert ve grupların topluma katkılarını vurgulayan bir sosyal ahlak vasıtasıyla, sosyal dengenin korunabileceği tezine dayanıyordu. Atatürk, “B izim halkımız menfaatleri birbirinden ayrılır sınıflar halinde değil, aksine varlıkları ve çalışmalarının sonucu birbirine lazım olan sınıflardan ibarettir…” derken bu sosyolojik dayanışma olgusuna işaret ediyordu.
MİLLİ BİRLİĞİN KORUNMASI
Atatürk’ün “barış” anlayışı ve mesajının ilk ve öncelikli boyutu “yurtta barış” yani “iç barış” tır. Bunun sağlanabilmesi için sosyal adalete, sosyal güvenliğe önem vererek, adaletli bir gelir dağılımı sağlayarak kısaca modern bir devletin yapması gerektiği şekilde “sosyal devlet” olgusunu gerçekleştirerek Türk milletini kaynaşmış ve bütünleşmiş bir hale getirmek yolunda bilinçli adımlar atılması gerekmektedir.
Anlaşılacağı gibi bunun bir boyutu ekonomik, diğer boyutu ise kültüreldir. Bu iki unsur da birbirini derinden etkilemektedir. Ekonomik boyunun en önemli unsurunu oluşturan “servetin dağıtımında adaletin sağlanması”, kültürel boyutun en temel unsuru olan “milli birliğin korunmasına” hizmet edecektir. Atatürk bu konuda şunları söylemiştir:
“Milli servetin dağıtımında, daha mükemmel bir adalet ve emek sarf edenlerin daha yüksek refahı, milli birliğin muhafazası için şarttır. Bu şartı daima göz önünde tutmak, milli birliğin temsilcisi olan devletin mühim vazifesidir.”
Atatürk’ün ısrarla belirttiği gibi, ortak bir tarihin ve onun içinde oluşan ortak bir kültürün, ortak sevinçlerin, ortak kederlerin ve ortak bir kaderin aralarında sayısız bağlar ördüğü yurttaşların birtakım yapay ve üretilmiş, kışkırtılmış farklılıklarla (etnisite, din, mezhep ve sınıf) parçalanarak bölünmesinin önüne geçilmelidir. Farklılıklarımızdan çok daha fazla olan ortaklıklarımızın öne çıkartılması lazımdır. “Yurtta barış” ancak bu şekilde sağlanabilir. Türk gençleri mutlaka bu bilinçte olmalı ve bölünmeye, parçalanmaya değil, birlik ve bütünlüğü geliştirmeye, milli dayanışmayı arttırmaya odaklanmalıdır.
Atatürk, Türk milletinin büyük işler başaracağını, bunun da “milli birlik ve bütünlükle” sağlanacağını ifade etmektedir. O, Onuncu Yıl Nutku’nda şöyle diyor: “Daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu terakki (ilerleme) ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir…” Birleştirici ve toplayıcı bir milliyetçilik anlayışına sahip olan Atatürk, Türk milletinin birlik ve bütünlüğünün önemini sık sık vurgulamıştır. Mesela 4 Şubat 1935’te milletvekili seçimleri nedeniyle Türk milletine bir bildiri yayımlayan Atatürk, özellikle milli birlik, milli duygu ve milli kültür üzerinde durmuştur:
YARIN: DÜNYA BARIŞI: İNSANLIĞA HİZMET
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.