ÖNKUZU’YA AĞIT
Kolunuz kanar, bir yara bandı dindirir acınızı.
Ayağınız taşa takılır, biraz ofladıktan sonra hissetmezsiniz.
Sevdalık çekersiniz de, birkaç sigara dumanında kaybolur düşünceleriniz.
Bu hikâyenin acısı kırk yedi yıldır geçmedi!
49 yılda ne acılar gömdük içimize, ne direnişlerin bekçisi olduk da, Önkuzu’nun ateşi sönmedi yüreğimizde…
Dursun Önkuzu…
Onun hakkında çok şey anlatır, çok sözler sarf edebilir, birçok betimlemelerle onun hakikatini, saflığını ve güzelliğini ortaya serebiliriz. Biz sadece ‘Ülkücüydü!’ diyerek tüm bunları tek kelime üzerinde toparlamakla yetinelim.
22 yıllık kısacık hayatına destan yazmak Dursun’a, ağıt yakmak kızlarımıza, onu yazmakta bizlere düştü.
*
Yaşasaydı belki bugün aksakal olmuş bir bey olarak aramızda olacaktı. Belki de evli, çocuklu muhtemelen de torunlarını severek öğretmenlik mesleğinin emekliliğini tadıyor olacak ama asla yerinde durmayacaktı. Bugün yaşasaydı 69 yaşında olacak ve yirmi iki yaşında ki azim ve inançla Türk Milliyetçiliği davası için, Türk-İslam ülküsü için çalışıyor olacaktı.
Aldılar Önkuzu’yu bizden…
Tokat’ın Zile taşrasından Ankara’ya Erkek Teknik Yüksel Öğretmen Okulu’na gelen Dursun Önkuzu başarılı bir öğrenci olmakla beraber boş zamanlarında maddi durumu olmayan ailenin çocuklarına kurs verirdi. Okuduğu okul kızıl komünistlerin elindeydi. Ramazan-ı Şerif geldiğinde sahur için kimse yemekhaneye gelmesin diye nöbet tutan komünistlere karşı bir avuç ülkücü olmalarına rağmen direniyorlardı. Zaman şerefli bir direniş ve kuvvetli bir iman ile geçerken Dursun üçüncü sınıfa gelmiş, şahadet onu yavaş yavaş çağırıyordu
Soğuk bir Kasım gecesi kızıllar kaçırdı Dursun’u…
Sandalyeye bağlamışlar, acımadan vuruyorlardı. ‘’Faşist!’’ ‘’Senin yaşamaya hakkın yok!’’ diye bağırıp feci şekilde dövmüşlerdi. Oysa en çok Önkuzu’nun yaşamaya hakkı vardı bu topraklarda. Çünkü o saf, temiz Anadolu çocuğuydu. Kültürünün ve medeniyetinin çok uzağından ithal edilmiş bir cereyana kapılmamış, yaşadığı toprakların yerli ve milli kalması için çekiç-oraka karşı ay-yıldızı savunmuştu.
Onlar vurdukça Dursun daha çok direniyor, daha çok ‘’Allah!’’ diyordu. Acı ve kan içerisinde baygın kalmış, komünistler ise elindeki bisiklet pompasıyla onun ayılmasını bekliyordu. Bir ara yarı baygın şekilde gözlerini açmış, komünistler bunu fırsat bilerek Dursun’un ciğerlerine hava veriyorlardı. Tarifi imkansız bu acıyı tadarken Dursun, bir adım geri atmamış, katillerine yalvarmamış, aman dilememiştir. Bir yanda kesilen bileklerinden akan oluk oluk kan, diğer yandan ciğerlerini basınçtan patlatan hava ve en sonunda da üçüncü katın penceresinden aşağı atılış… Biliyor musunuz bu işkencelerin hiç biri Dursun’u öldürmeye yetmemiştir. Önkuzu kan kaybı sonucu şehit olmuştur!
Acı haber ailesine ve ülküdaşlarına yayılır hemen… Şehit bedeni kefenlenip al bayraklı tabuta konulduktan sonra memleketine, ata yurduna, ana ocağına doğru yola koyulur. Elinde ufak bir valiz, kalbinde ailesine duyduğu sevgi ve yüreğinde taşıdığı Türk Milliyetçiliği davasıyla çıktığı Zile’ye şehit tabutuyla geri döner Dursun. Ülküdaşları tabutunu kurucularından olduğu Zile Genç Ülkücüler Teşkilatı’nın önüne getirir. Dillerde tekbirler, kortejler kurulmuş yollar Dursun’a açılıyordu. Dursun daha civan delikanlıyken durmamış, şahadete koşmuştu. Herkesin gözünde yaşlar, Dursun’a ağlıyor, Dursun toprağa gömüldüğü yerden şehitler dergâhına koşuyordu.
O şehit oldu göç eyledi ahrete, biz kaldık sefiller ve soysuzlar arasında bir avuç.
49 yıl demiştim ya…
Biz kırk dokuz yıldır acımızla yaşıyoruz.
O kanlı kefeni unutmadık!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.