‘’AKP–HDP İŞBİRLİĞİ ve ALİ CENGİZ OYUNLARI’’2

‘’ Ümmet Düşünü Totaliter İslamcı AKP ile  Klan Fetişisti Nekrofil Zombiler Çetesi HDP’nin Gelecek Ortaklığı ”

Yugoslavya’nın kurucu lideri Tito’nun, ölümünden evvel yapmış olduğu bir konuşmasında ‘’ Önümüzdeki dönemde, hem Sovyetler Birliği hem Yugoslavya hem de Türkiye emperyalizmin yeni saldırılarına uğrayabilir. İlk ikisi dağıtılabilir, ancak Mustafa Kemal’in Türkiyesi buna direnebilir !’’ demektedir. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya direnememiş, çözülmüştür. Hemen ardından sırada Türkiye olması gerekirken ‘’Irak’a demokrasi getireceğiz’’ operasyonu ile vazgeçilmemiş ancak bir sonraki safhaya bırakılmıştır.

 

Milliyetçi iktidar dinamiğini bir türlü yaratamayan Türkiye, direnmenin en şiddetli şekilde karşılığını 13 yıllık ‘’totaliter islamcı ümmet düşünü tayfa’’nın etkisiyle daha da arttırmıştır. Cumhuriyetin kazanımlarına ve temel niteliklerine , Atatürk’e ve Türklüğe karşı zihin ve belleklere yerleşmiş düşmanlıkları tavan yapmış bu ‘’ümmet düşünü totaliter islamcı tayfa’’ üniversite ile medreseyi, resmi nikah ile imam nikahını,mahkeme ile kadılığı, tıp bilimi ile sözde doğal beslenme ve tedavi yöntemi olarak lanse edilen üfürükçülüğü, bilim insanıyla cemaat liderini ve tekke şeyhini, baş örtüsü ile türbanı, anayasa ile 350 yıl önceki fetefayı hindiyye’yi eş değer görmüşlerdir. Bunlara bir de vicdan, ahlak yoksunları oldukları kadar bilgi yoksunu zır cahil devşirme kalemşörler ile aynı yoksunlukları bünyelerinde buram buram  barındıran  batı hayranlığı  tavan yapmış, ‘’neoliberal bezirgan başları’’ ile kol kola girerek aynı yolu yürüyebilecek ‘’etnik siyaseti merkezine oturtmuş olan klan fetişisti nekrofil zombiler çetesi PKK ve uzantısı HDP’’  de eklendiğinde, ortaya devasa bir ekip ve gelecek ortaklığı çıkmaktadır.

Bütün bu ortaklığı ; Cumhuriyetçi demokrasinin vatandaşlık statüsü ile yetinmeyerek ve bunu araçsal kavramlar olarak kullanan ‘’ayrılıkçı’’, ‘’özerklikçi’’ , ‘’fitne-fesat ve fahişeler şebekesi’’ olarak da tanımlayabiliriz. Daha bir açık ifade ile tanımlayacak olursak; merhum  Atilla İlhan’ın deyimiyle; ‘’ihanet  gerçekten bir değer ise, söz konusu bu tipler, bunu bile sahip oldukları Türk milletine, Türk devletine ve cumhuriyetin temel kazanımları ve  anlayışına borçludurlar !’’ 

Avrupa Birliği ile ‘’Totaliter İslamcı marjinal çizgiden gelen cihat iktidarı’’nın, ‘’etnik siyaseti merkeze alan klan fetişisti nekrofil zombiler çetesi’’ ile olan işbirliğine girenlerin, Türkiye’ye yönelik stratejik hesapları, aynı siyonist-kapitalist emperyalistlerin  hesapları ile önemli ölçüde örtüşmektedir.

Söz konusu ‘’ümmet düşünü, totaliter islamcı tayfa’’ iktidarı, ihanet stratejisini Büyük Ortadoğu Projesinden ziyade ‘’Avrupa Birliği müzakere süreci’’nden destek alarak yürütmüşlerdir. .Bu stratejinin adına da kendilerinin deyimi ile ‘’Ankara’nın şerrinden Brüksel’in şefaatine sığınmak’’ olarak beyan etmişlerdir.

Bu stratejiye göre; içeride her türlü varlığını batıya borçlu olan ‘’besleme neoliberaller, klan fetişisti nekrofil zombiler çetesi’’ ve siyonist emperyal tekelcilerin Türkiye içinde ki uzantıları olan sermaye grupları tarafından desteklenmişlerdir. (1)- Prof.Dr. Erol Manisalı, ‘’Faşizmin Ayak Sesleri’’ Truva yayınları İstanbul 2007 adlı eseri.

Avrupa Birliği, terör örgütünü etnik siyaset merkezli bir yapıya getirerek, Türkiye’nin ‘’Kuruluş Senedi’’ olan Lozan ile kabul ettiği ‘’Azınlık hakları’’nı yetersiz bulmuş, bu azınlık haklarına ilaveten vakıflar yoluyla daha da zengileşebilmeleri ve uluslar arası ilişkiler çemberinde daha da etkin konuma getirilmeleri , kendi dinlerinin misyonerliğini daha rahat yapabilmeleri gibi arzu ve isteklerde bulunmuşlar ve 13 yıllık AKP iktidarına bunları uygulatma yolunda dayatarak elde etmişlerdir. Ayrıca ‘’azınlık hakları’’ konusu bunlarla da sınırlı kalmamış ek olarak yeni ‘’azılık hakları tanımı’’ yapılarak, ‘’İslam’ın genel ritüelleri içinde yer almış ve varlığını idame ettiren Alevi kökenli vatandaşlarımızı ‘’Yeni azınlık’’ olarak kabul ettirmeye çalışmışlardır.

Elbette ne namussuzluğun bir sınırı  ne de vicdansızlığın bir limiti vardır.  Dolayısıyla; Türk milletinin mensubu olan Kürt kökenli vatandaşlar da ‘’ Şek ve şüphesiz müslüman olmalarına rağmen’’ ‘’Yeni azınlık’’ statüsüne konulmuş, ancak Irak’ın kuzeyinde ‘’İkinci İsrail’’ adı altında yaratılarak beslenmeye çalışılan ‘’At sineği’’nin etkisiyle de zayıflatılmış görünmektedir. (2) (Sadettin Elibol, ‘’Türkiye’nin Özgün Yolu Cumhuriyetçi Demokrasi’’  Minima yayıncılık  Ankara Ekim 2007-sayfa61)

Türkiye’de, Cumhuriyetçi demokrasinin anayasal temelde sunmuş olduğu temel hak ve özgürlükler dışında ki talepler de  bulunan kesimler, kimi zaman örtülü kimi zaman ise açıkca postmodern duruş’un demagojisini yapmışlardır. ‘’Postmodern duruş’’ bütün olumsuz koşullara rağmen birlikte yaşamalarını sağlayan nedenler arasında, birincil derece de bulunan ortak değerleri kapsamaktadır. Bu değerler ise ‘’serbest piyasa’’ ekonomisi (kapitalizmin dört başı mamur) bir biçimde kurulup gelişmesini sınırlayıcı bir nitelik arzetmektedir ve bu nedenle de korunarak geliştirilmeleri gerekmektedir.

Cahil ve Hain dışında herkes bilir ki; ‘’Türkiye’nin temel hak ve özgürlüklere tam manasıyla sahip olan vatandaşlar ülkesi olmasını sınırlayan, ne söz konusu değerlere bağlılık ne de buna dayanarak kurulmuş cumhuriyetçi demokrasidir. Türkiye, kitlesel imhadan dahi çekinmeyen klan fetişisti nekrofil zombiler çetelerinin bölücülüğünden, totaliter islamcı ümmet düşünü tayfalara, komprador burjuvazinin işbirlikçiliğinden, batı hayranlığı tavan yapmış bezirgan başlarına kadar soruların ana kaynağını oluşturan sebep ve nedenlerin baskısından kurtulduğu zaman, toplumsal dokuyu çürümekten, çözülmekten ve yok olmaktan koruyan ortak değerler menzumesi üzerinde, temel hak ve özgürlüklerin daha ileri seviyelere taşınabileceği bir ülke olabilir ve bu hedefi gerçekleştirecek yegane siyasi hareketin ise MHP çatısı altında gerçekleşeceği artık şek ve şüphe götürmez bir gerçek olmuştur.’’

Türkiye’nin, Türk milliyetçilerinin bunu başarabilmesi için güçlü bir şekilde milli iktidar dinamiği yaratarak, Türkiye’nin özgün yolu olan Cumhuriyetçi demokrasiyi ve milliyetçi iktidarı Türkiye cumhuriyetinin kuruluş felsefesi temelinde ki gibi eksiksiz ve tam olarak uygulayarak başarması mümkün olacaktır. Hiç tereddütsüz bunu başarabilecek kadrolar ve projeler mevcut olup, Hilmi Ziya Ülken’in de dediği gibi, ‘’ Doğu’nun kapalı’’, ‘’Batı’nın açık’’ uygarlıklarının asla yaratamadığı bir olguyu da yaratacaktır. Hilmi Ziya Ülken’e göre;  ‘’Kapalı uygarlık’’ salt sempatiye dayanan; birlikte yaşamayı mümkün kılar ancak yaratıcı olamaz. ‘’Açık uygarlık’’ ise salt zekadan beslendiğinden birlikte yaşamaya elverişli olmamaktadır. Buna göre Türkiye, milliyetçi iktidar dinamiğini, ortak değerler zemininde yeniden harekete geçirerek hem zekanın, hem de sempatinin hakkını veren ‘’bütünsel vatandaşlar’’ ülkesi olacaktır. Ve bu özelliği ile Türkiye, öncelikle bölge toplumları için yeni bir uygarlık havzası haline dönüşecektir. (3) Sadettin Elibol- ‘’Hilmi Ziya Ülken, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Dizisi: Milliyetçilik’’ İletişim yayınevi,İstanbul,2003.

Türkiye’yi, yüce Türk milletine asla layık görmemiş  siyonist emperyalistler, ‘’yeni sevr’’ olarak tanımlanan bu ‘’ümmet düşünü totaliter islamcı tayfa AKP’’ ile ‘’klan fetişisti nekrofil zombiler çetesi HDP’yi’’ ve bunların içeride ki uzantıları ile dışarıda ki ağa babalarını birleştirerek her yüz yılda bir batı tarafından yinelenen/formatlanan ( 1815-1915-2015 ) projeleri devreye sokarak, ulus-devlet anlayışını çökerterek, Türkiye’yi ve Türkleri ele geçirmenin ve tarihi intikamı almanın ve Anadolu’da ki emellerinin peşindedirler.

Peki tüm dünya da ; özellikle de Ortadoğu ve islam coğrafyasında ulus-devlet anlayışı bertaraf edilirken, yani çöküşe doğru giderken, Türkiye’de bu mümkün müdür ? sorusuna cevap olarak Francis Fukuyama’dan örnek verebiliriz. ‘’Tarihin sonu’’ adlı eserinde Francis Fukuyama’nın ulus-devlet anlayışının bittiği tezini savunmuştur,  ve özellikle Türkiye’de bundan ötürü Ulus-devlet anlayışını üniter devlet yapısını savunanlara da ‘’statükocu’’ damgası vurulmuştur. Ancak aynı Fukuyama, 11 Eylül saldırılarından sonra yazmış olduğu bir başka eseri olan ‘’devletin inşaası’’ da, ilk yaklaşımı olan ulus-devlet anlayışının çöktüğüne karşılık ‘’ Küresel politikadaki temel sorun, devletin nasıl küçüleceği değil, nasıl yapılanacağıdır. Tek tek toplumlar ve küresel topluluk için, devletin güçten düşmesi bir ütopyanın değil bir felaketin başlangıcıdır’’ diyerek ‘’ ulus-devlet egemenliğine geri dönmekten ve bir kez daha devleti nasıl güçlü ve verimli kılabileceğimizi anlamaya başlamaktan başka seçeneğimiz yok ! ‘’ diyerek ulus-devlet anlayışının çözülmesi büyük bir felakete yol açar demektedir. (4) ‘’ Francis Fukuyama, ‘’Devletin inşaası’’ çev: Devrim Çetinkasap, Remzi Yay. İst. 2005.

Tek kutuplu dünya düzenini yaymaya çalışan ABD, kendi hukuk düzenini devletler hukukunun yerine koyarak, adeta tek merkezli bir emperyalist hukuk düzeni geliştirdi. Hobbes’çi ‘’güç politikası’’ ile yürütülen bu hukuk sistemi, Kant’çı idealistleri hayli sarstı. Avrupa Birliğininde son dönemde ki tartışmalarıyla amacından ve hedefinden uzaklaşan bir yörüngeye oturmuş olmasıyla, söz konusu idealistleri oldukça etkiledi.

Realist yaklaşanlar ise Hegel’i yeniden keşfederek ulus-devlet, tözsel ussallığı ve dolayımsız gerçekliği ile dünya üzerindeki mutlak güç olduğunu vurguladılar.

Hukuk formu, hiç şüphesiz devleti ehlileştirme işlevi görmektedir ancak bu işlev devletin akıl dışı çekirdeği yani devletin politikasına girmemelidir. Eğer bu devletin işleyişine alet edilirse, iç ve dış tehditlere karşı devletin savunma refleksini öldürmüş olacaktır.

Bir de işin diğer bir yanı olan anayasa konusu var. Bilindiği üzere anayasa ‘’devletin çatısını kuran ve hukuksal temelini oluşturan kurallar bütünü’’ olarak tanımlanmaktadır. Ahmet Cemal’in deyimi ile anayasa; ‘’devletin kimlik kartı’’dır.  Devletlerin anayasası hukuksal yapının tarihsel gelişimi ile alakalıdır. Hiçbir anayasa renksiz olamayacağına göre temsil ettiği milletin politik kimliğini ve onun rengini taşımaktadır. Dolayısıyla ‘’anayasa devletin değiştirilemez kimlik kartı’’ olarak tanımlanmaktadır.

Anayasamızın bu rengi ; neoliberal, mürteci ve bölücü beslemeleri rahatsız etmektedir. Tam da bu meyanda gaflet ve dalalet sınırını aşarak, küresel güçlerin istekleri doğrultusunda adım adım ilerleyerek yeni renkler devreye sokmak istemektedirler. Bu yeni renkleri talep edenler; esasen Cumhuriyet-Türklük ve Türk milleti ile kavgalı kindar sorunlu ümmet düşünü totaliter islamcı iktidar ile etnik siyasetten dem vurarak kimlik kazanma yolunda özerklik elde etmek isteyen klan fetişisti ölü sevici terör örgütü’’ ve uzantılarıdır.

Bilinç altlarında, belleklerinde ‘’totaliter islamcı ümmet düşünü ve etnik köken farklılığını açıkca söylemeseler dahi dış faktörlerin ‘’Psikolojik Operasyonu’na’’ alet olmuş bu iki ortaklık gelecek on yıllara ağırlık vermekte ve 7 Haziran 2015 genel seçimlerinden sonra muhtemel koalisyon hazırlığı yaparak geleceklerini birleştirmektedirler. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta ise seçimlerden sonra muhtemel koalisyon olacağı ve oluşturulmak istenen bu koalisyon da ise MHP’ni oyun dışı bırakmak istemeleridir. Zira her yapılan anket sonuçlarına bakıldığında sürekli MHP’nin oylarının yükseldiği söylense de ne gariptir ki MHP’nin kemikleşmiş oyu olan % 18’in hep altında gösterilmesidir. 2015 seçimleri; 1946 seçimlerini sollayacak nitelikte olup  AKP’nin sandık oyunları başrol oynayacaktır.

1946 Genel Seçimleri ile başlayan ve ‘’27 Mayıs 1960 İhtilali’’ne dek süren ilk döneminin temel özelliklerini, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 1945’te yasama yılının açılışı için TBMM’de yaptığı konuşma son derece güzel bir biçimde özetlemektedir: “Demokrasinin her millet için müşterek prensipleri olduğu gibi, her milletin karakterine ve kültürüne göre bir çok özellikleri de vardır. Türk milleti kendi bünyesine ve karakterine göre, demokrasinin kendi için özelliklerini bulmağa mecburdur”

Gerçekten de, 1946’da başlayan çok partili Türk siyaseti ve demokrasisi, evrensel bir takım uygulamaları bünyesinde barındırıyorduysa da, İnönü’nün belirttiği gibi “her milletin karakterine ve kültürüne göre bir çok özellik”ten payına düşen alışılmadık kısımları da içermekteydi.

1946’ya kadar yapılanlar seçimden sayılmaz. 1946  “Hileli seçim” kalmıştır adı. 1950, “hile”ye karşı yükselen feryat, 1983 ise “kumpas”a getirilip “darbe” yaptırılan beş generalin denetimindeki seçim olmuştur.

1946 Seçimleri oyların “açık”ta verildiği, oy sayımının “gizli” yapıldığı ve sayıldıktan sonra “hemen” yakıldığı bir seçim olarak Türk siyasi hayatına damga vurmuştur. İtiraz hakkı(!) vardır, itiraz imkânı yoktur. “Hileli seçim” kalmıştır adı. 1950 Seçimleri, “hile”ye karşı yükselen feryattır.

1961 Seçimleri “vesayet”in köşk ve “kışla” ile yetinmeyip parlamentoya da açıktan yerleştiği seçimlerdir. Darbeciler “tabii senatör” sıfatıyla, seçilmeden ve mezara kadar kalkmamak üzere parlamento sandalyelerine oturmuştur. Temelli (senatör) parlamenter rezaletine ancak 1982 Darbe Anayasası ile son verilmiştir. Yeni darbeciler işbaşında olduğu için artık eski darbecilerin hükmü kalmamıştır.

1983 Seçimleri “kumpas”a getirilip “darbe” yaptırılan beş generalin denetimindeki seçimdir. Tıpkı “Tek Adam”lı yıllarda olduğu gibi adayları kendileri belirlemiş, beğenmedikleri adayların üstünü çizmişlerdir. Halk arasında “Dört bardak bir sürahi” olarak adlandırıldıkları için, bu benzetmeyle de hatırlanır 1983 Genel seçimleri. Özal’a verilen oylar, askerî vesayete “yeter” anlamı taşımıştır.

1946’da önce çok partili sürece, ardından da  demokrasiye geçmeyi hedefleyen bir “Milli Şef” vardı.
Bugünse demokrasiden tek parti sürecine  dönmeye niyetlenen ve “millet” kavramını “ümmet” niyetine kullanan totaliter bir ‘’Tek adam’’ Cumhurbaşkanı Erdoğan var.

2007 yılı itibariyle finale doğru ulaştıklarını zanneden ve bunu da kendi içlerinden cumhurbaşkanı çıkartarak ispatladıklarını sürekli vurgulayan ‘’ Ümmet düşünü totaliter İslamcı tayfa, her türlü varlığını batıya muhtaç olan ABD yapımı AKP ve tabanındaki yıllarca milli konulardan mahrum edilmiş ve uzaklaştırılmış, umarsızlaştırılmış sonra da duyarsızlaştırılmış ve ehli sünnet çizgisinden uzaklaştırılarak Selefi/Vahhabi akıma yçneltilmiş olan tarikat-cemaat ve aşiret liderleriyle yönlendirilmiş, tekelci yandaş medya ile şaşırtılmış, merkezi ve yerel yönetim imkanlarıyla desteklenmiş vatandaşlardan, daha doğrusu yıllar içinde neredeyse sosyolojik olarak ahaliye dönüştürülmüş renksiz, biçimsiz, yavan yığınlar topluluğundan oluşmaktadır.’’ Vatandaşlık bilinci her şekilde tahrip edilerek yaratılmış bu yavan renksiz, biçimsiz ahaliden milli irade, dolayısıyla demokrasi beklemek ne derece gerçekci olur bilemem ancak namuslu hiçbir aydın demokrasi beklentisine kayıtsız kalmamalıdır.

Kim ne derse desin, bilinmelidir ve unutulmamalıdır ki ; ‘’ Zihinleri ve beyinleri iğfal edilmemiş her vatandaş, milletin mensubu olması dolayısıyla ait olduğu bütüne, Bergson’un tabiri ile, ‘’psikolojik olarak’’ bağlanır; milliyetçi olur ve milliyetçi kalmayı da hem devletinin hem de mensubu olduğu milletinin yani Türk milletinin geleceğinin teminatı/garantisi olarak kabul eder.’’

Tarih, emperyalizmin kıçına at sineği gibi yapışarak kendi ülkelerine ihanet eden yaratıkların akıbetini göstermesi açısından da oldukça zengin ve öğreticidir.

HANDAN ÖMER

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Handan ÖMER Arşivi
SON YAZILAR