Pembe İncili Kaftan ve devlet şuuru
Ömer Seyfettin'in Pembe İncili Kaftan, hikâyesini okumamış olanlar var mıdır?
Elbette vardır, okumak her dönem en az yaptığımız iş olduğundan geldiğimiz noktada bu azın daha da azaldığını fark etmemiz mümkün oluyor.
Günlük konuşmalarda, köşe yazılarında, ilmi sohbetlerde kitabın esamesi okunmuyor. Bir kitaptan örnek verildiğinde mahçubiyetle muhatabına bakan allameler kayıkçı kavgasına söz ateşi taşıyan klişe cümlelerle yetiniyor. Televizyon yorumcuları, ellerinde cep telefonları ekranda beğeni takibi yaparken, kulaktan duyma sözlerle rakibine laf atmakla meşgul. Zaten televizonların gerçekle ilgisi yok, bağır çağır reyting al. Çünkü halk bunu istiyor telakkisi kabul edilmiş.
Her neyse konumuz bu değil..
Pembe İncili Kaftan, günümüzde moda kelimelerden birine dönüşen ama nedense herkesin bulunduğu yere göre açıkladığı "duruş" kelimesinin ne olduğunu anlatan unutulmaz bir Ömer Seyfettin, hikâyesidir.
Fedakârlıksa, dibine kadar.
Tavırsa, fersah fersah..
Duruşsa, âdeta model..
Devlet adamlığıysa, çerçeve yap duvara as..
Hikâye malum, Şah İsmail'e bir elçi gönderilecektir. Bu elçi şahın hakaretlerine ve zulmüne karşı devletinin adını, sanın koruyacak; Devleti al-i Osmani'nin şerefini temsil etme bahasına, gerekirse başını verecektir.
Aranan insan bulunur: Muhsin Çelebi! Ama vezirler tereddüt içindedir; çağrılsa gelir mi? Gelse kabul eder mi? Sadrazam, vezirlere bir soru sorar: Devletini sevmiyor mu? Cevap: Seviyor elbet.
Çağırırlar ve gelir.
Ancak, sadrazamın belki de en zorlu görüşmesi olacaktır. Muhsin Çelebi devlet işlerine yönelik tenkitlerini yapar, Gedik Ahmet Paşa örneğini vererek liyakatli insanların harcandığını belirtir. Eğilmeyi, bükülmeyi, yaltaklanmayı, mevki ve makamı reddettiğinden devlet işlerinden uzak durduğunu söyler ancak görevi kabul eder.
Çünkü devlete bağlılığı her şeyin üstündedir.
Sonrası malum, devletin bir kuruşunu almadan elçilik uğrunda yapılan tüm harcamaları çiftini, çubuğunu rehin bırakarak kendisi karşılar, dillere destan Pembe İncili Kaftan'ı da sırtına geçirerek Tebriz'e gider. Hikâyenin en dikkat çekici yanı, Şah'ın kendisini ayakta bekletmek için bir şilte, bir seccade vermeme kurnazlığına karşı sırtındaki servet değerindeki kaftanı serip üzerine oturması ve dediğini dedikten sonra bir daha sırtına geçirmeyip geri dönmesidir.
Ömer Seyfettin, hikâyenin sonunda Muhsin Çelebi'nin borç harç içinde yaşadığını, kalan servetini satıp Kuzguncuk'ta bir küçük çiftlik aldığını, ürettiği sebzeyi, meyveyi Üsküdar pazarında satarak geçindiğini ama yaptığı fedakârlığı hiçbir yerde konuşmadığını belirtir.
Ben bu hikâyeyi okuduğumda herhalde çocuk yaştaydım. O yaşlarda insan, fedakârlığı kahramanlık başlığıyla değerlendiriyor. Ama zaman sonra her hareketin bir kavramsal karşılığı olduğunu anladığından mesela bu hikâyede olduğu gibi bambaşka bir soyutlama yapabiliyor : Devletin, insan belleğindeki abidevi karşılığını.
Bu hikâyeden pek çok mana çıkarmak mümkündür ama en önemli sonuç bence idealistlerin, devletlulara rağmen devlete olan sarsılmaz bağlılığıdır.
Ben bu hikâyede el etek öpmeyi reddeden bir anlayışın devletin bekası söz konusu olduğunda, devletin zorunu kolay etme serdengeçtiliği ile hareket eden, mevki makama göre değil seciyesine, karakterine göre davranan, gölgede kalsa bile daima büyük kalan o çağlarüstü idealizmini okumuşumdur.
Bu idealizm bugün hâlâ var.
Biline.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.